Fener Yapılar: Trafolar

Semah Akdoğan, Haldun Aşçıkoca ile trafo tasarımı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi...

Semah Akdoğan: Trafoların kente katılmasına dair bir öneri fikri nasıl gelişti? Tasarım kriterlerinizden bize biraz bahsedebilir misiniz?

Haldun Aşçıkoca: Osmangazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nde bir ders kapsamında kent içindeki bir takım konstrüksiyonların, yapıların (trafolar, elektrik direkleri); yani orada kenarda duran hayatın dışındaki yapıların tekrar gündelik hayata katılması üzerine öğrencilerle birlikte bir atölye çalışması yapmıştık. Kökeni oraya dayanıyor. O sıralar Eskişehir Tepebaşı Belediyesi’nin o zamanki yönetimi şimdi İstanbul’da yapılanlara benzer bir takım çalışmalar yaptı. Eskişehir Tepebaşı Belediyesi’nin şimdiki yönetimine bu çalışmamızı alternatif bir öneri olarak sunduk. Onlar da bizden bir tane uygulama istediler. Ve biz de bu çalışmayı yaptık. Onun devamında da bir dizi önerimiz daha oldu. Yavaş yavaş onları da gerçekleştireceğiz umarım. Yani işin süreci bu. İçerik olarak da şöyle bir şey var: Hakikaten trafo binaları içine doğru yani kendi programlarına doğru şehrin gündelik hayatına katılamıyor, görüntü edinemiyorlar. Fakat birer ur gibi, bir varlık olarak da kentin gündelik hayatında duruyorlar. Bunların bir problem olduğu çok açık. Hani yapılan görgülü ya da görgüsüz çalışmalar en azından bu problemi saptıyor.

Bu çalışmamıza “fener yapılar”, laternalar dedik. Gündüz görüntüleri içinde biçimleriyle var oluyorlardı gece görüntülerinde ise bünyelerinde taşıdıkları ışık ile var oluyorlardı. Yani kendi bünyelerinde olan ışıkları yansıtıyorlardı. Tepebaşı Belediyesi bu içeriği olumlu karşıladı.

SA: Uygulamadaki aydınlatma yeni bir uygulama mı? Yoksa kendi bünyesindeki ışığın yansıması? Biraz açıklayabilir misiniz?

HA: Fotoğraflarda da görülebileceği gibi mevcut beyaz kısımlar var. Onların içinde bir takım boşluklar var. Yani o kırmızı olanlar dolu gövdeler, beyazların içinde yer yer boşluklar var. Onların her birinin içinde minik spotlar var. Geceleri birer ışık haznesi gibi ışıyorlar. Bu şekilde bir uygulama çalışmanın içeriğinde var.

SA: Birçok tartışmaya yol açan İstanbul’daki uygulamalar ve Türkiye’nin birçok şehrindeki diğer trafo uygulamaları hakkındaki düşünceleriniz neler?

HA: Görünen şu ki, trafolar bir problem, daha önce söylediğim gibi yani kendi programlarından kalkarak hayata katılamıyorlar. Dolayısıyla bir aktarımsız “cephe” oluşturuyorlar. Bu cepheye verdiğiniz cevap çok önemli. Bizim bu çalışmayı size göndermemizin nedeni, o tartışmaları bir miktar izledim. Yanlış bir eksene yani siyasi bir eksene oturuyor. O, bizim mimarlar olarak bazı problemlere doğru cevap verme eksikliğimizi yani bu saptamayı yapmamızı örtüyor. Dolayısıyla ya AKP’ye atıyoruz ya da bir görgüsüzlük abidesi olarak sunuyoruz. Oysa bu mimarlara ait bir sorumluluk. Kentin her noktasında beliren sorulara ya da sorunlara cevap verme kabiliyetini Türk Mimarlığı geliştirebilmeli. Bunun hesaplaşmasını kendi içimize doğru yapmamız gerekiyor. Bu hesaplaşmayı kendi dışımızdaki odaklara attığımızda biz mimarlığın, kendimizin sorunlarıyla yüzleşme imkanını, olanağını yitiriyoruz. Acaba buna katkımız olabilir mi diye çalışmalarımızı kamuoyuna sunuyoruz.

SA: Gerek İstanbul’daki çalışmalara ve de sizin çalışmanıza da baktığımızda bu uygulamalarda plastik etki mi yoksa işlevsellik mi sizce ön plana çıkıyor?

HA: Okuldaki çalışmalarda, bu “illa giydirme mi olmalı” diye. Orada öğrencilerin verdiği bazı cevaplar vardı bu probleme. Çok programatik olabilecek yapılar da üretiyorlardı. Açılıp kapanan sahaf tezgahları ya da standları filan gibi şeyler haline getirmeye çalışanlar vardı yani cepheyi sıyırıp, soyup… Tabi orada daha özgür bir ortamdaydık. Bu türden programatik cevaplar verenler de olmuştu.

Çok bir işlev üretemiyorsunuz trafolardan. Yani bildik anlamda trafo cephesinden bir program ve işlev üretemiyorsunuz. Dolayısıyla hakikaten ona cevap vermekte de zorlanıyorsunuz. Onu çok sathi bir boyama, bezeme ve hani kendi kültürümüzü bir daha aktarma-yüceltme gibi şeylere bürünüyoruz. Oysa bizim yapmaya çalıştığımız şey buna bir hikaye yazmak. Trafo yapılarından, bu dilsiz yapılardan, kentin içine serpiştirilmiş bu yapılardan mikro anıtsal totemik şeyler üretebilmekti. Bu mikro anıtsal şeyler yani gündelik hayatın içine katılabilecek kadar anıtsallığı içeren şeyler. Örneğin biz burada Türk sinemasının yardımcı oyuncularına daha sessiz oyuncularına tek tek adanmış şeyler olarak belediyeye sunmuştuk o zaman. Bir tek işlevi bu olabilir diye yani bunun üzerine kentin daha hafızasına yönelik metinler yazılıp o yönde biçimler geliştirmeye çalıştık. Öbür türlüsü daha totaliter imgeler üretmeye doğru gidiyor. Türk Mimarlığı, ya da Türk Yapı Sanatı’nın çeşitli ürünleri gibi. Biz trafoları geçmişe dönük, hafızaya dönük şeyler değil, daha doğrusu total hafızaya dönük şeyler değil, sinema gibi kişisel olarak tüketilebildiğimiz ortak hafızamıza dönük işaretler haline getirmeye çalıştık.

SA: Sizce varolan birşeyin üstüne giydirme mi yoksa hepten tümüyle bir tasarım olarak mı ele alınması gerekiyor trafolar? Şu anda sizin güncel uygulamanız da daha çok cephe çalışmasına yönelik.

HA: Evet, bunu kesin ve genel bir yargıya dönüştüremem ama pratik bir çok problem var. Tümüyle bir tasarım olarak ele almayı tercih ederiz ama o binaları yıkmanıza ve yıkıp yeniden yapmanıza izin vermiyorlar. Yaptığınızda da bünyesinde boşluklar oluşturmanıza izin vermiyorlar. Dolayısıyla pratik bazı nedenlerden buna bir tür “giydirme” yapmanız gerekiyor. Fakat bu giydirmenin türü sathi mi olacak yoksa bir alan derinliğinde mi olacak, yeni bir konstrüksiyon mu olacak bu yapan kişinin mesleki kaygılarına bağlı birşey diye düşünüyorum. Kaldı ki öbür çalışmalarda mesleki bir çok kaygı olduğunu düşünmüyorum. Çok politik, sosyopolitik kaygılar var. Evet biz bir giydirme yaptık. Fakat bundan ahlaki bir sonuç çıkacağını ben düşünmüyorum. Onu algılayamıyorum doğrusu.

SA: Çirkinin de kendi içinde bir estetiği var diye düşünüyorum. O binaları bir giydirme çabası ile bir kılıf giydirmeye, örtmeye doğru, çirkini olmayan bir şekilde güzelleştirme çabasını gereksiz buluyorum açıkçası. Sizin bu konudaki düşünceniz ne?

HA: Çirkin sözcüğünü çok tercih etmiyorum. Hakikaten de çirkin bir yapı olarak görmüyorum. Sadece şöyle birşey vardı. Bunlar bir bina büyüklüğünde yapılar olarak duruyorlardı. Ama gündelik hayatta biz yanından ötesinden berisinden geçiyoruz. O “orada olan” olarak duruyor, Murathan Mungan’ın “kasiyer kızı” gibi hikayede. Bizde mesela bir sokak alt kültürleri olmadığı için, başka alt kültürler tarafından grafittilerle vb… gibi çalışmalarla doldurulabilirdi. Öyle bir şekilde de dolmuyor. Öyle gözüküyor ki gerçekten de bir rahatsızlık demeyeyim ama orada öylece durmaları, çirkin olarak nitelendirmedik ama bir olanak olarak değerlendirmeye çalıştık sadece. Orada var olan bir nesne var, büyük bir nesne var. Programı gereği bize birşey söylemiyor. Yani içinde de çok güçlü elektrik gibi yapılar var bizim dokunamadığımız. Ve bundan biz gerçekten ölçeği abartılmamış bir anıtsallık çıkartılabilir mi diye düşündük. Yoksa biz trafo eleştirisinden, varolan bina eleştirisinden yola çıkmadık. Tam tersi onu bir olanak olarak gördük. Çirkin olarak, yani evet öyle kalabilir. Öyle kaldığında ise onların bakımları yapılmıyordu, sürekli dökülmeye maruz kalıyordu. Gündelik hayatta temas edemediğimiz için içten içe çürüyen yapılar bunlar. Biz bunun önüne geçtik anlamında söylemiyorum ama bunun içten içe çürümesi bile dokunamamamızdan kaynaklanıyor. Her anlamda ona dokunamamamızdan kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Bir görüntü olarak bize bir şeyler söylüyor sürekli. Yoksa asla hiçbir aşamada bu çirkinlik olarak gelmedi. O söylediğinize de kendi içinde katılıyorum o anlamda. Yani çirkinlikse çirkinlik. Ama mesela bir alt kültür bunu alıp çok da kendi biçimlerini yansıtma aracı haline getirilebilir bir şekilde, bildiğimiz estetik kaygıları taşımadan bezeyebilirdi. O alandan yeni bir içerik kazandırabilirdi ama bize ait böyle bir şey de yok. Yani biz böyle görüyoruz.

SA: Atölye çalışmasıyla beraber giden bu çalışmanız aslında biraz önce de bahsettiğiniz gibi sinema ya da benzeri sosyal içerikli başka işlevlerin ya da reklam billboard amaçlı işlevlerin verilmesine yönelik bir çalışmanın alt tabanı gibi. Şu anda siz sadece o statik yapıya dokunamadığınız, değişiklikler tam anlamıyla yapılamadığı için böyle bir çalışma yaptınız gibi ortaya çıkıyor.

HA: Evet.

SA: Daha genel anlamda, kentsel ölçekte ne gibi başka müdahaleler olması gerekiyor? Bu sizin uygulamanızın dışında başka görüşünüz var mı?

