Her Zaman Mimarlık

Güniz Baykam ile söyleşi...

Söyleşi fikrinin temeli bir mimarın; mimar olmaya karar vermeden önce, mimarlık eğitimini alırken, mimarlık mesleğini sürdürürken, ve hatta eğitime devam ederken; hayatının, hayata bakışının, mimarlığı yaşama biçiminin, kent ve çevre karşısındaki duyarlılığının nasıl değişimlere uğradığını gözlemeye çalışmak, ama bunu yaparken genel bir profil çıkartmaya çalışmaktan çok, geçen zamanın ve bunun beraberinde getirdiği etkenlerin; bir birey olarak değişimlerinin, aldığı eğitimin, zaman içerisinde kazandığı mimarlık kültür ve birikiminin ülke koşullarında yürütmeye çalıştığı mesleğinin, yaşadığı yıllardaki toplumun sosyal ve ekonomik durumunun, politik süreçlerin, şartlanmalarının, özgürleşmelerinin hangi koşullar altında nasıl davranışları gösterdiğinin, kişilerin ağzından dinleyerek yine yalnızca o kişiler üzerinde saptamalar yapmaktı. Bu şekilde, aslında yolun, genelimiz için benzer şekillerde başlayıp, bizleri birbirinden çok farklı sonuçlara mı; yoksa benzer sonlara mı taşıdığını gözleyebilecektik.

Algıları henüz şartlanmamış olduğu düşünülerek söyleşinin ilk etabında üniversite sınavlarına hazırlanan ve mimarlık eğitimi almayı hedefleyen bir öğrenci ile konuşulacağı düşünüldü. Ancak yapılan kısa tanışma sohbeti sonrasında şartlanmışlıklardan uzak; özgür ve özgün tasarım fikirlerinin aslında çok önceleri; çocukluktan çıkıldığı dönemlerde kaybolmaya başladığı gözlendi. Bu yüzdendir ki, söyleşide; lisans eğitimi almak üzere olan ve lisans eğitimini sürdüren iki öğrenci ile değil de; bir çocuk, lisans eğitimini sürdüren bir mimarlık öğrencisi ve meslekte yıllarını geride bırakmış bir mimar ile konuşmaya karar verildi.

Güniz Baykam

1956 yılında Adana’da doğdu. ADMMA Mimarlık Fakültesi’nden 1980 yılında mezun oldu. 1978-1986 yılları arasında TC Turizm Bankası’nda çalıştı. 1986 yılında Adana’ya dönerek kendi mimarlık ofisini açtı ve o günden bugüne bölgedeki pek çok projeye imza attı. Başarılı ancak maddi olanaklardan yoksun yüksek öğrenim gören öğrencilere karşılıksız burs veren Güney Eğitim Vakfı’nın kurucusudur ve çalışmalarına halen Adana’da devam etmektedir.

Gaye Beler: Adana’da mimarlık yapmaya nasıl karar verdiniz? Hayatınızı mimarlık yaparak mı kazandınız?

Güniz Baykam: Mezun olmadan hemen önce o dönem ki TC Turizm Bankası’nda çalışmaya başladım. Orası mimarlık eğitimini okulun dışında da aldığım bir yerdir. Yaşadığım bu meslek deneyimi de bugün tarifleyebileceğimiz mimarlık ortamının üstünde aidiyet duygusuyla çalıştığımız ben oyum bensiz o olmaz onsuz ben olmaz gibi… Okulu bitirdikten sonra, çok seçkin bir meslektaş kadrosuyla çalışıyor idim. Ama herkese benden her an başka bir konuya atlayabileceğim gözüyle bakar, ancak mimarlık yapacağımı hiç kimse söylemezdi. Sonradan baktım ki bazı klişeler vardır… Ankara’dan İstanbul’a gidilir. Yeteneğinizi göstermek istiyorsanız gideceğiniz yer orasıdır. Gördüğüm anda İstanbul’un bana ihtiyacı yok diye düşündüm. Ama benim doğup büyüdüğüm yerlerdeki bu anomaliyi, bu kültürler arasındaki düzensizliği, heterojenliği homojen kılma adına bir istek içerisindeydim. O dönemde çalıştığım banka, ilk özelleştirilen kurumlar içerisindeydi. Oradan kazandığım parayla 1986 yılında Adana’ya geldim ve ilk ofisimi açtım. Ve bu şehir bana bile tahammül etti. Her zaman işimi hayatımdan gerektirdiği kadar ödün vererek yapmaya çalıştım.

