Foster&Partners’tan Özgür Olmak için Ayrıldım!

Londra'da Gherkin tartışmaları henüz sürerken, Foster&Partners'tan ayrılan ve Make Architects'i kuran dünyaca ünlü mimar Ken Shuttleworth ile İstanbul'da sürdürülebilirlik ve prestij mimarlığı üzerine konuştuk.

Derya Gürsel: Bundan 22 yıl önce İstanbul’a gelmiştiniz. İstanbul’u nasıl buldunuz? Gözlemlediğiniz farklar neler oldu?

Ken Shuttleworth: Çok farklı. Tamamen değişmiş. Benim için büyük bir sürpriz oldu. Muhteşem bir değişim bu. Özellikle ulaşım, modern yapılar ve metro çok gelişmiş bu süreçte. Yeni ulaşım sistemi ile ana caddelerdeki ulaşım sorununu çözmüşsünüz.

DG: Yani İstanbul’da trafik sorununun çözüldüğünü mü gördünüz?

KS: Hayır tabii ki hala korkunç. Ama bazı iyi çözümlerde üretilmiş. Mesela toplu taşıma yolunu ayırmışsınız. Ne yeni otoyollar yapıp karayolunu yükseltmemiş ne de yerin altını kazıp boşa masrafa girmemişsiniz. Böylece doğanın karakterinide bozmamış olmuşsunuz. Mantıklı bir çözüm bence, işliyor. Ama tabii İstanbul’un hala çözmesi gereken büyük bir trafik sorunu var. Mesela bir de biz çocuklu yayalar için karşıdan karşıya geçmek, bariyerlerin arasındaki yolları keşfetmek gerçekten zor… Ama yine de büyük bir gelişim var bu inkar edilemez. 20 yıl önce geldiğimde çok daha fakir, daha tükenmiş bir şehirle karşılaşmıştım.

DG: Sizi etkileyen bir yapı oldu mu? Dikkatinizi çeken..?

KS: Bence eski binalar en etkileyici olanlar. Karakterlerinin korunmuş olması çok güzel. Çünkü İstanbul gibi tarihi çok eski olan şehirlerde korumaya değer vermiyorlar.

DG: Tarihi Yarımada’da sizce bu binalar yeterince korunabilmiş mi? Çevresindeki yeni binalar ve düzenlemeler karakterlerine uygun mu? Çünkü Türkiye’de çok güncel tartışmalar var özellikle silüet üzerine…

KS: Silüeti bozan bir yapı kesinlikle farketmedim. Yükseklik dengelerinde hiç bir şey gözüme çarpmadı. Belki de büyülenmişimdir. (Gülüyor). En önemli anıtların genel yerleri ve çevrelerinin iyi kurgulandığını düşünüyorum. Biz de aynı tartışmaları yapıyoruz Londra’da. Anıtlar ve silüet. Herkesin belli kaygılarını göz etmek öncellikli hedefimiz. Çünkü bazen sınırlar aşılıyor ve tarihsel kimliği yansıtacak alanların yanından tamamen zıttı kentsel alanlar yeşerebiliyor. Tabii İstanbul’da da muhteşem binaların korumadığı için çökmeye başladığı görmek üzücü. Böylesine manzaraya sahip olan bir bölge her hangi başka bir şehirde, o şehrin en değerli yeri olur muhtemelen. Ama henüz burada değeri anlaşılmış gözükmüyor.

DG: Peki o zaman sizce en önemli sorun nerede?

KS: Bence en önemli sorun tüm diğer gelişen şehirlerde olduğu gibi, atık toplama ve geri dönüşüm yönetimi. Yani sokaktaki birkaç yerde duran konteynerleri akşam adamlar gelip elleriyle topluyorlar. Belki dünyanın her yerinde böyle ama çözülmesi gereken bir sorun bu. Bizde aynı sorunlara sahibiz. Ayrıca şehrin nüfusu arttıkça atıkların toplanma alanları ile ilgili yaşadığınız sorunlar ve çevreye verdiğimiz zarar da artacak. Dolayısıyla bence yatırımların ekolojik sürdürülebilirlik ve ulaşım alanlarına yapılması kentin geleceği için önemli gözüküyor. Biliyorsunuz bir de karbon salımı sorunu var tabii. Mesela Richmond Otel’in terası, manzarası gerçekten harika, mükemmel bir manzara eşliğinde akşam yemeğinizi yiyebiliyorsunuz. Ama tamamen cam. Düşünebiliyor musunuz? Ne bu dokuya uygun, ne de nefes alabiliyorsunuz. Yeni modern mimari akım, cam kullanmayı o kadar seviyor ki son 50 yıldır herkes her binayı cam kaplıyor. Bu değişmeli! Londrada cam cepheli binalar yaptık, illa geçirgen olsun diye olmaması gereken yerlerde bile.