HA: Şöyle bir şey düşünüyorum doğrusu, doğru anladıysam sorunuzu, ben mimarlık alanından bakabiliyorum ancak. Bizi de kuşatan, yaptıklarımızı da eksik kılan bir gündelik hayat güçsüzlüğü olduğunu düşünüyorum bu topraklarda, bu coğrafyada ve şu anda. Bu gündelik hayat eksikliği sosyal olarak o sokakları, “sokakları”, yani bütün artık alanları yaşantısal olarak doygun bir şekilde dolduramadığı gibi aynı zamanda da bir bize çok olgun ve yönlendirici sorunlar yaratamıyor. Bir de zaten o insanlardan birisi olduğumuz için mimar olarak çok soğukkanlı ve doğrudan problemler yaratıp cevaplar veremiyoruz. Bu sefer mimarlığın, aşkın gücüne sığınmaya çalışıyoruz. Yani tartışmalarda da bunu yapıyoruz. Oysa kendi kendimize eleştiri yapmamız gerekiyor. Hakikaten mimarlık olarak, tasarım olarak daha doğrusu sorumluluğumuzu mimarlığın gelenekselliğinin ve aşkınlığının basıncı altında değil; gündelik hayatın bir tür hizmetkarı gibi görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yani tasarımlarımızda, kendim de dahil olmak üzere bu coğrafyada yapılan hem tartışmaları hem tasarımları, hep bir mimarlık hırsıyla vesairesi ile yapmaya çalışıyoruz. Oysa hakikaten sosyal hayat bizi yönlendiremediği ve biz de o sosyal hayatın bir parçası olarak çok daha soğukkanlı bakamadığımız için hep aşkın şeylerde arıyoruz cevapları diye düşünüyorum.

SA: Örneğin İstanbul’daki uygulamalar birden o kentte yaşayanların karşısına çıkıyor ve onların şaşırmalarına neden oluyor. Belki öğrencilere yönelik yarışmalar düzenleyerek bu tür uygulamaların nasıl olacağına yönelik görüşlerin alınması sizce nasıl olur?

HA: Böyle çok sıradan ya da önemsiz şeyler için bile profesyonel ya da öğrenci yarışmaları açılması kuşkusuz çok iyi olur. Ama biraz önce belirttiğim gibi endişem var. Yarışmalar ya da öğrenci çalışmalarını, okul çalışmalarını yürüten profesyonel insanların üzerinde mimarlığın sindirilemez bir ağırlığı olduğunu düşünüyorum. Bence asıl kriz ve problem burada. Biz gündelik hayatta kentin, artık alanlarını düşündüğümüzde, oralarda tezahür eden olaylar bir kere kenti Latin Amerika gibi ya da Avrupa ülkelerinin dış mekanları gibi çok gevşek bir toplumsallık üretmiyorlar aslında bizde. Aslında problem buradan kaynaklanıyor. Bunu, bu sorunu mimarlığa aktardığımızda mimarlar hakikaten gündelik hayatta bir gevşeklik olmadığı için, çok aşırı bir şekilde mimarlığın, mimarlık aşkının baskısı içindeler. Yarışma yaptığınızda da değerlendirmeler genellikle bakın mesela normal profesyonel yarışmalara da çok rahat, kişisel bir mimarlık ortamı göremiyorsunuz. Ben göremiyorum daha doğrusu. Çok daha anonim-kuşatıcı bir mimarlık kültürü var burada. O da gündelik hayat tarafından sindirilemeyen, gevşetilemeyen bir mimarlık paradigması basıncı, vektörü altında kalmış durumda diye düşünüyorum. Yani benim aslında burada ısrarla vurgulamak istediğim şey bu tür çalışmalar, özellikle gündelik hayata bu kadar yakından temas eden, ve çok büyük içerikler oluşturmayan yapılar, bu tür çalışmalar aslında mimarlığın, bizim için nasıl anlaşıldığına dair iyi bir tartışma düzlemi olabilir diye düşünüyorum. Size göndermemizin nedeni de oydu. Yani topu taça atıp, siyasi yerlere, şu kulvara bu kulvara gönderme yapmak ya da orada düşünüldüğü gibi birinci fotoğraf bayağı da iyi olmuş gibi birinci dereceden, yüzeysel bir beğeni yerine iyi bir mimarlık tartışması yapabiliriz. Bu mimarlık tartışmasının da eksenini gündelik hayat sahnelerine dayayabiliriz diye düşünüyoruz. Yani biz en azından böyle yapmaya çalıştık.

SA: Çok teşekkür ederim. İyi günler.

HA: Ben teşekkür ederim. İyi günler.

Etiketler

Bir yanıt yazın