Evet mimarlıkla geçinilebiliyor. Ben aslında bunu da ispat etmek istedim. Hiç kimseye eğilip bükülmeden kendi doğrularıyla bir meslektaşının elinden iş almaya çalışmadan, diğerlerinin başarısından kendime pay biçerek, onu takdir ve teşekkür ederek bir yere gelinebileceğine dair bu şehirde, doğru örnekler olmalıdır dedim. Pek çok arkadaşım gibi ben de; el ele tutarak böyle bir mimarlık ortamında bulunmak istedik. Ülkeniz için bir şey yapmaya, doğduğunuz yerden başlamayı misyon edinmek gerektiğini düşündüm ben. Yoksa kültürel farklılıklar habire katlanarak artar. Bu araları dokumak lazım. Yoksa oralar yırtık kalıyor boş kalıyor. Boşlukları birlerinin doldurması lazım ve Türkiye’nin bu ideale ve böyle insanlara ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

GB: Şu anda üniversitelerde mimarlık eğitimi alan ya da bu eğitimi almayı hedefleyen genç insanlarla karşılaştığınızda onlara mimarlığı, sizin mimarlığa bakışınızı nasıl tarifliyorsunuz?

GB: Bundan 4-5 yıl önce lise son sınıflara meslekleri anlatmak için TMMOB olarak bir toplantı organize etmiştik. Farklı mühendisliklerden arkadaşlarla birlikte ben de mimarlığı anlatmak üzere toplantıya katıldım.Topograf arkadaş topografya bir sanattır diye söze başladı. Jeolog arkadaşımız da sıra kendisine geldiğinde jeoloji bir sanattır diye devam etti. Ben de sıra bana geldiğinde; “Çocuklar, mimarlık bir sanat değildir.” dedim. “Mimarlık sanattan daha fazla bir şeydir.”
Sanat bizim ülkemizde şöyle anlaşılıyor. Bütün yaşam koşullarınız, sınırlarınız asgarisi temin edilmiştir. Artık sizin bir sürü lüksünüz paranız ve hayaliniz vardır. Böyle bir şey yok. İnsanın doğumuyla beraber başlayan yaşam sürecinde; insanın doğumuyla beraber edinilmesi gereken, ekmek kadar su kadar yaşamında olması gereken bir şeyi göz görgüsü denen sözle tanımlanabilir. Siz 40 yaşında milyoner olabilirsiniz ya da en büyük kentlerde, en çok odalı apartmanlarda oturabilirsiniz ama sanat hiçbir zaman kapınızı çalmayabilir. Bunun gereğini; o süzülmüşlüğü alamayabilirsiniz. Sanattan fazla bir şeydir lafının içinde şunu anlatmaya çalıştım. Canınız sıkılınca duvarınıza olasılıkla kanepenin tonunda bir renkte resim asmak; aman ne kadar güzel bir kadın bedeni diyerek bir obje vs koymak hele hele soyut akımlarda duvara fırlatılmış boya desenlerinin sanat olduğunu düşünmek yanlış fikrimce. Sanat önce bir teması olan bir eylem, bir hayata bakış biçimidir. Bir nüanslar, varyasyonlar, çeşitlemeler ve seçimler kümesinin sonucudur ve hayatın ta kendisidir. Bir gülün açılışını izleyip onu koklamak bunun içindedir. Bunu yapan her insan sanattan da keyif alan insandır. İlle Dali’yi Picasso’yu vs bilmek zorunda değildir. Eğitimlerle ve öğrenilmiş süreçler dediğimiz şeylerle de ilgilidir ama o bizim Anadolu’da halk kültürü dediğimiz birikim var ki, kuşkusuz ve kesinlikle sanattır. İnsanın doğumunda genlerle atalarından ailesinden kendisine kalan miraslardan birisidir.