DG: O zaman söyleşide o bölüme gelelim. Make’in, Foster&Partners’dan farkıda bu değil mi? Sürdürülebilirlik ve ekoloji kavramlarına yaklaşımlarınız.

KS: Kesinlikle. Yani bizim gündemimizde bu kavramlar çok daha önde yer alıyor. Yapay çevreyi biz mimarlar şekillendiriyorsak, dünyaya karşı sorumluluğumuz var. Bunları göz ardı etmek bence mümkün değil. Mesela Londra’da şimdi %0 karbon salımı olduğu söyleniyor fakat önümüzdeki 20 yıl içerisinde bunun artışının önüne kimse geçemeyebilir. Buzdolaplarının üzerinde enerji kullanımı sınıfları yazar A, B, C,  D diye… Aslında kimse C, D sınıfını almaz, bu modellerde üretilmez zaten. Binalarda böyle aslında. Böyle olmalı. Karbon salınımını arttıracak, çevreye zarar verecek binalar yapılmamalı. Bu bir üstünlük değil, şart olmalı. Make’de bunu yapıyoruz. Olabildiğince zorluyoruz, olabildiğince önceliğimizi “yeşil binalar” yapmaya çalışıyoruz.

DG: Bir söyleşinizde, “bu binayı nasıl dünyaya koyduk” demişsiniz. Geliştirdiğiniz daha çevreci bakış açınızla, Foster&Partners’ta yaptığınız tasarımları sorguluyor musunuz? Arkasında durmakta zorlanıyor musunuz?

KS: Tasarımcı, gününde yapabileceği en iyi tasarımı yapıyor her zaman. O zaman sahip olduğunuz bilgi birikiminin elverdiği ve çoğu zaman günün trendleri ile binalar tasarlıyorsunuz. Ama gün geçtikçe gündem değişiyor ve sizinde tabii ki öncelikleriniz farklılaşmaya başlıyor. Ama bence mükemmel olanda bu: Tasarımcının değişmesi ve kendini sorgulaması. Ben ne yaptım demesi ve her gün kendini biraz daha geliştirmesi. 10 yıl önce yaptığımla bugün yaptığım aynı olsa üzülürdüm. 10 yılda bir tek ben değil her şey değişiyor.

DG: Zaten 10 yıl önce ülke gündeminde bu denli tasarruf ve ekoloji yoktu muhtemelen…

KS: Kesinlikle. Bu kadar bilgimizde yoktu. Enerji zaten ucuzdu dert değildi. Şimdi geri dönüşüm, binada enerji kullanımı vb. birçok konuda bilgi oldukça ileri düzeyde. Bunların dışında klasik yöntemlerde mevcut. Tamamen çelik strüktür, cam cepheleri olan, fakat açılmayan, tamamen suni havalandırması olan binalarda var. Bu zaten 80’lerden 90’lardan sonra gelişmiş bir trend. Yani aslında Londra’da soğutmaya pek ihtiyacınız yok zaten sürekli yağmurlu ve soğuk ama camı bile açılmayan binalar yapıyorsunuz. Tabii ki bazen buna ihtiyaç duyuluyor fakat dünyanın herhangi bir yerinde kapalı bir kutu inşa etmeyi doğru bulmuyorum. Havayı aşağıdan yukarı çıkarmak garip geliyor. Yani sonuç olarak soru yaptıklarımın arkasında durup duramadığım değildi, o zaman bildiklerimle şimdi bildiklerimin arasındaki fark bence. Eskiden yaptığım binaların aynısını şimdi yapmam.

