Bu Tür Çabalar Pek Çok Açıdan Kendisini Bir Deneyim Olarak Üretiyor

Nilüfer Kozikoğlu, Boğaçhan Dündaralp ve Aslı Kıyak İngin ile söyleşi...

Emine Merdim Yılmaz: Bu değişim programı haberi ilk geldiği zaman yaklaşımınız ne olmuştu?

Nilüfer Kozikoğlu: Ben heyecan verici bulduğumu ve en kısa zamanda kendilerine dönüş yapacağımı belirttiğim bir email attım. “Exchange” adını verdikleri bu etkinliğin üçüncü kez yapılacağını söylemişlerdi, bunun tam olarak ne olduğunu internetten araştırmaya başladık ama pek bir şey bulamadık. Bunun üzerine bir mail daha atarak, beklentilerinin ne olduğunu sorduk. Aynı zamanda bir de dosya yolladık. Yani önce içeriğin ne olacağını tam olarak anlatmalarını isteyip sonra göndermedik dosyayı çünkü fikren beni heyecanlandırmıştı. Değişim programlarına inanan bir insanım ve Londra ile İstanbul arasında bulunduğuna inandığım kültürel ve özellikle mimari etkileşim zaten var yeniden bir başka vesile ile etkileşimde olma ihtimalini iyi karşıladım ama sonradan biraz altının, içeriğinin boş olduğunu da fark etmedim değil. “Görelim bakalım” dedik ve sonra seçildiğimize dair bir duyuru geldi. Çok açık söyleyeyim, Arkitera’nın ve Garanti Galeri’nin varlığı benim için o sırada esas altını dolduran şey oldu. Hem Ömer (Kanıpak)’ın hem de Pelin (Derviş)’in olduğu buluşmalar çok güzel geçti. Türkiye’de mimari pratik nelerden faydalanır, nelerden sıkıntı çeker gibi konuları tartıştığığımız fırsatlardan beslendim. Kendi aramızda bir değişim programı gibi oldu aslında. Onu da çok güzel değerlendirdiğimizi düşünüyorum, çok memnun kaldım. Öncekilere nazaran bu programın daha verimli geçmekte olduğunu hissettiğim bir gün de oldu, 23 Kasım itibarı ile “her şeye rağmen İstanbul etkinliği şimdiden daha başarılı” cümlesi de geçmişti. Çünkü bizim hakikaten canlı, soran, soruşturan, merak eden, birbirinin gözünün içine bakan tavrımız herhalde New York’ta ve Roma’da olandan kuvvetliydi.

Yalnız seçim kriterlerini tam anlayamamıştık ki benim için hala net değil.

Boğaçhan Dündaralp: Ben burada bir takım nominasyonların yapıldığından haberdardım. the Architectural Foundation bizden talep edilen bilgiler çerçevesinde bir değerlendirme yapıp bir seçim yapacağını öğrendik. Sonra seçilmiş olduğumuza dair mail geldi. Kuşkusuz gelen haber çok heyecan vericiydi. Kişisel heyecanım uluslararası bir platformdan gelen seçilmiş olma haberinden cok ufukta görünen yeni olasılıklar dünyasının imkanlarına yönelikti. Bir süredir “küreselleşme çağında bugünün yerelliği nedir?” diye bir soru soruyorum kendi kendime. Kendi coğrafyanızda bir şeyler üretmeye çalışırken, diğer yandan sizin ürettiklerinize farklı kültürel pozisyonlardan ayna tutulması çok önemli. Ancak bunun koşulları o kadar zor oluşuyor ki… Sorduğunuz sorulara durduğunuz noktadan ürettiğiniz yanıtların tek boyutlu kaldığı düşünülürse; bu tür uluslararası etkileşim ortamının size ayna tutma fırsatı sunması çok önemli fırsat olarak görünüyordu. Ürettiklerimizin başka bir bağlamdan sınanmasına izin vermesini umud ederek heyecanlandığımı söyleyebilirim.

Değişim programı, üç Türk mimar, üç Londralı mimar arasındaki etkileşimi kuracak ve ortak üretimler için bir paylaşım zemini vaad ediyordu. Her ne kadar öğrencilik yıllarından beri içinde yer aldığım ortak çalışmalara benzer, aşina olduğum bir formata sahip olsa da farklı bir kültürel yapı üzerinden konunun inşa olması içerik olarak çok taze ve farklı konuları gündeme getirecekti. Bu anlamda beynimin kullanmadığım yönlerini kullanacağımı düşünmek hem bir keşif hem de çok motive ediciydi.

Çok umduğumu bulamamış gibi konuşuyor olsam da sürecin devam ediyor olması ve Londra ile iletişimde tansiyonun yüksek tempoda sürmesi, değerlendirmeyi zorlaştırıyor diye düşünüyorum.

Aslı Kıyak İngin: Pelin Tan böyle bir çağrının olabileceğini bana söylemişti. Buna rağmen Architectural Foundation’dan ilk mail geldiğinde biraz şaşırdım çünkü İstanbul’dan bir mimarlık pratiği seçilirken işin kent ve sosyal yönüyle de uğraşan biri olarak mimarlık camiası açısından bu konuların dikkate alınmaya başlaması bence önemliydi. Mimarlığın sadece teknik bir iş olmadığını ve günümüzde daha katmanlı hale gelen kent ölçeğinde mimarların da pozisyonlarını yeniden tanımlamaları gerektiğini düşünüyorum. Aslında bu tür birlikteliklere ve “değişim” fikrine çok da uzak değilim. İçinde bulunduğum çalışma ortamları yerel ve uluslararası benzer ve farklı disiplinlerin içinde olduğu değişim süreçlerini de beraberinde getiriyor. Bu sebeple programın benim için çok keyifli ve besleyici bir paylaşım olacağını düşündüm. İki kent, altı farklı pratik, kente ve mimariye bakış, bunların çakışacağı bir çalışma benim için çok heyecan vericiydi ve böylece sürece dahil oldum. Bence bizim üçümüzün seçilme sebebi deneyselliğe ve birlikte çalışmaya açık olmamız ve farklı alanlarda çalışmalar yapmamız. İlk bakışta çok farklı gibi dursak da aslında bazı ortak paydalarda buluştuğumuzu gördük.

Benim için ilginç olan başka bir konu da bize portfolyo yollamamız için bir haftalık bir süre vermişlerdi. Ben bu haftanın sonuna doğru acil doğum yapmam gerektiğini öğrendim. “Ben yarın sabah doğuma gidiyorum, size şu anda ancak soruların yanıtlarını ve özgeçmişimi gönderebilirim, portfolyoyu daha sonra yollarım” şeklinde bir mail attım ve beklediler. Yani gerçekten beni seçmeye karar vermişler herhalde. Doğumdan sonra kendimi toparlayınca ilk fırsatta da portfolyoyu gönderdim. Portfolyoyu hazırlarken klasik bir mimarlık yapmıyor olmam ve farklı alanlarda ve şekillerde çalışmam sebebi ile işlerimi nasıl aktarmam gerektiğini düşündüm. Kentle, mimariyle, tasarımla ilgili çalışmalarımı bir düzene koyup gönderdim.

EMY: Peki birbirinizin çalışmalarınızı takip ediyor muydunuz, ne kadar tanıyordunuz birbirinizi?

AKİ: Boğaçhan’la tanışıklığımız ilk TMÖB organizasyonuna, Gökçeada’ya uzanıyor. Ben bu organizasyonu yapan ekipteydim, Boğaçhan’da erken gelen katılımcı olarak bize baya destek olmuştu. Sanırım okul ortamı dışında öğrenciler tarafından düzenlenen ilk yerel etkinlikti. Ve çok farklı paylaşımların da önünü açtı. Tabii bu noktada bir yıl önce Ürgüp’te yapılan EASA toplantısını atlamamak lazım. Bize de esin kaynağı bu toplantı olmuştu. Bunun dışında Boğaçhan ile ara ara karşılaşmalarımız oldu. Bizim ProjetasarlaTR grubu ile yaptığımız tasarım sergilerinden birine ürün tasarımı ile katılmıştı. Bir de Kassel’de yapılan “Collective Creativity” sergisine katılan Oda Projesi’nin “Yerden Mekana adlı çalışması için Galata, İtalyan Geçidi’nde açtığı yarışmaya davetli olarak katılmıştık. Nilüfer’le de aslında aynı üniversiteden mezunuz, Nilüfer benim bir üst dönemimdeydi. Ortak bir çalışma içinde yer almasak da tanışıklığımız vardı.

BD: Aslı’nın söylediği Gökçeada organizasyonu dönemi benim daha mimarlığa yeni girdiğim dönemdi. O buluşma mimarlık hayatım için çok önemli bir adımdı. Sonra Aslı’nın bahsettiği ortak çalışmalar için de yer aldık ve bir şekilde takip ve karşılaşmalarımız sürdü. Beraber fiili olarak bir şey yapmıyor olsak bile ortamdaki etkileşimlerimiz ve birbirinden haberdar olma durumu sürüyordu. Nilüfer’le de şöyle oldu, ben NP12 evlerini yaparken Nilüfer Londra’dan yeni dönmüştü, şantiyede bir görüşme yaptık ve sonrasında da NP12’yi gezdirdiğimi hatırlıyorum. Yapı Merkezi’nde de karşılaşmalarımız oldu. Sonra da Yıldız Teknik Üniversitesi’nde birinci sınıf proje stüdyosunda farklı gruplarda aynı stüdyoyu paylaştık. Bir taraftan da Nilüfer İstanbul’a geldikten sonra yarışmalarda da aktifti, bir şekilde çok yüz yüze gelmesek de mimarlık ortamında onun yaptıklarını takip ediyordum.

NK: Birbirimizin farkındaydık ama zaten aynı küçük çevrenin birer parçasıyız sonuçta. Ben şuna inanıyorum, Türkiye’de bir mimarın başka bir mimarı izleme olasılığı 10 yıl önce Arkitera’nın kurulması ile başladı. Önceden küçük çevrelerde birbirlerine bakan mimarlar vardı ama şimdi o çevre genişledi, böylece biz de daha geniş ve başkalarının da bize baktığı çerçeveden birbirimizi görme şansına sahibiz. Demek istediğim şu, mimarların mimarlarla birbirini tamamlaması gibi bir durum çok da fazla yok.

AKİ: Yani bir araya gelip de beraber birşey üretme pratiği pek yok aslında. Herkes kendine ait alanda kendini gösteren birtakım çalışmalar yapıyor.

BD: Neredeyse kendi var oluşunu diğerinin yokluğu üzerine kurmak gibi bir durum var sanki.

NK: Öyleydi bence, sizin Gökçeada projesi gibi etkinliklerle yavaş yavaş kırılmaya başladı bu durum. Benim okulda veya büyüklerimden gördüğüm, herkesin birbirinin arkasından kötü şeyler söylemesiydi, her bir mimar bir başka mimar için kötü şeyler söylerdi. Büyük ihtimalle ben okurken farkında değildim ama Gökçeada etkinliği düşünen ve yetişmekte olan mimarları bir araya getirmeye başladı bence. O günden beridir de aslında etkileşim içinde olan birkaç grup var. Ben İngiltere’den döndükten sonra bunların içinde ufak ufak yer almaya başladım. Gene de bana sorarsanız mimarlar arası dayanışma hala o kadar da kuvvetli değil, birbirinden destek alma, bir konuda danışma gibi şeyler sadece ara sıra genç mimarlardan yaşlı mimarlara doğru tek yönde olabiliyor ama rahatlıkla her mimar arasında yok.

AKİ: Ben sadece mimarlar arası değil, şehir plancıları, sosyologlar, sanatçılar, yerel yönetimler gibi farklı gruplar arası etkileşimi de önemli buluyorum. Bu etkileşimin şekli ve araçları da önemli oluyor. Konferans, panel gibi etkinlikler çok yapılıyor ama katılımcılar ancak izleyici rolünde ve edilgen konumda oluyor. Karşılıklı tartışma, bir araya gelip üretme gibi daha etkin süreçlere, etkinliklere ihtiyaç var.

BD: Gökçeada’da öyle bir ortam yakalanmıştı ve o organizasyon mimarlık öğrencilerinin kendi inisiyatifleri ile yaptıkları bir şeydi. Bir kuruma veya başka bir yere bağlı değildi. Öyle bir mimarlık ortamında bana en büyük güç veren şey şuydu ki bu benim mimarlığa bakışımı da etkilemiştir, “Sen ne yapmak istiyorsan yapabilirsin ve onu yapmanın yollarını bulabilirsin.”

AKİ: Gökçeada ile başlayan TMÖB buluşmaları uzun bir süre devam etti. Biz katı ve kurallara bağlı bir yapı kurmayı redettik. Her sene o organizasyonu yapanların inisiyatifinde bu buluşmanın sürdürülmesini arzu ettik.

BD: Bir şeyin altını çizmek gerekebilir. İkinizin dediklerine katılmakla birlikte farklı bir şey de eklemek istiyorum. Bizler hem mimarlık ortamından hem de farklı alanlardan isimlerle çalışmaya çok açığız. Hatta onlarla çok daha kolay çalışabiliyoruz. Mimarlarla çalışmak aslında çok daha zor. Sanırım mimarlık ortamının kendini yenilemesi gerekiyor. Mimarların mimarlarla ne paylaştığını öğrencilik yıllarından başlayarak hep merak ettim. Yani kendimizi yetiştirmek, geliştirmek için konuşulacak, yapılacak bu kadar mesele varken, konuşulması gerekli olanları değil de belli bir mesafede durup ne gösterilmesi gerekiyorsa onu göstermeye çalışan bir mimarlık ortamı içinde olduğumuzu gördüm. Ve ben şöyle bir hissiyat içerisindeydim “yahu keşke biz de o işlerin arkasında, tasarım ve yapım süreçlerinde ne olup bittiğini öğrenseydik”, yani yaşanan deneyimlerle ilgili şeyleri öğrenip, tartışabilseydik. Çünkü yaşanan deneyimlerle ilgili bir şeyler öğrenmek kendini yetiştirmekte olan bir mimar olarak benim için onun ne kadar iyi olduğundan çok daha önemli. Bu tür etkileşimlerin önünü kapatan bir mimarlık ortamı var. Mimarlıktan çok onun etiketlerini konuşan ve tartışan bir mimarlık ortamında yalnızca mimarlarla değil disiplinler arası aktörlerle ilişkide de dil oluşturmak çok zor görünüyor. Çünkü bırakın diğer disiplinleri mimarlalar kurulan ilişkilerde bile aynı dili mi konuşuyoruz, anladığımız kavramlar aynı şeyler mi? gibi sorular ortaya çıkıyor.

AKİ: Birlikte çalışma kültürü diye bir şey var ve bu bir anda gerçekleşmiyor, ancak zaman içinde karşılıklı alışverişlerin çoğalmasıyla oluşabiliyor. Aslında bu noktada hemen şöyle bir atıfta bulunmak istiyorum. Arkitera’nın düzenlediği mimarlık festivali, çok zengin bir deneyim ve karşılaşma ortamı sunmuştu. Bir sonraki adım çok büyük bir adım oldu, bienale dönüştürülmek istendi. Keşke festival olarak devam etseydi.

EM: Bizim için de çok büyük bir adımdı. Neler yapabileceğimizi gördük. Çünkü biz o etkinliği yapmaya o sene Haziran ayında niyetlenmiştik, Ekim’de de yapmaya kalktık.

AKİ: Bu tür bir festival şunun için önemli: karşılıklı alışverişi ve paylaşımı tetikliyor, aynı etkiyi bir konferans ile elde etmek mümkün değil. Konferansta daha edilgen kalıyorsunuz ama burada karşılıklı olarak işin içine giriyorsunuz, bir parçası oluyorsunuz, daha interaktif bir süreç var.

EMY: Orada bir de şöyle bir şey vardı, etkinliği gerçekleştirdiğimiz mekanın da etkisi oldu. Oranın biraz böyle kampüs gibi bir havası oluştu. Gelenler örneğin “etkinliğe gideyim, meydanda biriyle karşılaşıp konuşayım, bir çay-kahve içeyim” gibi düşünceyle de mekanda bulunuyorlardı ve oranın bize böyle imkanlar sunması hem gelenler için hem de bizim için muhteşem bir deneyimdi.

BD: O dönemde bir de bugünkü mimarlık ortamındaki farklı kuşaklardan bütün adamların yan yana gelebildiği bir etkileşim alanı oldu. Şimdi aynı kesiti almak mümkün olmuyor çünkü hepsi farklı bir yapılanmada. O dönem örneğin Europan sergisi vardı, genç mimarlar sergisi, charette’ler aktif mimarlık yapan iki uç kuşağın sunumları… Bunlar ne kadar önemli fırsatlardı.

NK: Bu konunun üstünde uzun durmuş olduk ama aslında sonraki süreçlere çok da referans veren hususlar bence o yüzden biraz daha devam edelim. Bence bu mimarlık festivaline parmak basmamız şöyle enteresan oldu. Bu jenerasyonun içinde, kendi alt ve üst jenerasyonuyla dikeyde ve yatayda etkileşimlerden bahsettik, şimdi bir de halkla yani izleyicisiyle olan etkileşimden bahsettik ve festival gibi bir ortamın bunu hem kendisi gibi olanlarla, hem daha önceden deneyimi olanlarla veya konuyla hiç ilgisi olmayanlarla ilişki kurabilmesi için ne kadar güzel bir alan olduğunu söyledik. Şimdi iki tane önemli şey var, dedin ki interdisipliner alanda dil önemli, bir de mimarların kendi arasındaki etkileşim için de böyle festival gibi buna fırsat tanıyan olaylar.

EMY: Birbirinizin ismini duyduğunuz zaman bir tedirginlik yaşadınız mı? Bir uyum sorunu, işbirliğinde aksama olur mu diye hiç düşündünüz mü?

NK: Hayır hiç öyle bir tedirginlik olmadı. Sulukule’ye gittiğimiz zaman bir de İngilizler’in sunumunu seyrettiğimiz zaman bir tedirginlik oldu belki bende. Sulukule’nin gerçeklerini bilmeme rağmen ki aslında çok da iyi bilmiyormuşum, oradaki bazı şeyler benim için rahatsız ediciydi. O gün hep birlikte gezdiğimizde heyecanlıydım, ne şekilde karşılayacaklarını merak ediyordum.

BD: Bu belki de etkinliğin bir başarısı. Nilüfer Sulukule ile düşüncelerini bu etkileşim sayesinde değiştirdi diye düşünüyorum.

AKİ: Hayır olmadı, aksine bir merak yarattı bende. Diğer 5 pratiğin de Sulukule deneyimini kısa süreli de olsa yaşamış olmasını önemsiyorum. Tabii bu süreci uzun soluklu takip etmek,yaşamak, içinde olmak daha farklı bir etki yaratacaktır. Alana inmeyi ve gerçeklikleri orada birebir deneyimlemeyi önemli buluyorum. Bana çok şey öğretti. Bu sebeple karar alıcı birçok kurumu alana çağırarak mahalle ile bire bir karşılaşma, etkileşim ortamları yaratmaya çalıştık.

NK: Ben bu aktivizm hikayesine çok hakim olmadığım için, bilmediğim süreçler olduğu için o konuda çok yorum yapmayayım. Ama yerlerin ve komünitelerin beslendikleri üretimler olduğunu zannediyorum. O üretimler devreden çıkarsa, istediğiniz kadar aktivizmle ayakta tutmaya çalışın, onun işe yaramayacağını düşünüyorum.

AKİ: İstanbul’da bu tür dönüşüm alanları çok fazla ve giderek sayıları da artıyor. Tarlabaşı, Süleymaniye, Fener-Balat, Yalı Mahallesi benzer kaderi paylaşıyor. Sulukule mücadelesi aslında bu sürecin şeffaflaşmasını ve görünür olmasını sağladı. Bu tür davalarda sonuçlar bir anda alınmıyor ama kentte katılım pratiğini ve kültürünü de oluşturmaya başlıyor. Bu noktada mimarların da rollerini yeniden gözden geçirmeleri gerek diye düşünüyorum; dönüşüme seyirci kalan değil, içinde aktif olarak yer alıp süreçleri yer ve o yere ait topluluklar açısından destekleyen konumuna geçmeleri gerekiyor.

BD: Aslında benim bu konuya bakışımda da, konunun içeriğinden çok şöyle bir şey var: bu tür çabalar pek çok açıdan kendisini bir deneyim olarak üretiyor ve bu deneyimin ortaya çıkması orası için faydalı olmasa bile benzer durumlar için deneyimler oluşturuyor ve onları üst üste biriktirmeye başlıyorsunuz. Sonuçların başarılı ya da başarısız olması önemli değil, tüm bu süreçler kendi tarihselliklerini oluşturuyorlar ve evrimleştiriyorlar.

EMY: Değişim programına dönecek olursak, biz sadece iki etkinliği izleyebildik. Onun dışında da olan bitenden çok fazla kimsenin haberi yok. Biraz onları anlatıp birbirini tanıma ve İngiltere’ye gitme sürecinden bahsedebilir misiniz?

AKİ: Sizin izlediğiniz iki etkinlik dışında Londralı Pratikler Kasım ayında İstanbul’a geldiğinde bizlerin çalışma alanlarını kapsayan bir gezi programı da yaptık. Bu gezi süresince biraz daha yakınlaşma fırsatı oldu, ama süre kısıtlı ve program çok yoğun olduğu için ortak başlıklar altında kenti ve mimarlığı tartışabildiğimiz bir ortam pek kurulamadı. Ama tam da bu noktada Architectural Foundation’un duyurusunu yaptığı yarışma çağrısı ve bunun yarışma yerine bir değişim programı olarak yürütülmesi önerimiz bizlere yeni bir fırsat sundu. Blog ve Skype bu paylaşımın önemli ortamlarından oldu. Bu süreç ne kadar değerlendirilebildi ona ayrıca değiniriz. Şubat ayında programın ikinci ayağı olarak İstanbullu pratikler Londra’ya gitti. Ve halka açık bir ortamda sunumlarını yaptı, işlerini ve çalışma şekillerini paylaştı. Ayrıca bu ortak çalışma ve sonuçları Londra’da iken jüri ile paylaşıldı.

NK: İstanbul’a geldiklerinde ve öncesindeki yazışmalarımızda (örneğin bir blog açmıştık ve onu kullanmak için azami çaba sarf ettik) aradaki diyaloğu organize etmeye çalıştık sürekli. Karşı tarafta ise önce dağınık ve sonra yavaş yavaş konsantre olan, fakat o konsantrasyonda da hiyerarşik bir düzeni ilk günden kabul etmiş olan bir yapı gördük. Yani biz üçümüz bütünleşmiştik, karşımızda ise sıraya girmiş insanlar vardı. Anlaşmamız çok da mümkün değildi hakikaten, çünkü biz ortak yapacağımız bir şeyden bir sonuç çıksın diye ümit ediyorduk. Onlar is hiç ortak çalışma deneyimleri olmayan bir gruptu.

BD: Aslında biz onu bizim büroda yaşadık. Biz nasıl organize olduğumuzu, nasıl iş ürettiğimizi, ortak çalışmalarımızı, akademik dünyada ya da profesyonel hayattaki çalışmalarımızı anlattıktan sonra çok şaşırdılar. Farklı çalışma bağlamlarına göre farklı farklı bir gruplarla yaptığımız kollektif çalışmalar, profesyonel anlamda bir mekan paylaşma hali bunun ticari ve ekonomik olarak da etkileşimini sürdürmesi gibi konuları anlatınca, dediler ki; biz de böyle mimarların mimarlarla yaptığı benzer çalışmaları yapmak mümkün değil.

Londra’da, benim gördüğüm dışarıdan her şey o kadar tanımlı ve tarifi belli bir profesyonellik üzerinden ilerliyor ki, senin o ortamda bir yer edinmen için kendine ait bir kimliğinin oluşması gerekiyor. Bu kimliğin ortama sunumunu da çok önemli görüyorlar. Bu anlamda buraya gelen her ekibin kendilerine ait bir farklılığı var. Dolayısı ile bu tür oluşumların içinde yer alma halinin onların bu varlıklarını bir taraftan tehlikeye de atabilecek bir durum oluşturduğunu da anlıyorsun.

EMY: Evet, çok net anlaşılıyordu.

BD: Kendi farklılıklarının altını çizmeye çalışıyorlar. Zaten o yüzden de onları daha melezleştirmeye ve dağıtmaya yönelik değil, daha belirginleştirmeye yönelik ortak çalışmalara daha açık duruyorlar.

EMY: Bir de şöyle bir şey var, belki başka üç kişi seçilseydi farklı bir şey olabilirdi. Ama sizin zaten, en başta uzun uzadıya konuştuğumuz, o öğrenci buluşmalarından kazandığınız deneyim belki onu gerektiriyordu.

NK: Evet, evet çok doğru. Zaten bizi önerenlerin önermesinin altında yatan sebep de buydu belki de.

EMY: Değişim programının kapsamında bir de yarışma vardı. Önce yarışma olarak kurgulanan şey, daha sonra sizlerin de isteğiyle bir workshop çalışmasına dönüştü ve bu süreçte bazı sıkıntılar yaşandığını duyduk. Bundan da kısaca bahsedebilir misiniz?

BD: Değişim programı içinde ”exchange” temasını tamamlayan bir etkinlik olarak; Temmuz’da yapılan Mimarlık Festivali’nde, Architectural Foundation’nın bulunduğu binanın çatı katında uygulanmak üzere bir ”enstalasyon” için Londralı mimarlarla aramızda bir yarışma açtılar. Bizim ilk itirazımız; madem exchange yapıyoruz niye bizi yarıştıyorsunuz demek oldu. Sonrasında Londra ofisleri ile ortak bir çalışma yapmak üzere anlaştık. İnternet ortamında bir blog oluşturarak ve ara ara skype oturumları düzenleyerek yöntem, içerik ve yapılacak şey hakkında tartışmaya başladık. Bize tanınan sürede bir araya da gelerek bir İstanbul’da ve Londra’da wokshop ve toplantılar gerçekleştirdik. Biribirimiz ve yaklaşımlarımızı karşılıklı tanımak ve tartışmak için iyi bir fırsattı. Ancak bu ortak çalışma süreci hiç de tahmin ettiğimiz verimlilik ve etkileşimde gelişmedi. Bu yoğun ve fazla mesaili çalışma Londra’lılarla olanın aksine İstanbul’lu mimarlar olarak bizlerin kendi arasında daha verimli bir ”exchange” ve ”collaboration”a dönüştüğünü söyleyebiliriz. Gördük ki aslında biz ortak çalışma ve fikir üretme konusuna, bu fikirleri ortak bir ürüne dönüştürme konusuna daha yakın dururken; onlar ortak fikirler üzerine ortak bir tasarım yapılamayacağını savunarak ya bizi kendilerinin kabul ettiği bir tasarımın içinde birşeyler tasarlatmaya ya da bir fikri temsil eden 6 adet üretim yapmaya ikna etmeye çalıştılar. Bütçenin düşüklüğü, yasal mevzuatlar ve baştan konulan beklentiler işin içinde daha baskın bir rol kazanınca iş, ”exchange” ürününden, sipariş üzerine yapılacak bir festival işine dönüştü. Ancak bizler son değerlendirme ve jüri toplantısına kadar, bunu bir iş olarak görmekten öte üzerine pek çok şeyi tartışacağımız bir araç olarak görmeye devam ettik. Sonunda da jüri toplantısı sürecin, mimarlığın, ”exchang”in tartışıldığı değil Temmuz’a yetişecek bir işin toplantısına dönüştü. Ancak bu sürecin Temmuz ayında yapılacak festivale kadar sürecek olması, bizim açımızdan hala duruşumuzu koruyabileceğimiz bir zamana sahip olabileceğimizi gösteriyor.

AKİ: Boğaçhan gayet iyi özetledi aslında ama bir iki şey eklemem gerekirse. Bir kere farklı coğrafyalarda olmak mimarlığı ve mimarı da farklı şekillendiriyor. Bunu yakından görmüş olduk. Biz bu süreçte aslında daha çok İstanbul’lu pratikler olarak birlikte çalışmaktan keyif aldık ve birbirimizden beslendik. Biz kültürel kalıplardan, kodlardan ne kadar uzaksak, onların geçmişte üretilmiş olanla ne kadar kopamaz bir ilişki ve üretim içinde olduğunu gördük. Karşılıklı değişimi, sadece 6 pratikle sınırlı tutulan değil; binadaki kiracılar, konuklar, bienal ziyaretçileri gibi daha geniş bir kitleyle değişime ve etkileşime giren bir şey olarak görüyorum. Bir de çıkacak işin bir fuar yada expoda olduğu gibi 6 mimarın işlerinin yan yana sıralandığı bir durumdan çok etkileşime girmiş, ortak bir brief üretebilmiş daha grift bir yapıda olmasını bekliyordum. Ama gelinen noktada hep akılda olan bir iş bölümü vardı sanki, roller çoktan dağıtılmış gibiydi. Londra ziyaretimizde gezi programını iptal ederek bir oturum yaptık. Bunun sonucunda 6 pratiğin üzerinde bir kuratör olmalı sonucu çıktı, Architecture Foundation bu görevi üstlendi. David Kohn Mimarlık’a zemin ve saçak yapma işi net olarak verildi. 6 pratik de mimarlık bienali sırasında çatıda birer etkinlik düzenleyerek bu sürece katılmış olacak. Bu noktadan sonra artık 6 pratik arasında olan değişim sürecinin bittiğini ama yeni, farklı ve genişleyen bir exchange sürecinin de bu vesile ile tetiklendiğini söyleyebilirim. İstanbul’lu pratikler olarak Temmuz’da Londra Mimarlık Bienali’nde yapacağımız etkinliğin de bu yeni durumun bir parçası olmasını hedefliyoruz.

EMY: Yarışmanın konusu esasında bir çatı örtüsü tasarımı mıydı?

NK: Yarışmanın konusu bir çatı örtüsü gibiyken, çatıda bir enstalasyona dönüşmüştü. Heralde o süreç içinde o rakamlarla onu yapamayacaklarını kendileri de farketmişlerdi. Çatıda enstalasyon diye devam ederken gelinen noktada çatıda enstalasyon ama aynı zamanda yapılması gereken kaliteli bir zemin, güvenlik önlemleri gibi inşai, yapısal durumlar ortaya çıktı. Bunun da bütçenin yarısından çoğunu alacağı anlaşılınca ve 6 pratiğin tek bir fikirle gelememesinden kaynaklı bütçe bölünmesinden dolayı bunu bir etkinliğe dönüştürdüler. Mesela bir X insanı çağırıp söyleşi yapmak, işlerimizi anlatmak gibi.

AK: Çatı örtüsü gibi görünse de aslında Londra’da çatı mekanlarının kullanıma açılması gibi bir sürecin de parçası olma yolunda.

EMY: Bir de Belçika CIVA’da bir etkinlik oldu. Sanırım programda yoktu ve sonradan dahil edildi.

NK: Son dakikada bizi Belçika’da da ağırladılar. Konuşmada Boğaçhan’ı tanıyan 3 öğrenci dışında 10-15 kişilik bir grup vardı ama bizim sunumumuzdan etkilenen bir grup yerine zorla gelmiş bir grup gibiydi. Tansiyonu düşük bir sunumdu. Ama gittiğimize memnunum, çok güzel bir sergi salonları var. Sergi salonunda genç Çinli mimarların düzenlediği bir sergi vardı, onu gördüğüme seviniyorum, çok heyecan verici 1.000 m2 arşivleri vardı. Ancak etkileşimin ciddi bir parçası olarak yaşamadım.

EMY: Peki sonuç olarak bu etkinlik dışında ortak bir şeyler üretmeyi düşünüyor musunuz?

BD: Planlanmış bir durum olmamasına rağmen, karşılaştığımız durumlarla birlikte kendiliğinden gelişecebileceğini düşünüyorum.

EMY: Son olarak etkinlikle ilgili ne diyebiliriz? Bizim için iyiydi ama kötü bir organizasyon muydu, yoksa sadece iyi bir deneyim miydi?

AKİ: Bence bir deneyim kazandırdı. Ve hala devam eden bir deneyim, bitmiş değil. Bu tür bir değişim programının sadece sunum ve gezi ile sınırlı kalmaması gerektiğini düşünüyorum. Ortak üretim süreçleri denenmeye devam edilmeli. Ayrıca güncel kent ve mimarlık ortamı ile ilgili paylaşımların, görüş alışverişlerinin de bu tür programlara eklenmesi gerekir. Bir de İstanbul ölçeğinde bu tür değişim ve paylaşım ortamlarının yerel veya uluslararası ölçekte başlatılması faydalı olacaktır.

BD: Bir etkinliğe ait bir durumu anlatmaktan çok, onun içinden çıkanı ifade etmek bana daha önemli geliyor. Bu nedenle durumu iyi ya da kötü olarak değerlendirmekten öte, bizim burdaki etkileşimimizle beraber sürecin sonunda nelerin açığa çıkacağı sanırım bu soruyu daha iyi ve faydalı olarak yanıtlayacaktır. Henüz sürecin tamamlanmaması, seyir grafiğinin değişkenliği ortak üretim bağlamında kişisel deneyime göre daha deneysel bir durum oluşturmuş görünüyor. Kişisel olandan daha sonuçsuz ve ızdıraplı bir süreç gibi görünüyor. Bu nedenle sonuç beklentisiz, sürecin sonunda oluşmuş deneyim olarak sonradan okumalara açık bir durum olarak bu konuyu ele almak gerekecek. Bu aşamada soru etkinliğinin mimarlık ortamında rolü ve bizim bunu ne kadar değerlendirebildiğimiz bağlamında sorulabilirse daha açıklayıcı olabilir.

”Exchange” değişim teması altında yapılan bu çalışma, İngilizler’in çok tipik “bilgi toplama” ve kültürel “tanıma” modelini sürdürüyor gibi görünüyor. Bizdeki gibi “genç mimar” yerine “emerging architect”i kullanıyorlar. Emerging gelecek vaad eden, umut veren bağlamında kullandıkları bir kavram… Gittikleri ülkelerdeki kendilerince farklı görünen taze, genç fikir ve mimarlıkları keşfetmeye yönelik bir niyet seziliyor. Ve kendi ülkelerini temsil eden benzer kuşaklarla etkileştirerek, bir tür “merkez” olma sorumluluğu sergilemeye çalışıyorlar. Ancak bu niyetin bir çabaya dönüşmüyor olması, kendilerince karşısındakileri formüle etme konusundaki ısrarlı halleri, bunun aksi yöndeki açılım çabalarımızda fazlası ile ortamda bir gerilim yarattı. Bize bakışta bize kültürel pozisyonumuzu “oryantalist” bir tavırla figürselleştirmeye çalışmalarını da onların en büyük zaafiyeti olarak gördüm. Mimarlık, Londra’da tasarım ve sanat gibi belirgin bir rol edinememiş olmasının ağırlığını hissediyor olmalarını fazlası ile hissettiğimi söyleyebilirim. Mimarlığın bu pozisyonu üzerine kafa yorsalarda bence bu kendileri için ağır bir hesaplaşma noktası oluşturmuş. Bu etkinlikteki çaba da tasarım ve sanatın Londra’da edindiği role benzer bir rol için bir dizi etkinlikle kendi varlıklarını gündeme getirmek olduğu söylenebilir. Londra Mimarlık Festivali de mimarlığı bir şekilde gündeme getirmek için benzer etkinliklerden biri olarak bu duruma eşlik ediyor.

Onların bu seçici geçirgen, koleksiyoner halleri, kendilerince formülleştirmeleri içinden geçtiğimiz özellikle yarışma-ortak çalışma ve workshop süreçlerindeki temel didişme konumuz oldu. Londra’daki mimarlık ortamını anlamak için bir fırsat olsa da onun için de bir şeyler yapıp yapamayacağımıza ait de bir sınama alanı yaratması da ilginç bir deney alanı oldu. Sürecin sonunu merakla bekliyorum.

NK: İlk zamanlarda bize bir mail geldi ama Ömer ve Pelin’e gitmedi. Ben de o toplantıların hemen sonrasında kurumlara şunu sordum:”Sadece tanık mı olmak istiyorsunuz, yoksa tanımladığınız başka bir rol var mı?”. “Tanık olmak” cevabını aldım ve o günlerden başlayarak etkisiz eleman duygusu üzerimizdeydi. Çok açık söyleyeyim, kurgulanan şey zaten sonu planlanmış vaziyette. Çünkü gene İngiltere’nin kendi ortamının getirdiği hata yapmama ihtiyacı tam tersine hata getiriyor. Para meselesi, sorumluluk meselesi o kadar derin ki bu da fikir üretme yoğunluğuna gelebilme imkanını ortadan kaldırıyor. Örneğin jüri yapacağız, önerilerinizi gönderin diyorlar ama jüri kim belli değil. Büyük ihtimalle aynı dilde yazıp çizmeyeceğiz. Çünkü belli pratiklerin belli ortamlarda yarattığı ifade biçimleri vardır. Şunu söylemek istiyorum etkileşimde ya da yarışmanın derininde daha ilk günlerden bir çıkmaz içinde olduğumuzu hissettim. Bir malzeme göndersek de, bu nasıl anlaşılacak, değerlendirme kritiği ne, jüri raporu gelecek mi, jüri kimlerden oluşuyor hepsi belirsizdi. Ya çekip gidecektik ya da güle oynaya kendi yöntemlerimizle işin içinden baz alarak ilerleyecektik. Öyle oldu.

Etiketler

Bir yanıt yazın