Reddi miras edersiniz ya da kabul edersiniz. Bu sizin seçiminiz. Dolayısıyla mimarlıkta böyle bir şey fakat tıpkı bir teorem gibi ispat edilmesi gereken elindeki veriler kümesine bakılması gereken o veriler eşliğinde bir deney sonucu bir reaksiyon sonucu ortaya çıkan bir şeydir. Son derece ucu kestirilebilir, son derece matematik menşeli bir bilimdir. Müzik de, matematik tabanlı bir bilimdir. Dolayısıyla sanatla bilim birbirinin karşıtı değildir. Böyle karşıtlıklar yoktur aslında hayatta mimarlıkta bunları çok ayrıcalıklı bir noktasında birleştiren ikisini kol kola getiren… Son derece matematiksel, son derece sanatsal ve içinde bütün sanatlarda olduğu gibi bir tema barındıran… Böyle bir şeye kalkışacaksanız eğer ve ben bu arsa üzerinde öyle bir yalan söyleyeceğim ki düşlerinize girecek ve iki yıl sonra da bu düş görünür olacak sizi de içinde yaşatacak ve yaşam kalitenizi de sizinle beraber yukarıya atacak diyorsanız, mimarlığı yaşıyorsunuz demektir. Ama dediğim gibi insanların mutlaka bir düşü bir amacı bir fantezisi olmalı yazık ki Türkiye’de olanlara geçiyorum şimdi. Üç tane ana saptamam var bir lokma kuru ekmek bir hırka başımı sokacak bir dam. Bu asgarilerle donatılmış yaşam yaşamsa eğer bu ancak Etiyopya vs. gibi bölgeler için sadece yaşamın bekası adına doğru olabilir. Ama büyük harfle söylüyorum; bugün insanlık soyu ve onların içinde yer alan bir topluluğun ve harikulade uygarlıklar yaratmış bir toplumun zihnindeki bu geni süratle yok etmek lazım. Çünkü bu genlerle diğer kuşaklara taşınır. Saçımızın rengi gözümüzün biçimi gibi. Örneğin biz Akdenizliyiz, birazcık esmeriz, sesimiz biraz kalın. Biraz topluca; balık etliyiz gibi, insanımızın genel bakışı da genomlara kayıt edilir.

Ama çevresel faktörlerde bizim hayata bakışımızı oluşturuyor ve bunlar hakikaten genlerimizde var. Yani üç kuşak önce ailenizden birisi eğer kekik yemişse ve siz iki kuşaktır da Amerika’da oturuyorsanız, o kekik tadı vardır sizin zihninizde, ağzınızda kalan bir tattır… Orada yaşamamanıza rağmen, hazır ve ortaya çıkacak şekilde saklanan bir bilgi olarak durmaktadır.

GB: Meslek yaşantınız boyunca, mimarlığın içinde yaşadığınız toplum tarafından ne kadar kavrandığını düşünüyorsunuz?

GB: Önceliğin nedir? Kime ne yapılmalı? Bir kere elimizde yozlaşmaya ve erozyona uğramaya çok açık bir mimarlık öğrencisi, hatta daha üstüne çıkayım bir mimar tabanı var. Ne yapması gerektiğini nasıl bakması gerektiğini bilemeyen çırpınışları olan ve yanlışta olsa köşe dönücü modellere heves eden bütün meslek dallarından ama yalnızca mimarlıktan değil… Önce otuzlu kırklı kitleleri sonra yirmili otuzlu kitleleri sonra eğitimi ve daha sonra hiç mimar olmayan insanlara geçmeyi düşünmeliyiz kanımca. Yani elimizdeki yığınları önce rehabilite etmeliyiz diye bakıyorum. Benim eğitim ya da bilinçlendirme trendim bu şekilde. Dolayısıyla bu çizmeye çalıştığımız profil sanki her şey çok yolunda da biraz daha yolunda olsun. Bu piramidi baş aşağı çevirip üçgeni sıfır noktasında taşıtmaya kalkmak gibi, lisedeki çocuklara durumu anlatmaya vakıf olabiliriz diye düşünüyorum. O anlamda elimizde bu kadar kaliteden duyarlılıklar korkular ya da cesaretle yürünmesi gereken yollar arasında kararsız ya da bizim istediğimiz yanda son derece kararlı bir kitle var iken, yokuş aşağı bunlar bırakılmışken ancak tırnaklarını saplayarak durabiliyorken, bana mimar olmayan bir kitlenin ıslahı ya da bilinçlendirilmesi tabi ki lüzumlu ama şu noktada mı sorusunu getiriyor.

Türkiye’de bugün süratle mesleksizleştirme ya da meslekleri de değersizleştirme söz konusu. Ülke bazında mimarlık kalitemize baktığımızda Adana’nın Çorum’dan; Çorum’un Rize’den, Rize’nin Aydın’dan hiçbir farkı yok. Bu ne demektir. Türkiye’de henüz mimarlık diye bir şey henüz doğmadı. Ya da kent bilincine vakıf değiliz. Ya da kent iki nokta üst üsteden sonra yazılacak satırlar henüz yazılmadı. 1970’li yıllarda sadece Sular kavşağında bu kente yuvarlak bir hesapla 6.000 – 7.000 gece şehri kullanan kentli nüfusu vardı. 12 kadar sinema 7-8 çay bahçesi 2 müzikhol bulunuyordu. O zamanların Adana’sı belki de onun için dördüncü büyük ildi. Ve şimdi sokağa çıkmak için bizi kışkırtacak cazibe merkezleri yok. Şu anda köyüz biz. Bir şehir kendisini kullananları baştan çıkarmalı. Bir insanın evinde bile yaz köşesi, kış köşesi anektodlar vardır. Örneğin kahveyi belli bir köşede içmek, kahvaltıyı bir tepsi üzerinde evin belli penceresi önünde yapmak gibi… Böyle bir keyfe sahip olmalıydık. Kitap okuma müzik dinleme köşelerimiz olmalıydı. Öyle kendinizle baş başa kalıp kendi sorgulamalarınızı yapmalısınız. Kendi içinize gözlerinizi çevirmelisiniz. Kendinizin muhasebesini yapıp bilançolarınızı tutturmanız lazım. Bunları eğer yaşadığınız mekanlar içermiyorsa orada herhangi bir zenginlikten; içsel zenginlikten yani sanattan söz etmek söz konusu bile değildir. Buna yakamızda olmazsa olmaz bir çiçek gibi bakacaksak kentler vilayet olmaktan öteye geçemez. Yani şişmanlıyor büyüyor, 3,5 metre, 300 kiloluk tonlarca hacme varıyor, fakat içeriksiz herhangi bir kapsama alanına sahip olmayan alanlar yaratıyor. Dolayısıyla da varolan ticari bir pastaya üşüşen arı rollerini oynuyor ve tüketimde birbiriyle yarışır hale geliyoruz. Ekonomide yaratmak zorunda olduğunuz gibi, mimarlıkta da değer yaratmak gitgide zorlaşıyor. Bir şeyi tekrar etmek kötü kopyası olmak, hatta iyi kopyası olmak hiç maharet değil. Bir patentiniz, bir buluşunuz, bir fikriniz, bir yaratınız olması lazım. Ancak insan olmanın bu en önemli şıkkını, tüketimle özdeş tutmaya çalışıyoruz. Yaratım sürecini ateşleyecek biçimde kendimize gelmemiz lazım. Bütün politikaların bu noktaya getirilmesi lazım.

GB: Bütün bu söyledikleriniz için sizin yapabilecekleriniz neler, nelerdi? Vardı ise yaptınız mı? Durum tespitlerinin ötesinde çözüm üretmek adına yapılabilecekler nelerdi?

GB: Bütün bunlara karşı sizin bir koruma sigortanız var. Umut. Ve o umutla gece gündüz yürüyorsunuz. Bazen geriye dönüp bakıyorsunuz bir arpa boyu yol gitmemişsiniz. Ama insanız ve milyonlarca yıllık kainat içerisinde, çok daha kısıtlı bir ömre sahip, bilinebilen tarihi bulgulara göre bütün bunları organize ettiğinizde, umudunuz bilimsel bir referansa taşıyorsunuz. Doğru anda doğru yerde bulunabileyim. Örneğin; Adana’da yapmayı planladığımız tarihi kent merkezi projesi ile ilgili söyleşilerde 16 sene boyunca başımı aynı yerlere aynı şekilde vurmaya devam ettim ve edeceğim. Bir dirençle karşılaşmak ve toplumsal birtakım gecikmeleri önlemek bazı şeyleri hızlandırmak kişisel çabalarla değil toplumsal bir süreçle birlikte gelecektir. Siz sürekli metod değiştireceksiniz. Sürekli kapsama alanınızı etkileşim alanlarınız değiştireceksiniz. Hayata geçirildiği anlar vardır. Ben o anları bekliyorum. O anlar gelmese de fikirleri yaşar bırakmak çok önemli.

GB:Bu kadar yıl sonra hayata ilişkin neler düşünüyorsunuz? Hayatınıza, mimarlığa bakış açınıza, mimarlığınıza dair neler söyleyebilirsiniz?

GB: Açıkçası hayat zor ve biraz da can sıkıcı. Çünkü hep yokuş yukarı çıkmak zorundasınız. Hızı kestiğiniz anda aşağı düşersiniz. Etrafımdaki insanlara bakıyorum. Hayatımda sadece bir şeyi hedefleyip, onunla ilgili olarak katıksız ve kesin bir başarı için ızdırap ve hırsla yaşamaktan yana değilim. Başkaları için bu doğru olabilir, olağandışı bir yeteneğe sahip gördüğüm pek çok insan için bunu yapmak belki de kaçınılmazdır. Ama ben o kadar üst seviyede, kendimi bir noktaya vakfedecek bir yeteneğe sahip olduğumu düşünüyorum.

İyi çizim yapmak, iyi resmi olmak mimar olmak demek değildir; kaldı ki, benim felaket bir çizimim var. Ben psikolojiyle, felsefeyle, sosyolojiyle, kelimelerle, şiirle içli dışlıyım.Yapıyı deşifre etmeye çalışan, ülkedeki mimarlığı deşifre etmeye çalışan, tümdengelim, tümevarımı sürekli aklında yaşayan, projelerini genellikle rüyalarında çözen bir insanım. Ve başka türlü olduğum zaman bu çok kısıtlı yeteneğimle hiçbir şey oluyorum. Beni ilgilerimin çeşitliliği ve farklı alanlar arasında dolaşmalarım bugün bir noktaya getirdi. Eğer bir noktadaysam. Bir düzleme gelemedim ama herhalde bir nokta oldum. Türkiye standartlarında bir eve sahip olmak, bir büroya sahip olmak lüksünü yakalamış şanslı kullardan biriyim. Daha fazlasını ne amaçladım ne de isterim zaten.

GB: Başarılı olup olmadığınıza kim karar veriyor, bir noktaya gelip gelemediğinize kim karar veriyor?

GB: Kesinlikle ben…

GB: Çocukken hayal ettiğiniz bir şey var mıydı? Bu hayallerin içinde mimar ya da herhangi bir tasarımın parçası olmak var mıydı? O çocuğa hala sadık mısınız?

GB: Milyonlarca hayalim vardı. Bir hayali olmak konusunda hala bir hayalim var. Ve orta yaşın üstüne çıkmış bir insan olarak, hala o hayallere sahip olma romantizmini taşımak bana çok nahif ve korunması gereken bir şey gibi geliyor.

GB: Mimar olmak sizin için hayatınızda hedeflenmiş ve sonunda ulaşılmış bir nokta değildi bu durumda, hatta kimi zaman araç olduğu bile söylenebilir mi?

GB: Açılımlarımı çoğalttı. Ve bir sürü şeye kayabilme imkanı tanıdı.

GB: Mimarlıkla ilgili şu ana kadar ki üretimlerinizden memnun musunuz?

GB: Ben memnun değilim. Çok daha fazlasını yapmak isterdim.

GB: Şu andaki en büyük hayaliniz nedir?

GB: Geçmişte en büyük hayalim bir mimar olmak değildi. Şu anki en büyük hayalim; hakikaten keyifle, mutlulukla kullanılacak bir yapı, bir kent parçası tasarlayabilmek.

Bayhan Aydın

1985 yılında Mersin, Tarsus’da doğdu. Halen Çukurova Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü 4. sınıf öğrencisi.

GB: Geleceğe dair planların neler?

Bayhan Aydın: Okulda kendimi buluyorum. Öğrenirken öğretmek benim için daha güzel. Şantiye stajları sırasında ve sonrasında bürolarda çalıştığımda ileride ne yapabileceğime dair daha çok fikrim oldu. Şunu fark ettim fırsatın size gelmesini beklemek doğru değil. Fırsat geldiğinde sizin de hazır olup onu yakalamanız gerekiyor. İleride İstanbul’a gidip orada çalışmayı tasarlıyorum. Kendimi sunabileceğim yerin İstanbul olacağını düşünüyorum.

GB: Lisans eğitimi senin beklentilerini karşılıyor mu?

BA: Lisans eğitimine başlarken belli beklentilerim vardı. Eğitim almaya başladıkça beklentilerimde artmaya başladı. Çünkü mimarlık eğitimi sırasında sorgulamaya ve daha iyisini aramaya başlıyorsunuz. Aldığım lisans eğitimi şu anki beklentilerimi karşılamıyor.

GB: Mimarlık eğitimi aldığın için mutlu musun?

BA: Evet kesinlikle mutluyum. Bu eğitim insanın farkındalığını arttırıyor. Kendin ve çevren daha çok fark edilir hale geliyor. Hayatın birçok alanını ilgilendiren birçok farklı disiplinden beslendiği için bu meslek, hayata daha farklı bir bakış açısı ile bakmamı sağlıyor.

GB: Eğitim öncesinde aklında mimarlık ile ilgili neler vardı ve lisans eğitimi neleri değiştirdi?

BA: Açıkçası lisans eğitimi öncesi mimarlık ile ilgili fazla bir şey bilmiyordum. Tercih aşamasında başarılı olabileceğim ve severek çalışabileceğim bir meslek seçmeliydim. Ve sonuç olarak bana daha çok hitap eden mimarlık eğitimini tercih ettim. Neler değiştirdi derseniz, olumlu yönde değişen o kadar çok şey var ki. Bu havayı solumaya başladıktan sonra yaşam biçiminizi yeniden ele alıyorsunuz. Sınırlarınız genişliyor, kendi kabuğunuzu kırıp çıkıyorsunuz. Renkleri, fikirleri, biçimleri yeniden yorumluyorsunuz. (en çok sevdiğiniz mavi renk t-shirt ün yerini bir başkası alabiliyor.)

GB: Lisans eğitimi şu anda aldığın gibi mi yürütülmeli yoksa alternatif olabilecek önerilerin var mı?

BA: Eğer 4 yıl içinde mimar yetiştirilmek isteniyorsa bu süre yetersiz. Mimarlığın bir çok boyutu bulunmakta. Sanatsal, toplumsal estetik… Bu süre içinde bir veya bir kaçının eğitimini öğrenciye tam olarak verebiliyorsunuz. Bunun yanında mezun olan öğrence yeteri kadar meslek pratiği edinemiyor.

İleride meslek yaşamında meslek ettiğinden ödün verme ihtimalin doğarsa; böyle bir durum karşısında nasıl davranacağını düşünüyorsun? Mimarlık yaşantımızı bir çok yönden etkilediği için verdiğimiz kararlar sadece mimari değil aynı zamanda kişisel kararlarımız olduğu için böyle bir durumda ödün veremem.

GB: Mimarlık senin hayatında nasıl bir rol oynuyor?

BA: Filmdeki yönetmen diyebilirim. Mimarlık eğitimi sırasında yürümeyi yeniden öğreniyorsunuz. Belli bir süreyi yerde emekledikten sonra elinizden biri tutup ilk adımları atmaya başlıyorsunuz. Ara sıra düşüp yuvarlandığınız da oluyor. Ama sabırla tekrar deniyorsunuz. Ta ki, tek başınıza ilk adımları atana kadar. Şu ana kadar almış olduğum eğitim bana yürümesini öğretti. Bir hedef belirleyip koşma sırası geldi.

GB: Seninle birlikte lisans eğitim alan arkadaşların için de senin için taşıdığı önemi taşıdığını düşünüyor musun? Senin için değil; senin bakışınla mimarlık eğitimi diğerleri için ne kadar başarılı oluyor?

BA: Mimarlık eğitimi diğer eğitimlerden çok farklı. Sınavdan sınava değil bizim eğitimimiz. Çok fedakarlık isteyen bir eğitim süreci. Bu zorluğu mimarlığı önemsemeyen biri kaldıramaz. Arkadaşlarımın çoğu bunun bilincinde. Mimarlık eğitiminde başarılı olabilmek öğrencinin elindedir. Bize sadece yol gösterilir, o yolda yürüyerek mi yoksa koşarak mı gideceğimize biz karar veririz. Aynı zamanda eğitimin verildiği ortamda önemlidir. Olması gereken eğitim ortamı sağlanamıyorsa istenen eğitimin verildiğinden söz edilemez.

GB: Bir tasarımcı olarak, lisans eğitimi sana hiç bir şey kaybettirdi mi? Esnekliği, özgür fikirleri, renkleri, formları, yeniliğe açık olmayı? Anaokulundaki bir çocuğun eline verdiğin kalemle hayalini kağıda yansıtmasındaki özgürlüğe sahip misin, yoksa sana eğitimde sunulanlar bilginin ötesine geçip şartlanmaları ve sabit fikirleri doğuruyor mu?

BA: Kazandırdıkları kaybettirdiklerini düşündürmeyecek kadar çok. O özgürlük, biraz hayal, biraz uçukluk kaybolmadı. Bunlar beni ben yapanlar. Eğitimde gördüğüm iki gerçeklik var biri düşsel gerçeklik diğeri ise maddesel gerçeklik. ikisinin arası benim çizgimi belirliyor. Projeler ilerledikçe o fikirler kaybolmuyor sadece evdeki eskizlerin arasında kalıyor. Hocalara daha çok uygulanabilir olanları gösteriliyor.

GB: Yaşadığın kente ve çevrene karşı eskisinden daha mı duyarlısın? Eğer bir şeyler değiştiyse bunu sadece fikirlerinde mi barındırıyorsun yoksa gerçek yaşama geçirmek için bir şeyler yaptın mı?

BA: Evet kesinlikle. Her ne kadar taştan betondan da olsalar bakıp geçmiyorsun eskisi gibi. Saygı duyuyorsun. Kimi zaman eleştiriyorsun. Ama yaptığının bilincindesin. Daha kısa olsa da çimlerin üzerinden yürümüyorsun yan yana konulmuş taştan yolda yürümek için.

GB: Mimarlık senin için ne ifade ediyor? Mimarlık eğitimi sonlandırılmayı bekleyen bir süreç ve alınması gereken bir belge mi yoksa (akademik bir eğitimin haricinde soruyorum…) bu eğitimin meslek yaşantında devam edeceğine gerçekten inanıyor musun?

BA: Şu anda mimarlık benim için bir mesleğin ötesinde. Benim yaşantım vizyonum. Bu yüzden hayatın her anında her alanda bir adım önde olmalıyız. Birkaç kalem ama çokça eskiz. Bilgi, hayal ve mimarlık…

Arzu Gülmez & Elif Akün

1997 yılında Adana’da doğdular. Her ikisi de Adana’da Emine Sapmaz İlköğretim Okulu 4. sınıf öğrencisi.

GB: Mimar ne demek?

Elif Akün: Mimar, apartman çiziminde kullanılan şeydir.

GB: Peki apartmandan başka bina yok mu?

Arzu Gülmez: Bina… Yani evleri yapan.

GB: Yaşadığınız yeri, çevrenizdekileri seviyor musunuz? Çevre deyince ne anlıyorsunuz?

AG: Bir alan anlıyorum.

EA: Kirlilik. Atıklar, sonra… Temizlik geliyor. Havanın temizliği, güzelliği. Bir de ben bir şey fark ettim Türkiye’de… Burada daha çok araba var. Onların dumanları çıktığı için, hava kirli oluyor. Ömrün de biraz daha azalıyor. Bulgaristan’a gitmiştim. Orada anneannemlerin evinin önünden bu kadar araba geçmiyordu mesela.

GB: Etrafınızda farklı şeyler ister miydiniz? Çevrenizde neler görmek isterdiniz?

AG: Ben temiz olmasını isterdim. Bir de park olmasını isterdim.

EA: Ben de park olmasını isterdim. Daha çok… Ama sihirli parklar olmasın isterdim. Oyuncakları değişsin filan isterdim kendiliğinden.

AG: Yok ben parkların sihirli olmasını istemezdim. Kendim uğraşıp yapmak isterdim oyuncakları.

GB: Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.

EA: Efendim?..

AG: Yok, biz daha çok teşekkür ediyoruz.

Etiketler

Bir yanıt yazın