DG: Peki Gherkin bu önemli tartışmaların odağında olan projelerinizden biriydi. Bu proje sürecinin, sizin Foster&Partners ile ilişkinizi kesmenizde rolü oldu mu?

KS: Aslında paralel bir süreçti fakat sebebi değil. Kendi ofisim olsun istedim. Temel sebep buydu. Çok basit. Başka türlü bu kadar şey paylaştığım bir çalışma ortamından ayrılmam zordu. Çalışmaya başladığımda henüz 30 yaşımdaydım ve beraber mükemmel binalar yaptık. Fakat öyle bir an geldi ki değişiklik zamanı geldiğini anladım. Foster&Partners’tan özgür olmak için ayrıldım.

DG: Özgür olmak istedim diyorsunuz fakat “Foster&Parters”ın yaptığı çoğu tasarımda sizin imzanız vardı. Yani özgürlüğünüz ne derece kısıtlanabilir ki? Kendi ofisiniz olmasının farkı ne oldu sizin için?

KS: Biz dünyaya çok yayılmış bir ofis değiliz mesela. Her şehirde değiliz. Pekin’de bir ofisimiz daha var sadece, ana ofis Londra. Fakat asıl fark çok hızlı kararlar alabilmek oldu. İşler çok hızlı ilerliyor artık. Ofisimiz çok hızlı proje üretebilen bir yapıya sahip. Ayrıca çok yenilikçi. Yani Foster&Partners’ta biraz sabit bir yapı var diyebilirim. Biz gündemi çok sıkı takip eden bir ekibiz. Olabilidiğince gündemi yakalamaya ve kendimizi ona uygun ilerlemeye zorluyoruz.

DG: Şirket isminde sizin isminizin kullanılmaması da belirgin bir fark sanırım. Neden tercih etmediniz?

KS: Öyle bir insan değilim sanırım. İsmimle bir yerlere gelmeyi tercih etmem. Ayrıca bence bir şirkette çalışanların o şirketi benimseyebilmeleri için bir şahsın isminden ziyade daha evrensel ya da farklı konsept bir isim altında buluşmaları gerekiyor. Bu farklı bir motivasyon sağlıyor. Ayrıca ben ölürsem Make markasını kaybetmiş olacak. Yani bir nevi imaj gücünü kaybedecek. Güçlü bir kurumsal kimlik yaratmanın, ismimi kullanmakla ilişkisi olduğunu düşünmüyorum. Haklısın yani çoğu mimar bunu tercih ediyor fakat örneğin Steve Jobs emekli olduğunda Apple bitmeyecek, tüm bunları gözlemlediğinizde kişisel bir isimle alakası olmadığını, markanın sürekliliği için fazlasının gerektiğini anlayabiliyorsunuz. Bir de ben insanların benim için çalıştıkları fikrinin benimsemelerini istemiyorum. Biz bir ekibiz. Hepimiz birbirimiz ve dünya için çalışıyoruz diyorum.

DG: Peki çalışanlarınızın farkı ne? Onları seçerken nelere dikkat ediyorsunuz?

KS: Tüm görüşmeleri bizzat ben yaparım ki 100’ü aşkın bir çalışan ekibmiz var. Benim için öncelik mimarlık tutkusunu görebilmem. İnsana değer verdiğini ve çevreye duyarlılığını görmem. Aileye uyum sağlayacak mı sanırım bunlar yeterli. Çok yetenekli insan var. Onları sadece bu özellikleri ile eliyorum. Yaptığı işten keyif alan, Make’ın bünyesinde bulunmaktan mutluluk duyan birileri olmalı.

DG: Bir keresinde, daha fazla çılgın şekilli eğri büğrü binalar yapmak yok demiştiniz. Bundan sonraki projelerinizde tarzınız değişiyor mu?

KS: Kriz olmadan önce dünyanın her yerinde inşaat şirketleri ve mimarlar uçuk kaçık projelere yapıyorlardı. Londra’da da öyle. (önündeki eğri büğrü detaylı satranç taşını gösteriyor) Bunu alın bir bina yapın alın size modern bir yapı. Hatta alın bunu ters çevirin alın size ikonik bir yapı. Şimdi ise kriz döneminde herkes en az maliyetle en iyi binayı yapmak istiyor bu sebeple bence binalar çok çok daha basitleşecek. Bence öyle de olmalı. Eskiden öyleydi ve şimdi tekrar geri dönücek. Mimarinin saflığındaki güzelliği tekrar keşfedeceğimize inanıyorum. Basit formların döneceğini düşünüyorum. Çünkü belli bir gelişimin ardından bir döngüye giriyorsunuz. Demek isteğimi anlatabiliyor muyum? Sonunu göremediğiniz bir komplex kavramsallıktansa basitlik. Mesela Çin gibi geleceğini öngöremediğimiz ülkelerde herkes çalışmak için can atıyor çünkü o ülke için bu tür yapılaşma henüz yeni. İlerlemenizin aşamaları henüz öngörülebiliyor.

DG: Sizce de bu tür ikonik binalar şehir içinde bir obje olarak kalmıyor mu? Yaptığınız tasarımların kentin bir parçası, kentin bir organı olarak olması kaygısını taşıyor musunuz? Çünkü Gherkin gibi binalar aslında tamamen bir obje. Sanki Londra’yı boşverin ben burdayım diyor. Kendini soyutluyor…

KS: Kesinlikle katılıyorum. Ama burada bazen bir bina yapılırken tek söz sahibinin mimar olmadığını hatırlamak gerekiyor. Müşterinin, inşaat sahibinin de sizden ne istediğininde önemi oluyor. Yani kamusal alan tasarlamak bir nebze fakat iş özel sektöre gökdelen tasarlamak olunca müşterinizin isteklerini de göz ardı edemezsiniz ki muhtemelen o da kendini önemli gösterecek bir bina isteyecektir. Bence önemli olan yerine uygun bina yapmak. Yani Londra’da yaptığınız binayı Çin’de yapmamak. Bunun içinde gerekli olan o kültürü iyi bilmek, belki içinden gelmek. Çin’de ofisimiz olduğu ve yerel kültürünü bilen çalışanlarımız olduğu için başarılıyız. İşte belki İstanbul’da henüz çalışmıyoruz çünkü henüz yeterince bir bilgimiz ve ekibimiz yok. Çünkü yerel kültürü bilmek bence mimari yapının şekillenmesi için bence çok önemli. Bizim öyle her yere koyabileceğimiz, “fiks” binalarımız yok.

DG: 2012 Londra Olimpiyat Oyunları içi hentbol sahasını siz tasarladınız. Genel olarak yapılar hakkında ne düşünüyorsunuz?

KS: Biz çok basit, saf bir kutu tasarladık. Ayrıca farklı fonksiyonlar için değiştirilebilecek işlevsel bir bina. Karbon salımı en alt seviyede tutacak bir cepheye sahip. Ayrıca, kameraların ekstra ışığa gerek duymaması için, tavandan gün ışığını kullamak üzere tasarımlar yapıldı. Çok hızlı gerçekleşmiş olması da güzeldi yani aslına bakarsanız tüm olimpiyat köyünün bu kadar hızlı bitmiş olması harika bir şey. Tam bütçeyle tam zamanında. Tabii başka büyük projelerde vardı. Örneğin Zaha Hadid’ın binası. Bilemiyorum. Her zamanki gibi çok büyük, çok gösterişli, bence çok abartılı. Ümidim o kanatlar çıkınca daha iyi duracağı yönünde. Fakat benim en beğendiğim bina Velodrome oldu. Dış cephesinde, yakalanan açıya kadar. Binanın motorların yolunu takip eden akıcı formu, mükemmel. Olimpiyatlar için gerçekten heyecanlıyım şimdiden biletlerimi aldım bile.

DG: Son olarak, Türkiye’de çalışmayı düşünüyor musunuz?

KS: Evet çok istiyorum. Özellikle yeşil gündemimizi, sürdürülebilir mimarlığı burada güncel bir konu olarak ele alabiliriz diye düşünüyorum. Türkiyenin bu hızlı gelişim sürecinde buna ihtiyacı var bence.

DG: Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

KS: Benim için zevkti ben teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın