Benim Bütün Derdim Batı’dakilerin Türkler’in Kıymetini Öğrenmesi

1931 yılında Kadıköy, Moda’da doğan Metin Hepgüler, oldukça genç yaşta katılmaya başladığı ve kazandığı yarışmalarla adını yurtiçinde olduğu kadar yurtdışında da başarıyla tanıtmış ünlü bir mimarımız.

İlk bürosunu henüz İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrenciyken, 1948 yılında Sirkeci’de açan Hepgüler, Konya Belediye Sarayı Yarışması sırasında tanıştığı Doğan Tekeli ve Sami Sisa’yla Site Mimarlık Bürosu’nu kurdu. 10,5 yıl süren ortaklıktan sonra, yurtdışında çalışma kararı alarak 1961 yılında İsviçre’ye giden Hepgüler, burada Prof. Salvisberg / Dr. Rohn bürosunda 20 ay dizayn şefi olarak çalıştı ve yalnız olarak 3’ünde birincilik, 2’sinde de ödül aldığı 5 yarışmayla birlikte 11 proje hazırladı. Metin Hepgüler her zaman Türk mimarlığını dünyaya tanıtmak gayesinde olduğunu dile getirdi ve bu amaçla 1968 – 69 yıllarında İsviçre’de Architects Association GmbH’ı ve 1993 yılında ITAC International Turkish Architects Corporation – USA / Delaware’i kurdu.

Mimarlık hayatı boyunca California Polytechnic – USA’den, ETH – Zürih’ten ve Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden profesör olarak ders vermesi için davet alan Hepgüler, 1981 yılında Cumhurbaşkanı Turgut Özal’dan aldığı şeref temsilcisi ünvanı ile, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Kültür Bakanı İstemihan Talay, Orman Bakanı M. Halit Dağlı, Orman Bakanı Hasan Ekinci, Bülent Eczacıbaşı, Güler Sabancı, BMW Borusan Holding, Renault ve Has Otomotiv – Mercedes yöneticileri tarafından verilen prestij sertifikaları ve tavsiye mektupları ile onurlandırıldı. 1991 yılında Suudi Arabistan, Riyadh’da yapılacak VIP Saray yarışması için aldığı daveti en büyük başarılarından biri olarak gören Mimar, bu yarışmada da birinciliği kazandı ve projeleri 1992 yılında tamamladı.

Metin Hepgüler’in 578 tamamlanmış projesi ve 8.160.000 metrekare proje uygulaması bulunuyor. Bugüne kadar 21’i uluslararası olmak üzere 58 birincilik ödülüyle, toplam 168 proje yarışmasından ödül alan Hepgüler bu sayı 170’e ulaştığında yarışmalara katılmayı bırakacağını söylüyor. Yaptığımız söyleşide, ilk soruda başarılarının sırrını sorduğumuz Metin Hepgüler, çocukluğundan günümüze kadar geçen süre içerisinde aldığı kararları, hayatına yön veren dönüm noktalarını ve unutamadığı anılarını bizimle paylaştı:

Zeynep Güney: Metin Bey, öğrenciliğinizden beri yarışmalara giriyorsunuz, dolayısıyla 170 ödülü, 58 birinciliği buluyor bu başarı. Nedir bu işin sırrı? Nasıl başladınız, nasıl karar verdiniz?

Metin Hepgüler: Ben genlerime çok inanıyorum. Dedemden, babamdan ve annemden gelen bir takım artılar bu imkanı, perspektifi veriyor. Bestekar Dede Efendi ile Hafız Yusuf Efendi’nin torunuyum. Sanatsal taraf herhalde onlardan geliyor. Yalnız sanıyorum ki en büyük etki ablamın beni yetiştirmiş olması. Eniştem, komodor* Gıyasettin Bey meşhur bir denizaltı kumandanıydı, ablam ve eniştem müthiş bir disiplin içerisinde yetiştirdiler beni.

İlk mektebe gitmek için Bomonti Polis Karakolu’nda yaşımı büyüttüler ve 6 yaşıma girdiğimde ablamla eniştem beni Bomonti İlkokulu’nun 2. sınıf imtihanına soktular. 21 yaşımda da üniversiteyi bitirdim. Dolayısıyla 2 sene kazandırdılar bana. Üstelik, “Biz Metin büyüyene kadar çocuk yapmayalım,” diyerek bana evlat gibi baktılar. Her hafta başıma bir liste koyarlardı. 5 buçukta kalkacaksın, 6’ya kadar yıkanacaksın, 6’dan 6 buçuğa kadar jimnastik yapacaksın, 6 buçuktan 7 buçuğa kadar dersine çalışacaksın, 7 buçukta kahvaltı yapacaksın ondan sonra da okula gideceksin. Aynen böyle, o haftaki derslerin ağırlığına göre bir program yaparlardı. Tabi o müthiş bir disipline sokuyor insanı. Arada bir kaçamak yaptığım da oldu tabii. Zamanı kıymetlendirmek onların bana aşıladığı önemli bir faktör.

ZG: Ablanız sizden kaç yaş büyük?

MH: Sanıyorum en az 8 yaş büyüktü. Ablam rahmetli oldu. Ayşın ile Yeşim isminde iki kızı vardı, onlar da şimdi 60 küsur yaşındalar. Ben onlarla da meşgul oldum 18-20 yaşlarına gelene kadar. Biraz da bu yüzden çocuk yapmama kararı aldım. Büyük bir mesuliyet olduğu için değil, sakin bir memleket ve istikbal olmadığı takdirde zevk için çocuk yapmanın tamamen aleyhindeyim. Kimileri diyor ki; isminiz yürüsün. Çocuğum ismimi nasıl yürütecek? Çocuğum kendi ismini kendi yapar. Babadan kalma bilmem kim diye isim yürütmesine lüzum yok, aşiret miyiz biz? Herkes çocuk yapabilir ama bence istikbali çok önemli.

Ben o sıkıntıları yaşadım. Dünyanın problemlerini geçebilmek herkese nasip olmaz. Üstelik biz altı kardeştik, beş erkek bir kız. Babam ben doğduktan hemen sonra ölmüş. Annemle bana üç aylık maaş bağlamışlardı, 13 Lira 25 Kuruş alıyorduk üç ayda bir. Annem, poğaçayı çok sevdiğim için, aylığımızı aldıktan sonra beni Karaköy’deki poğaçacıya götürürdü. Dört tane ısmarlardı, ikişer ikişer. Ben çok sevdiğim için kendi payımı hemen yerdim. Annem de mahsus “Karnıma ağrı girdi, Metinciğim ben tuvalete kadar gideyim, sen şu poğaçayı da ye, ben gelince ötekini yerim,” derdi. Bir türlü gelmez. Ben birini yerim, sonra gelir “Midem bozulmuş bunu da ye,” derdi. Hepsini bana yedirirdi.

Neticede biz kıt kanaat zorla geçindik. Sonra ablam aldı beni yanına ve yetiştirdi. Derken, “Biz ailede hep bahriyeliyiz, sen de bahriyeli olacaksın,” dediler. O zamanlar Deniz Harp Okulu Ada’daydı, beni oraya göndermeye karar verdiler. Bunun için önce Kasımpaşa Hastanesi’nde muayene olmam gerekiyordu, oradan da okula gönderiyorlar hemen. Ankara’daki Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra beni Kasımpaşa Hastanesi’ne gönderdiler. Muayene eden doktor, “Bir toplardamar şişkinliği var bacağında, onu 5-10 dakikada küçük bir operasyonla alalım. Al şu pijamaları, yarın seni harp okuluna göndeririz,” dedi. Tabii ben hem Deniz Harp Okulu’nu istemiyordum, hem de ameliyattan korktuğum için, araya sora hastanenin bodrumundan, pijamaları bırakıp kaçtım. Kasımpaşa yokuşundan bir inişim vardır, hiç unutmam… Nerede kalabilirim diye düşündüm, bir ahbap vardı Hadiye Hanım, onun evine gittim. Anlattım durumu, “Ama aileme söylemeyin, ben bahriyeli olmak istemiyorum” dedim. “Peki ne olmak istiyorsun” diye sordu ben de nereden aklıma geldiyse, “Mimar olmak istiyorum, birkaç gün burada kalayım Teknik Üniversite’ye başvuracağım” dedim. “Peki ama çok fakirim bana ayda 70 Lira verirsen sana bakarım, yemek yer yatarsın,” dedi kabul ettim. Tabii bende beş kuruş yok!

2-3 gün sonra Teknik Üniversite’ye gittim. Puanla giriş vardı o zamanlar, en yüksek 13 dersten 130 puanla giriliyordu, 13 dersten 10’ar puan. Lise bitirme yazılı ve sözlü imtihanlarda cebir ve geometriden 5 soru çekiyor, üçünü seçip yapıyordun. Cebirim biraz kötüydü ama astronomim hep çok iyiydi. Cebir sınavında soruları hocamın seçmesini istedim, önce olmaz dedi ama sonra peki şu sorudan başla dedi. Başladım, bir, iki, üç… “Ötekileri de yapayım,” dedim, “Hadi çık, 10 aldın,” dedi. Geometride de aynen öyle oldu. En son ders astronomiydi, hocamın adı da Toraman’dı. “Cebir ve geometriden 10 aldın şimdi herkes şüphe edecek. Astronomide zaten iyisin. Şimdi 10 vermem lazım ama 9 vereceğim,” dedi. Böylece 130 üzerinden 129 puanla Teknik Üniversite’ye en önde girdim.

Üçüncü sömestrde artık para kazanmam lazım dedim ve başladım konkur yapmaya, çünkü imza hakkım daha yoktu. Önce talebeler arası konkurları kazandım. İstanbul’da mimarlar arasında belediyenin açtığı konkur vardı, ucuz ev tipleri, ona girmek istedim. Rahmetli Lami Eser’e gittim. Sert bir adamdı, “Biliyorsunuz ihtiyacım var,” dedim, “Biliyorum,” dedi. “Hocam ben bu konkuru yaparsam imzalar mısınız?,” diye sordum “İmzalarım,” dedi. Oturdum konkuru yaptım, götürdüm, bir rumuz koydu ve imzaladı, verdik. Birinci oldum o azimle. “Çok sevindim, tebrik ederim Metinciğim,” dedi. O zamanlar 1,85 m eninde İngiliz kumaşları vardı, onlardan bir tane alıp hediye ettim. Ardından bir konkur daha çıktı, yine ona gittim ve yine aynı şekilde imzaladı ve yine kazandım. Üçüncü sefer gittiğimde, Taşkışla’ya taşınmıştık, arkası dönük, elleri cebinde camdan bakıyordu, “Yine sen mi geldin?” dedi. “Evet efendim,” dedim. “Metin beni rezil ettin, çık dışarı, imza falan atmıyorum,” dedi. “Neden?” dedim, “Herkes beni tebrik ediyor. Ben yalan söyleyecek adam mıyım? Gülünç vaziyete düştük. Git başkasına imzalat,” dedi. Sonra Lütfü Zeren’e gittim ben de, o da profesördü. İki tanesini de o imzaladı. Onları da kazandım.

1948’de üniversiteye girdiğimden 1 yıl sonra, 1949’un sonunda Sirkeci’de bir büro açtım. Bir sene orada kaldıktan sonra Akerhan’a geçtim. Akerhan’daki yerin sahibi müteahitti ve sanırım Anadolu’ya gidecekti, bu nedenle orayı olduğu gibi bana bıraktı, kirasını sen öde dedi. Haliç’in kenarında, Galata Köprüsü’nün başında çok güzel bir yerdi. İki sene de orada çalıştım. Tabii imza yetkim olmadığı için, müteahhit gibi çalıştım. Mesela Erenköy’de 5 odalı bir ev yapılacak, toprak hafriyatını kim kaça yapacaksa ben %20 eksiğine yaparım diyordum. Koşup amele arıyordum. Buluyordum 4-5 kişi, kazma kürek alıyordum onlara kazdırıyordum. Mal sahibinin hoşuna gidiyordu, taş duvarını da bana yaptırıyordu. Böyle 47 tane ev, 2 tane de Kızıltoprak’ta apartman işi yaptım.

Bir seferinde hafriyata başlarken, kabarmış toprağın, yeşilliklerin içerisinde arı kovanı varmış, adamlardan biri kazmayı vurunca arılar bulut gibi çıktılar. Birkaç kişiyi soktular. Bende de şeffaf bir yağmurluk vardı, ona sarındım ve olduğum yere çömeldim. O halde yarım saat bekledim. Arılar kovanını bırakmaz birkaç gün gezerler buralarda dediler, neticede bir hafta bekledik çalışmaya devam etmek için.

Başka bir anım da şöyle, İçerenköy’de, bir yüzbaşıya villa yapacağız, zemini kazmaya başladık, kaya çıktı. Amelelerden biri ben dinamit atmasını bilirim dedi. Karakoldan müsaade almak gerekiyormuş, bilmiyorduk. Bir – iki gün sonra müsaade almadan, dinamitleri yerleştirdik ve saklanıp beklemeye başladık. Üç tane arka arkaya patladı, “Kaç taneydi?” diye sordum, “Unuttum,” dedi. Peki bekleyelim o zaman dedik, bir süre sonra “Sen dikkatlice git bir bak,” dedim. Ayağa kalktı, iki adım ancak atmıştı ki 4. dinamit patladı. Meğer en güçlülerden biri oymuş ve her tarafa taşlar saçıldı. O uçan taşlar karşıdaki evin çatısına düştü, kiremitlerini kırdı. Ertesi gün kiremit gönderip, tamir ettirip, mal sahibinin gönlünü aldık.

Mektebi böyle zorluk içerisinde bitirdim. Ama hocalarımız çok iyiydi, eğitim bugünkünden çok farklı idi. O zamanlar, günlük eskiz yapılırdı, 9’dan 6’ya kadar. Yemeğimizi yanımızda getirirdik, dışarı çıkmak yok. Ben kendi eskizimi 1-2 saatte bitirirdim. İmtihana girmeden evvel birkaç kişi gelip bize de yap derlerdi. Kaça yaparsın diye sorarlar, “Sana 5 Lira’ya, o fakir ona 3 Lira’ya yaparım,” derdim. 3-4 kişiye daha eskiz yapardım. Bunun uzun zaman kimse farkına varmadı. Sonra diploma projesi sırasında ben hastalandım, doktor raporu aldım. Çalışmana imkan yok, sana 15 gün müddet verelim dediler. Biraz ateşim düşünce, kendi projemi 3 – 4 günde çizdim, erkenden bitti. Bir apartman projesiydi. 15 gün müddetim var, ne yapacağım diye düşünüyorum. Başka arkadaşların geçen seneden reddedilmiş projeleri vardı, ikinci haklarını kullanacaklardı. Onlardan 3 kişi geldi, yapar mısın diye sordular, olur dedim. Seninki 15 Lira, seninki 20 Lira, seninki de şu kadar… Üçünün de projesini yaptım. 5-10 gün sonra duvarda projeksiyonla projeleri gösteriyorlar. Benim yaptıklarımdan bir tanesi 18 almış, diğeri 17 almış, biri de 12 almış. Başka bir çocuk parmak kaldırdı “Bu kadar olmaz hocam, Metin kendisininkinin dışında 3 projeyi daha yaptı. Bakın ben 17 alıyorum, o 18 alıyor. Bu büyük haksızlık,” dedi. Emin Bey rahmetli, hem üzüldü hem de bir şey demesi lazım, “Emin misin?” dedi, “Efendim eminim. Kendisine sorun,” dedi o da. Çocuklara sordular “Hayır efendim biz yaptık,” dediler, ne diyecekler? Dışarı çıktık, beni odasına çağırdı Emin Hoca. “Bak Metinciğim günlük eskizleri yaptığını öğrendim sesimi çıkarmadım ama diploma projesinde bunu yapmayacaktın. Biliyorum ihtiyacın var, tamam. Benim de ihtiyacım vardı ama ben yapma çiçek yapar kapıda satardım. Sen bunlara mimarlık diploması aldırıyorsun, bu doğru değil, yapmayacaktın bunu. Eğer ihtiyacın varsa gel benim büromda çalış,” dedi. Özür diledim ve teklifini kabul ederek 3-4 hafta kadar, Taşkışla’nın çatısındaki bürosunda çalıştım. Bir süre sonra “Hocam ben müsaade isteyeyim,” dedim. “Nereye gidiyorsun?” dedi. “Hocam doğru olmayacak belki ama bir şey söyleyeceğim, ben burada öğreneceğimi öğrendim, biraz daha ileri gitmek istiyorum,” dedim. “Peki o zaman git Metin,” dedi.

Böylece tekrar konkurlara başladım. Konya Belediyesi konkuru sırasında da Doğan ve Sami’yle çalıştık. Onlar benden 1 veya 2 sene önce mezun olmuşlardı, ikisi de aynı sınıftan. “Konya konkuruna giriyor musun?” diye sordular, “Giriyorum,” dedim. “Gel beraber girelim,” dediler, “Beraber girersek ayrı projeler mi vereceğiz? Nasıl olacak birinden biri kazanırsa veya kaybederse?” dedim. “Yok, bir proje verelim. Eskizleri yaptıktan sonra üçümüz bakıp karar veririz, hangisi iyiyse onu veririz,” dedi. “Tamam” dedim. O zaman da Tünel’de küçük bir bürodayız. Birkaç gün sonra gittim etüdümü gösterdim, karşılaştırdık. “Tamam, seninkini şöyle yapalım onu verelim ama perspektif çizecek vakit yok,” dediler. Oysa güzel bir perspektif de vermemiz gerekiyordu ve o zamanlar elle çiziliyordu perspektifler. “Bir arkadaş var mektepte, 3. sınıfta. Durmadan kalıyor, fakat eli çok iyi, ona parayla çizdirelim,” dedim. Kabul ettiler işi çocuğa verdik. “Teslim günü şu saatte getirirsin,” dedik, parasının da yarısını verdik. Çocuk gitti ve teslim günü gelmedi. Baktım Doğan kaşları çattı, “Çok müteessirim ama bunu yapmayacaktın,” dedi. Doğan, ben çocuğu çağırıp, projeyi kendi ismimle gönderiyorum zannetmiş. Ne yapabiliriz diye düşündüm, “Jüriye bir rapor verelim, hadiseyi açıklayalım, 2 gün müddet versin bize,” dedim. “Ne olacak 2 gün müddet verse bize? Yine aynı projeyi mi vereceğiz?” dedi. “Aynı projeyi değil. Hemen değişiklik yaparız, farklı bir proje veririz, perspektifi de ben çizerim,” dedim. “O zaman nasıl biliyorsan yap bakalım,” dedi bana. Sinirlendi ikisi de. Jüriye yazdık, etütleri de postayla bilgileri için gönderdik, kabul ettiler. Sonra ben iki gün sabahlayarak serbest elle bir proje çizdim. Eskiz kalemiyle de hemen diğer çizimleri yaptık, verdik gitti. Netice ilan edildi, son yapılan proje birinci, çocuğun bizden aldığı mansiyon aldı.

Konya konkurunu kazandıktan sonra Site Kollektif olarak, ortak çalışalım dediler. %33,3 hisseyle üçümüz, yaklaşık 10,5 sene birlikte çalıştık. Daha önceleri Doğan ile Sami beraber çalışarak etüd yaparlardı, ben de en arka masada ayrı çalışıyordum. O zamanlar Hidivyal Palas’a geçmiştik. Projeleri ayrı ayrı çizer, sonra yine karşılaştırırdık. Kendimiz karar veremezsek, 7-8 kişi çalışıyordu, onlara sorardık. Onlar da %90 benim yaptığım projeleri seçerlerdi. Bir süre sonra Doğan bu duruma sinirlenmeye başladı. Bir gün bana dedi ki: “Metin bu sefer değişik bir şey yapalım, senin yaptığın eskizi biz serbest el çizelim, benim yaptığım eskizi sen serbest elle çiz. Sonra duvara asalım, karar versin çocuklar”. Kabul ettim, hiç kimseye göstermeden hazırladık projeleri, sonra değiştirdik. Ben onların kaba eskizi üzerinden gittim, onlar benimkinin üstünden gitti. Ertesi sabah büroya astık, yine 7-8 kişiye sorduk: “Bu ikisinden birini vereceğiz, hangisini verelim?” Hepsi bir süre baktı, sonra Kıbrıslı Ahmet Ünsal biraz gülümsedi, “Abi bu oyunu bize niye yapıyorsunuz? Bunu Metin Abi yapmış, bunu da siz yapmışsınız, ben Metin Abi’nin projesini seçiyorum,” dedi.

Birkaç gün sonra Doğan’la Sami’ye yurtdışında çalışmayı teklif ettim. “Arkadaşlar, biz Türkiye dışında da çalışmalıyız. Baksanıza mitingleri önlemek için Galata Köprüsü’nü kaldırıyorlar, bir yandan komünistler, diğer yandan polislerle öğrenciler birbirine giriyor. Böyle bir karışıklık içinde, Türkiye’de işe devam edelim ama dışarıda da bir imkanımız olsun,” dedim. Sami nispeten pozitif bakıyordu hadiseye ama Doğan “Lüzum yok,” dedi. “Doğancığım lüzum var, görüyorsun olayları. Bir kere Türkiye kısıtlı. Avrupa Türkiye’yi tanımıyor. Tamam işimiz var, konkur yapıyoruz ama nereye kadar?” dedim. Doğan ve Sami’yle birlikte 10,5 yılda 39 yarışmaya katıldık. O gün ilk defa biraz sert konuştum: “Sami’yle sen sınıf arkadaşısın. Sen iyi bir dereceyle mezun olmuşsun ama Sami vasat. Neden Sami’yle ortaksın söyler misin?” dedim, sustu. “Ben sana söyleyeyim. Çünkü o Yahudi ve Yahudi cemaatinden sana iş getiriyor. Sen Ispartalısın, İstanbul sana bu yüzden Paris gibi görünüyor. Ama dünya böyle değil, çok farklı. Ben gideyim öncülük yapayım, muvaffak olursak siz de gelin,” dedim. “Peki o zaman sen git başla bakalım,” dedi Doğan.

Ben bir akseptans** bulup İsviçre’ye gittim. Bir firma da bir ay kadar çalıştım ve bir ilkokul projesi yarışması vardı, onu kazandım. Maaşım 900 İsviçre Frank’ıydı, 1.000 oldu. Ama ben Zürih’te, iyi bir büroda iş arıyordum. Neticede bir ilan buldum, Prof. Salvisberg & Dr. Rohn Mimarlık Ofisi. Salvisberg, Le Corbusier’in rakibi olarak görülüyordu, İsviçre’nin yetiştirdiği iki büyük isimden biriydi. Dr. Rohn, ne kadar maaş aldığımı sordu, “900 alıyordum, 1.000 yaptılar,” dedim. “Sizin özelliğiniz ne?” dedi, “Konkur yaparım, çalışırım,” dedim. “Biz 1.200 veririz. Çok büyük, güzel bir konkur var ama ilan edileli çok uzun zaman oldu, teslime de yirmi iki gün kaldı, onu yapamayız. Başka bir konkur daha var, hastane projesi. Ona 4 ay var, şartnamelerine bakın isterseniz,” dedi. Kabul ettim, “Yarın başlıyorsunuz,” dedi ve bir oda verdi bana, içinde üç tane boş masa vardı.

Oradan çıkınca o akşam biraz yürüdüm. Gezerken Louis Armstrong konserinin afişini gördüm. Armstrong müziğini çok seviyorum. Gölün kıyısındaki Kongre Binası’ndaydı konser. Gittim en ucuz bileti sordum, 17 ve 25 Frank’lık biletler varmış tükenmiş. Önden ikinci sırada 35 Frank’lık iki kişilik yer vardı. Baktım cebime ucu ucuna yetecek kadar para var, “Peki bir tane alayım,” dedim. Nefis bir konserdi. Konser bitti, çıktım. Zürih’te hava hep kapalıdır, genelde mehtap pek olmaz. Alp Dağları’nın çukurunda olduğu için hep bulutludur. Koskoca bir mehtap vardı o gece. Dikkatle baktım, “Allah’ım sen bir zenciye bu kadar güzel ses ve bu kadar kabiliyet verdin, Zürih Opera binası konkuruna girmek istiyorum, bana yardım et,” dedim.

Ertesi sabah erkenden gittim büroya, çalışmaya başladım. Rohn’a, “Ben, müsaade ederseniz, 3-4 gün bu konkura çalışmak istiyorum. Eğer sonra etüdlerimi beğenirseniz bu opera konkurunu yapalım,” dedim. “2 günde konkur olur mu Metin,” dedi. “Bir deneyelim, madem ötekine daha 4-5 ay var, nasıl olsa yaparız hastaneyi,” dedim. Yaklaşık 3 günde karakalemle 3 ayrı alternatif yaptım. Götürüp gösterdim, siz karar verin dedim. “O zaman ben karımla geleyim, o bu işten iyi anlar,” dedi. 10-15 dakika sonra gri elbiseli 70 yaşlarında bir hanımla geldi. Rohn 60 yaşındaydı, eşi çok daha yaşlı. Elbisesinin renginde iki tane de gri köpek almış eline. Çok güzel bir Almanca’yla “Anlatın” dedi. “Ben bir şey anlatmayayım, siz bakın, karar verin,” dedim. Baktı, “Ben kararımı verdim, siz anlatın,” dedi. “İlk alternatif bu, klasik opera. Operaların klasik olması doğrudur ama konkurda çok geç kaldığımız için klasiği bizden çok daha iyi takdim eden olacaktır, onun için şansımız olmaz. Bunu bir kenara koyuyorum. Bu neoklasik, ikisinin ortası. Bunun şansı biraz daha yüksek olabilir ama beynelmilel konkur olmasaydı bunu tercih edebilirdik ama beynelmilel konkurda, bunu fazla şanslı görmüyorum,” dedim. Alvar Aalto bu yarışmada jüri başkanıydı, bu yüzden üçüncüyü sorunca “Alvar Aalto’nun en dikkat ettiği şeyler kesitlerdir. Kesitler mimarinin üç boyuttaki hareketini verdiği için, o da bu entegrasyona çok dikkat eder. Bir de Finlandiyalı olmasından dolayı tabiatla münasebete önem verir, bu yüzden ben bu üçüncü, modern diyebileceğimiz konsepti daha uygun buluyorum,” dedim. “Aynı karardayım,” dedi.

ZG: Mimar mıydı o da?

MH: Değildi ama düşünün ki o yaşa kadar en iyi ofiste, bütün bu işlerin içinde yaşamış Salvisberg’in eşiydi. Benim eşim de mesela iç mimardır ama mimariden çok iyi anlar.

Sonra Rohn bana “Kaç kişi istersin? Buraya bir masa daha koyalım, dört kişi bu projeyi bitirebilir misiniz?” dedi. İstemiyorum dedim, ısrar etti. “O zaman İstanbul’dan, eli bana uygun bir arkadaşımı çağırayım bu iş için,” dedim kabul etti. Dimitri Palasis için Rohn bir akseptans yazdı. Dimitri’ye haber gönderdim “Hemen gelirim,” dedi. Çok güzel keman çalar, çok da güzel tenordur. Ne verirsen durmadan, başını kaldırmadan, gece gündüz çizer. 17 paftayı ucu ucuna yetiştirdik, verdik. Konkur iki etaplıydı. Yaklaşık 470 proje içinden ilk beşe kaldık. 2. etapta detay istediler. Modern projenin detayında klasik kalmaya çalışmamız gerekiyordu, çünkü opera sistemini modernize edemezsin. Binayı modernize edebilirsin ama altyapısını edemezsin. Bu yüzden çok zorlandım ama oldu. Ana sahneye yan sahnelerin ilavesi, orkestranın yeri, aşağıdaki hazırlıklar, kadın ve erkek oyuncuların girişleri, elbise değiştirme imkanları vs. oldukça iyi bir proje oldu. Neticede bir Pazar sabahı, saat 9 gibi müthiş bir korna sesi duydum. Camı açıp baktım. Nehre paralel, dar bir sokaktı ve herkes camları açmış bakıyordu. Aşağıda Dr. Rohn, üstü açık, spor bir Chrysleri vardı, onunla gelmiş korna çalıyor. Pencereyi açınca el salladı, geliyorum deyip, yukarı çıktı. Kapıyı açtım, durdu “Sana Türk usulü bir sarılacağım. Kazandık!” dedi. Nasıl sevindim bilemezsiniz.

Onun ardından hastaneyi de kazandık. Başka konkurlara katıldık. O arada, Türkiye’de de konkurlar yapıyorduk ve ben gidip geliyordum. 15 gün burada 1 ay orada kalıyordum. Opera yarışmasından sonra Rohn benim maaşımı 2.500’e çıkardı, “Kimseye söyleme çünkü burada maaş yaş sırasına göre verilir, 62 yaşında biri var, o 2.000 alıyor,” dedi. O sıralar Sami’yi çağırdım. Üç ay o da çalıştı Rohn’da. Yılbaşında Doğan’ı da çağırdım. Güzel bir yer ayırttık bir gece kulübünde. Sami, Doğan ve eşlerimizle birlikte oturduk. Her birinin önüne birer kese koydum. “Bu ne?” dedi Doğan, “Kollektif değil mi? Şirketten aldığım maaşın 3’te 1’i benim, 3’te1’i senin, 3’te 1’i de Sami’nin,” dedim. Saat 12’de yeni yılı kutlamak üzere müzik çalmaya başladı. Bir baktım, Kabares’in sahibi hanım, üzerinde mumları olan koca bir pasta getirdi, “Bu bizim size hediyemiz,” dedi. “Bakın bunlar ortaklarım ve hanımları, bu da benim eşim,” dedim. Ne konuşuyordunuz diye sordu. Ben de “Avrupa’da çalışmanın avantajlarını anlatıyordum kendilerine, Türk olarak burada da bir büromuz olsun istiyorum,” dedim. “Onlar ne diyor?” dedi. “Bildiğim kadarıyla daha kararsızlar,” dedim. Bu sefer Sami’yle Doğan’a döndü, “Metin Bey her gece 3’te buraya gelir, sabaha karşı. Kendisine sorarım, bürodan geliyorum der. 4’e kadar oturur, kapanırken gider evine yatar, ertesi gece yine gelir. 4’ten 7’ye kadar uyur, sonra yine çalışır,” dedi ve torbaları göstererek “Bunlar size verdiği hediyeler mi?” diye sordu. “Küçük bir yılbaşı hediyesi,” dedim. “Ben size bir tavsiyede bulunayım, bu ortağınız ne derse yapın, kaçırmayın,” dedi, hiç unutmam. Yılbaşına da öyle girdik.

Rohn konkurdan sonra “Enternasyonal işlerde seni ortak yapmak istiyorum,” dedi. “Müsaade ederseniz ben bir gün düşüneyim,” dedim. Hayret etti, “75 milyon Dolar kapital var. İstersen ayrı bir büro açarım, enternasyonal bir büro. 3-5 kişi alırsın yanına, bütün masraflarını karşılarız. Yapacağımız işlerde tam ortak oluruz,” dedi. Ertesi gün çağırıp kararımı sordu. “Çok teşekkür ederim ama imkansız. Siz İsviçreli’siniz, biz ortak olsak da bütün çalışmalarda sizin isminiz geçecek. Ben Türk’üm, böyle bir karar vermeniz beni çok mutlu etti ama bir Türk olarak kendi ismim duyulsun istiyorum. Onun için müsaadenizi istiyorum, yoksa başka hiçbir sebebi yok,” dedim. Böyle bir parayı ve fırsatı reddetmeme çok şaşırdı.

Ben sonra tekrar İstanbul’a geldiğimde, Doğan “İstersen bu ortaklığı bitirelim. Sen Avrupa’yı istiyorsun, büro bize kalsın,” dedi. “Ben kopup gitmiyorum, Türkiye’yle ilgim devam ediyor. Eğer bu büro, Hıdivyal Palas size kalsın istiyorsanız bunun yolu şudur: Siz Sami ile ortak olmadan yapamazsınız. Benim sizden ricam, beraber yaptığımız referansları kullanmayalım. Hukuken bir sonuca bağlayalım, 2 sene ayrılık sözleşmesi imzalayalım, siz 2 sene sonra yine birleşin. O 2 senede ben de kendimi Türkiye’de yalnız olarak ispat edeyim. Bir de şirketin bu ismini kullanmamalısınız, çünkü bu şirket kurulalı 2 sene olmuştu, ama on buçuk yılı benimle geçti. Büroyu da açık arttırmaya koyalım, kim arttırırsa ona kalsın burası,” dedim. Biraz bozuldular ama mecburen böyle olacak. İki tane avukat çağırdık, oturduk 39 konkurun ismini yazdık. Arttırmaya girdik. O zamanlar devletin hisse senetleri vardı, %3 faiz veriyorlardı. Bende onlardan çok vardı. “İşleri de arttırmaya koyalım,” dedim. Önce işleri paylaştık, Neyir Tekstil Fabrikası ve IMÇ’nin kontrollüğü hariç hepsini ben aldım. Onlar ne verirse ben daha fazla verdim. Sıra büroya geldi. Yüzüğümü çıkardım, saatimi çıkardım, hisse senetlerini koydum, “Siz ne veriyorsunuz?” dedim. “Madem öyle, al o zaman,” dediler. Not ettirdik notere, büroyu da ben aldım. “İçeri geçelim, bakalım kim kimle çalışmak istiyor,” dediler. Çocukları çağırdık, “Biz ayrılmaya karar verdik, kim kiminle çalışmak istiyor?” dedik. “Doğan ile Sami aslında beraber çalışacaklar, öyle hissediyorum, ona göre karar verin, bir de benimle çalışmaya karar verirseniz ben en az 3-4 ay aylık veremem çünkü üstümde para kalmadı, burayı aldım bir de işleri aldım,” dedim. Yahudi çocuk “Ben Metin abiyle kalmak isterim ama Sami abi beni işe soktu. Biliyorsunuz ben Yahudi’yim mecburen onunla gideceğim,” dedi. Bugün akademide hoca olan hanım “Ben Doğan Bey’le kalıyorum,” dedi. Ötekilere döndüler, diğer beşi “Biz Metin Abi’yle kalacağız,” dediler.

Başladık konkurlara ve diğer projelere. Ayrılıktan sonraki Türkiye’de kaldığım ilk 3 sene içinde, bütün konkurları ben kazandım. MİT Ankara Merkezi, Kurtboğazı Ankara Tanzimi, Gölbaşı Polis Eğitim Tesisleri, Harbiye Ordu Evi, Sofya Atatürk Evi yarışmalarını birincilikle kazandım. Ondan sonra bürolar arası seçimleri kazanarak, Şeker Sigorta, TSKB, Tofaş-Aygaz Genel Müdürlük Binaları, General Elektrik, Kav Orman Sanayi, Fürsan Fermantasyon Ürünleri, Philips-Tekfen ve Rabak Alüminyum Fabrikası projelerini yaptım. Sonradan öğrendim ki, maalesef bu süreçte benim aleyhimde sözler söylemişler. Bilhassa Doğan, “Metin hep işi alır ama Avrupa’da yaşar. İşiniz yarım kalabilir,” gibi sözler ile işverenlere ikazda bulunmuş. Kısacası bazı hoş olmayan şeyler yaşandı.

Hiç unutmam, Harbiye Orduevi’ni kazandıktan sonra bir hocamız Hıdivyal Palas’a geldi ve benim Mason olmamı istedi. “Masonluk hakkında bir fikrim yok,” dedim. Okuyayım diye bir kitapçık verdi. Anneme sorayım dedim. Annem “Aman evladım böyle şeylere yanaşma, Atatürk’e de teklif etmişler, kabul etmemiş. Biz Müslüman’ız, karışma böyle işlere,” dedi. Yaşadığım ve mesleğimi icra ettiğim süreçte gruplara, cemiyetlere iltisak etmiş olanlara nazaran çok daha kaliteli sanatkarlar, meslek adamları, iş adamları mevcut olduğunu gördüm, özellikle mimarlık gibi geniş perspektif birikimi isteyen bir sanatta. Yatırımcı veya işverenin iş verirken bu kalite farkını görerek seçim yapabilmesi önemli. Bu şekil, yani tarafsız olmak, işverene maddesel ve sanatsal kazanç getirir, cemiyetlerin kalite ve değer yargılarını pekiştirir, sanatkara ufuk açar.

Şimdi baktığınız zaman, Batı’da, hatta Doğu’da gösterdiğim potansiyelin 1/10’unu yapanın bana nazaran 10 misli ismi var, 10 misli maddi imkanı var. Neden peki akıntıya kürek çekiyoruz? Çünkü akıntı bizim milletimizin geçmesi gereken bir akıntı. Hepimizin, millet olarak bu akıntıya kürek çekmesi lazım, aksi takdirde bizim kıymetimizi Batı’da kimse takdir etmez, etseler de anlamış gözükmek istemezler. Dolayısıyla bir taraftan tarihsel, kültürel, iklimsel zenginliğimiz, yaşam perspektifimizin zenginliği diyoruz ama bunları bir istikamette kullanıp, konsantre edip kendimize muayyen bir standart belirlemiyoruz. Batı’ya karşı görünüşümüzü değiştirmedikçe, bu kıymete erişemedikçe, biz hakikaten tanınmayan veya yanlış açılardan bakılan bir cemiyet olarak kalıyoruz. Yapılacak şey çok basit; doğru istikamete bakacaksınız, dik ve ayakta duracaksınız, şekil değiştirmeyeceksiniz. En önemlisi yardım elini maddi değil manevi açıdan, karşınızdakine doğruyu öğreterek uzatacaksınız. Çünkü onun da potansiyeli var, onun da potansiyeli en az sizin kadar. Maddi yardımlarla onu sadece tembelliğe alıştırırsınız, oysa yapılması gereken öğreterek, kendi yolunu açmasına, şahsiyet kazanmasına imkan tanımanız.

Bugün muhtelif üniversitelerden “birincilikle mezun olmuştur,” diye referanslı arkadaşlar geliyor, ben hayret ediyorum. Kusura bakmayın ama bu referansı nasıl yazdırdınız diye soruyorum. Çok iyi bir bürodan mesela detay şefi diye bir arkadaş geldi. Kapı çizemiyor, banyo çizemiyor, hiçbir şey yapamıyor ama detay şefi olmuş. Yeni eğitim sistemi çok düştü. Bir defa bir insanın muayyen yaştan evvel aileden kopması çok yanlış bir hadise. “Nerelisin?” diyorum “Efendim ailem Mardin’de, ayda bir Cumartesi – Pazar gidiyorum,” diyor. “Evladım daha sen yenisin. Kiminle oturuyorsun?” diye soruyorum, “İki kız arkadaşımla ev tuttuk,” diyor. Yemeği, trafiği, kullandığı lisan, mesleğe yaklaşımı farklı, bir de gittiği mekteplerdeki hoca kalitesi, öğretim kalitesi farklı. Neden? Çünkü hocaları da otuz yerde birden ders veriyor, aylığını toparlamaya çalışıyor, zamanı kısıtlı. Bu keşmekeş içerisinde gerekeni ona nakledemiyor. Aileden kopuk, eğitimden kopuk geçiyor en önemli yılları, sonra da meslek… Avukat için de bu böyle, doktor için de, mimar için de. Yani karşınızda kaliteli adam bulmak için şansınız bile kafi değil. Muayyen bir yaş seviyesinin üstünde ve hakikaten koninin üstünde ideal bir tip olmalı ki diğerlerinde sıyrılıp o noktaya gelmiş olsun. İmkansız. Kalite böyle düşüyor.

İnsanlıkta inanılmaz bir düşünce zaafı var. Böyle cemiyetler içinde de “Falanca isim yapmış,” deniyor. Sen Rolls-Royce’la gidiyorsun adam Fiat arabayla gidiyor. Aynı trafikte, aynı istikamette Ortaköy’e gidiyorsunuz. Ne fark etti? İkiniz de yüz metrede bir kırmızı ışıkta duruyorsunuz. Sen onun yolunu, o senin yolunu trafiğe uygun olmayan hareketlerle kesiyorsunuz. Buradan çıkışınla oraya varışın onunla tıpatıp aynı. O yüz liraya gidiyor, sen on liraya gidiyorsun. Moral mi veriyor sana o tip arabaya binmiş olmak?

Bence hakikaten iyi yönetildiği takdirde halkımızın beyninde, vücudunda, toprağında hammadde zenginliği var. Bunları iyi işleyip iyi kullandığımız takdirde standardımız yükselir. Ve hakikaten ben, Türkiye’nin batıda Amerika dahil hiçbir memleketin ulaşamayacağı bir seviyeye geleceğine eminim. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, ilk senelerde yaşanan akümilasyon korkunç bir sürat. İyi olanı bozmayın, kötüsünü işleyin, onu düzeltmeye çalışın. Herkes hazıra konar ama hazıra konduğu zaman onun ödeyeceği bedel çok ağır olur. Atatürk’ün Nutuk’undaki her bir cümle atasözü gibidir. O kadar çok sayfalı bir kitapta her bir cümlenin bu kadar kıymetli olduğunu başka hiçbir kitapta görmedim, okumadım. Ata istikbali okuyor. Amerika, ben size havadan haber vereyim siz Irak’a girin diyor. Atatürk diyor ki hiçbir zaman bir ülkeyi havadan hükmedemezsiniz, zaptedemezsiniz, piyadeyle yürüyerek zaptedilir. Teknoloji vardır ama bu teknoloji, orayı ele geçirmeye yaramaz. Dört senede dört bin Amerikan askeri öldü, şimdi Amerika’da Bush’a karşı yürüyüşler yapılıyor. Bizde 250.000 kişi ölmüş Çanakkale’de! Oradaki anıtları yaparken her gün siperleri, mezarları gördükçe üzüntüden kahroluyordum.

Benim bütün derdim Batı’dakilerin Türklerin kıymetini öğrenmesi, bu kıymetin Batı’ya öğretilmesi. Türkiye’ye yatırım yapıyor sandığımız yabancıların amacı burada parasını üretmek ve herhangi bir riske girmeden gelirini artırmak. Buna yatırım denmez. Yatırım, kalben ve bağlılıkla orayı kalkındıracak girişimde bulunmak, kalkınırken de dozunu aşırmadan kendi geri dönüş hissesini alabilmek demektir.

Yatırımcı sıfatı ile bana gelenler, bu projeniz yatırımı ne kadar diye soruyor, diyelim 150.000.000 Dolar, iki senede de biter. Satıştan %100 kazanabilir miyim diye soruyor, kazanırsın ama kime satacaksın diye soruyorum, tabii ki Türkler’e diyor. Peki %100 kazanacağın parayı sana verecek o Türk o kadar parayı nereden kazanıyor? Yatırımcı sıfatı ile gelen kendi memleketinde o miktarı kazanç olarak alabiliyor mu? Hayır.

Alt tabaka orta tabakaya, orta tabaka zengin tabakaya ne kadar yakın olursa, aradaki farklar ne kadar minimalize edilirse, bu memleket ve insanlık o kadar sükunetle yaşar. Aradaki farkı büyüten, zenginleşen kendini müthiş ve farklı biri zannediyor ve bu genelde globalleşen dünya toplumunun aleyhinde oluyor.

Ecnebiler, nereye ne yaparsak, ne kadar kazancımız olur derdindeler. Üstelik bu aritmetikteki bilinmezlerin artışı çözümü zorlaştırıyor. Dolayısıyla doğru bir istikamete dönmek için, bütün bu kaybolan süreyi aksi yöne çekip aynı miktarı harcamak lazım. Yani ben on senedir çöküyorsam, ancak on senede düzelebilirim. Yanlış talimatların ve hatalı tatbikatın tahsihi çok daha zor. İstanbul’un nüfusu 1,5 – 2 milyonken, dışarıdan bir şehirci çağırdılar, Dolmabahçe’yi ve etrafindaki birkaç kilometrelik yol projesini yaptı. Orası bugün hala İstanbul’un en iyi dediğimiz yeri. Bugün veriler, program, süresel tatbik etapları bilinemeden 18 milyonluk İstanbul’un projesini nasıl çıkarabilirsin? Şu kadar insana kaç tane okul, hastane ve alışveriş alanı lazım? İkametgahlar ne istikamette olmalı? Sabah güneşi mi, akşam güneşi mi, yoksa Lodos’tan ya da Poyraz’dan mı almalı? Yeşil neresinde olmalı? Yatak odasından kalkınca komşunun penceresine mi bakmalı, yoksa tabiata bakıp sükunet mi bulmalı? Yani düşünülüp, çözümleri formüle edilip karar verilecek şeyler bunlar. Eline kalem alıp da buraya yol aç, buraya köprü yap demekle olmuyor. Yanlış ameliyat çözüm yerine problem getirir.

Ben bakıyorum, bütün iyi niyetime rağmen Zaha Hadid’in yaptığı çalışmayı anlayamıyorum. Resim olarak tamam ama İstanbul buysa eğer, o tip binalar Kartal’da olmaz. Heykelvari hareketler var ama koridoru neresi, odası neresi, deforme pencere camı nasıl kapanacak belli değil. Olmaz böyle şey, aynen tatbiki mümkün değil. Küçükçekmece projesini anlıyorum ama Kartal olabilecek bir proje değil. Bunun gibi başka projeleri de vardı Hadid’in ama hiçbiri tatbik edilmedi, edilemedi, tatbik edilen de derhal normal bir statüye ve strüktürel forma oturdu.

Gökdelenleri büktükleri zaman ne oluyor? Hakikaten düşünüyorum ve anlayamıyorum. Her şeyden önce statik bakımdan zorlanıyorsun, yani o yaklaşım statik bir çözüm getiremiyor. Eğer birisini manzaraya yöneltiyorsan, diğerinin neden sırtını döndürüyorsun? Niye zorlanıyorsun öyle? Norman Foster’ın binalarını da insani bulmuyorum ama kendi oranları içerisinde, plastik sanat ya da bir mühendislik sanatı olarak anlıyorum. Ama 1.500 – 2.000 kişinin oturduğu gitgide yükselen gökdelenleri anlamıyorum. Daha da yükseğini yaparken içindekini mi düşünüyorsun yoksa diğerini geçme yarışı mı var? Neden bu en yükseği yapma yarışı? Çok beğendiğimiz ve yerine bir benzeri gelmeyecek Frank Lloyd Wright, 50 metreden yükseğini yapmayın diyor, sen 850 metreye yükseltiyorsun. Kalbi olan bir adam oraya nasıl çıkacak? Kalp rahatsızlığı olmasa bile o asansörlerle, süratle belli bir yüksekliğe çıkmak rahatsız eder insanı. Statik bakımdan hepsi gitgide daralıyor. Kıymetli olan aslında tabiata yakın olandır, ama bunlarda tabiata yakın olan ucuz, en tepedeki, bir işe yaramayanı en pahalı oluyor. Mühim olan hakikaten insani ölçülerde, psikolojik ve fiziksel olarak insan sıhhatine en yakın, tabiatla entegre olunabilen noktada durmak. Tabiat deyince akla sadece ağaç gelmemeli, çöl de tabiattır, su da tabiattır. O zaman insanlar da birbirini üstün görmez, herkes eşitliği kavrar.

Kaddafi’nin Libya çölünde orman yetiştirmesini, bizlerin ise tersine yeşil alanları inşaata açmasını nasıl cevaplayabilirsiniz. Bir aileye gerekli oksijeni kaç yıllık bir ağacın verdiğini söyleyeni, bileni duydunuz mu?

ZG: Zürih, Monaco ve Los Angeles’daki ofislerinizde kaçar kişi çalışıyor?

MH: Hep 6’şar – 7’şer kişi çalışıyor. Projenizi A’dan Z’ye bitirmek istiyorsanız, o projede çalışan mimarların sayısı 4 kişiyi geçince iş sizin inisiyatifinizden çıkmaya başlıyor. Avrupa’daki çalışma prensibinde herkes ayrı bir kategoride, bilgisi dahilindeki işi yapar; altyapısıyla başka biri, tesisatı veya statiğiyle başka biri ilgilenir. Yani branşlar iyice ayrılmış ama ben bundan pek hoşlanmıyorum çünkü onları topladığınız zaman bina teknolojik olarak ağırlık kazanıyor ama aynı yaşam sıcaklığına erişmiyor. Ne kadar büyük olursa olsun, bir projede 4 – 5 kişi çalıştığı takdirde daha iyi entegre oluyorlar, daha fazla etüt etme imkanı doğuyor. Bugüne kadar yaptığımız çalışmalarda bütün eskizleri ben kendim hazırladım. Detayını da konseptini de ben hazırlıyorum. Dolayısıyla o projeyi hazırlayacak arkadaşların soruları da tek merkeze geliyor. Düşünün 100 kişilik bir büro olduğu zaman siz aynı anda 10 proje yaparsınız ama her birinin ayrı yöneticisi vardır ve hepsi sizin yaptığınız projenin karakterini yansıtmayabilir.

Bugün Norman Foster’ın Zurich Grand Hotel civarında yaptığı ek rezidans ve otel binası herhangi bir meslektaşımızın yapacağından daha iyi değil. O çok beğendiğimiz Grand Hotel’in yanında detayıyla, malzemesiyle, konumuyla, şehircilik anlayışıyla o proje yakışmıyor. Böyle bir sonuçla karşılaşmamak için sizin birebir konuyla ilgilenmeniz lazım. O süreç içerisinde projede çalışan kişilerin sayısı arttığı zaman kontrolü kaybedersiniz. Zaten yanınıza gelen kişi işi tam bilmiyor, belli bir seviyeye gelene kadar 3 – 5 seneniz onunla geçiyor. Eskiden en kalabalık zamanımız da 27 – 28 kişiyle çalıştık ve o zaman da 4’er kişilik ekipler halindeydik. O zamanlar yaptığımız projelerde bugünkü kadar tekniğine girilmiyordu, standart elektrik ve tesisat sistemleri vardı. Şimdi yenilikleri takip edip, hangisi daha kolay adapte olur, hangisi daha uzun vadelidir, hangisi ekonomiktir ve hangisi sizin yapı karakterinize uyar, bunları bilmeniz gerekiyor. Mesela İstinye Borusan’ın projesi 10 ayda bitti ama inşaatı 4 sene sürdü. Hem teknolojik bakımdan hem de onun vereceği servis bakımından her şey sürekli değişiyor.

ZG: Bu üç ofis arasında koordinasyonu nasıl sağlıyorsunuz?

MH: Her sorunun halli, her etüdün verilmesi için ben gidip geliyorum.

ZG: İstanbul’a ne sıklıkla geliyorsunuz?

MH: İstanbul’a 1961’den beri gidip geliyorum. Bütün projeleri dış büromda hazırlıyoruz. Yurtdışındaki ve buradaki işlerimin durumuna göre İstanbul’a gidip geliyorum. Buradan bir proje isteniyor ise teknolojik bakımdan yüklü bir projeyse yurtdışında da çalışıyor olmanın avantajından faydalanıyorum. Yurtdışındaki teknolojiyi buradakine adapte ederek kullanıyoruz. Dolayısıyla konsept projesi tamamen bana ait olan projelerin bütün ilerleme etaplarını da kontrol ediyorum.

ZG: Bundan 40 – 50 yıl önce Türkiye’de mimarlık yapmakla bugün mimarlık anlayışı arasındaki farklar neler? İşverenle ilişki kurmak kolaylaştı mı, yoksa daha mı zor? İşverenlerin bakış açısı değişti mi?

MH: Bugünkü işveren kalitesi eskiye nazaran çok düşük, bu kesin. Bazı anılarım var, onları düşününce müthiş hisleniyorum ve bugünkü durumla mukayese ederken onları baz olarak alabiliyorum.

Bugün bazı holding sahipleriyle görüşmelerimiz olduğunda, birçoğu ya bir şeyleri unutuyor ya da verdikleri cevaplar benim sorularımın tam karşılığı olmuyor. Oysa eskiden her şey çok netti. Mesela 30 – 35 yaşlarındayken rahmetli Vehbi Koç’a bir şey sorduğumda mutlaka 48 saat içerisinde yazılı olarak bana cevap verirdi. Üstelik kaliteli bir insanda olması gereken çocuk saflığında cevaplar verirdi. Mesela Tofaş – Aygaz binalarının açılışından iki gün sonra bir yazısında: “Bu projeyi, kullanılmaya başladıktan sonra anladım ve sizi daima takdir ettim,” diyor. Bunu bugün kim söyleyebilir? Amerika’da ameliyat olduktan sonra yazdığı mektubunda da “Benim sıhhatimle çocuklarımdan önce siz ilgilendiniz,” diyor. İşte en büyük, en zengin holding sahiplerinden biri.

Asım Kocabıyık’ın bir yazısı var, “Dünya çapında mükemmel bir mimarsınız. Bana Borusan Otomotiv Nurhan Kocabıyık Okulu’nu, İstinye’yi yaptınız. Ama üzüldüğüm bir konu var, isminizi yaşatacak bir çocuk yapmadınız,” diyor. İsminizin yaşaması çocuğunuza bağlı değildir, yaşadığınız sürece yaptığınız işler isminizi yaşatır.

Bülent Eczacıbaşı’nın çok güzel yazıları var, Prens Charles’ın var, Suudi Arabistan Ordu Kumandanı General M. T. Tunusi’nin, İran Şahı Pehlevi’nin yazıları var. Mesela Kaliforniya Politeknik Üniversitesi Rektörü W. Mike Martin bir yazısında “Sizi buraya profesör olarak davet etmemizdeki gaye, yalnız talebelerimize değil, biz hocalara da ders vermenizdir,” diyor. Bunu bir Amerikalı kolay kolay söylemez.

Alman BMW Genel Müdürü Rudolf Wallisch ve Genel Müdür Yardımcısı Hans de Visser’in çift imzalı bir yazısı var ki, edebi bir eser niteliğinde: “Sizinle BMW’nin açılışında tanışmaktan şeref duydum. Her girdiğimiz mekanda BMW teknolojisiyle sanatsal birleşimin bugüne kadarki en güzel harmonisini gördük. Güzel kelimesi yaptığınız binayı tarif etmeye kafi değil. Bu binanız Türkiye’yi ve İstanbul’u dünyaya tanıtan bir bina olacaktır,” diyor. Daha sonra da bir vesika gönderdiler, girişte, holde asılıdır, orada da BMW için proje yapacak bütün mimarların Türkiye’ye gelip İstinye’deki BMW Binası’nı görmelerini şart koşuyor.

Geçenlerde, henüz bir sene olmadı, bir grup mimar İstanbul’u gezmeye gelmiş ve Le Corbusier’in binasını görmek istediklerini söylemişler. Otel resepsiyonundan bana telefon ettiler, biz bilmiyoruz Metin bey siz yardımcı olabilir misiniz diye. Düşündüm, ben öyle bir bina bilmiyorum. Çocuklara sordum onlar da bilmiyor ama görmeye geldiklerine göre herhalde vardır dedim ve kendilerine sorabilmek için aşağıya indim. O sırada grup da dışarıya çıkmış, yanlarına gittim, 7 – 8 kişilik bir gruptu. Biri “Biz Le Corbusier’in binasını arıyorduk ama galiba yardımınıza ihtiyaç kalmadı, bulduk,” dedi, nerede buldunuz diye sordum, parmağıyla Harbiye Orduevi’ni gösterdi. Le Corbusier’in çalışmalarına benzetmişler. Onu ben yaptım deyince çok şaşırdılar.

Bütün bunlar benim için çok büyük iftihar kaynağı.

ZG: Metin Bey, yurtdışında çalışmakla Türkiye’de çalışmak arasındaki farkı anlatır mısınız?

MH: Çok farklı. Her şeyden önce yurtdışında mesleki ve özel hayatınızı ayırabiliyorsunuz. Özel hayatınızdan zaman çalarak mesleğinizle ilgilenebilirsiniz tabii ama ecnebi çalıştırıyorsanız onlar bu işe iştirak etmez. Milyon verseniz Cuma günü öğleden sonra ve Cumartesi – Pazar günleri çalıştıramazsınız onları, seyahate de gönderemezsiniz. Dolayısıyla kurallar ve süreçler çok farklı. Burada mal sahibi projeyi yapmaya 10 senede karar verir fakat size geldiğinde o projenin iki ayda hazırlanmasını ister, yurtdışında ise her şey çok önceden programlanır, proje için uzun bir süre verilir. Yurtdışında işveren bir kere sizi seçtikten sonra işinize karışmaz. Dolayısıyla imar durumu gibi muamelelerde bizde olan komplikasyonlar orada hiçbir zaman yaşanmaz. Çoğu zaman zaten siz kendiniz serbest olarak ölçüsünü, etrafıyla uygunluğunu düşünürsünüz, buradaki gibi oradan içeriye şu kadar metre girilecek, maksimum şu kadar yükseklik olacak gibi sınırlar yurtdışında yok. Türkiye’deki bu durum giderek kötüleşiyor, bir proje için 50 tane imza almanız gerekiyor. İtfaiye’nin onayından geçerken, itfaiye buraya 3 tane daha merdiven koy diyor, ona da mal sahibi yer kaybediyorum diye karşı çıkıyor. Yangın sırasında insan 33 metreden fazla koşamazmış, bina zaten tek katlı yangında adam pencereden kaçacak, neden 33 metre? O şartnameyi hazırlayan bu işi hakikaten bilen biri mi? sorusu akla geliyor. Ben şimdi bir ameliyat şartnamesi hazırlasam apandisit ameliyatı böyle yapılır diye, adam ameliyat masasında kalır. Bu da aynı şey. Bir yerde çatı arasını %33 kullanırsın diyor, bir yerde %15, başka bir yerde %45. Anlaşılır gibi değil ve bu ölçüler hatta aynı bölgelerde durmadan değişiyor.

Şimdilik 60 metreyi geçmesin şartı ile proje geliyor, ama siz bir de 150 metreye göre yapın, büro diye başlayalım ama sonra otele çevireceğiz bu binayı diyorlar. Niye böyle yapıyorsunuz dediğim zaman onlar bana öğretiyor: “Otel müsaadesi almak için Ankara’ya gitmek lazım, o zaman bir senede çıkmaz müsaade. Baştan ofis diye başlayalım ama siz temelleri 150 metreye göre yapın,” diyorlar. Onay verenler de sormuyorlar, neden 60 metrelik bina için 70 metre temel kazığı çakıyorsun diye.

Biraz evvel konuştuğumuz konuya geliyoruz, bölgesel ihtiyaçlar çok önemli. Nüfus ve etaplı artışı belli ve kontrollü olsa, lekeler doğru yerleştirilse, belki bu trafiğe bu yolların dörtte biri yeterli gelecek. Her bölgenin hastanesi, okulu, çarşısı olsa, bir yerden başka bir yere gitmemiz gerekmeyecek. Bakıyorsunuz, Beylikdüzü’nde 150’şer metre arayla 3 tane alışveriş merkezi yapılıyor. Şimdi herkes buna merak sardı. Sonra basında “500 tane daha çarşıya ihtiyaç var,” haberleri çıkıyor. İstinyepark’a gitmeye çalışıyorsunuz yol kapanıyor. O zaman yoldan vazgeç, 50’şer kişilik helikopterlerle insanları götür getir. Tüneller inşa ediliyor ama ne yaparsan yap çözemezsin bu durumu. Her yıl şehre 100.000 araba geliyor, nüfus belli değil. İstanbul’da inşaat sektörü canlı diye adam Diyarbakır’dan, Gaziantep’ten, Urfa’dan kalkıp geliyor, ailesini de getiriyor, kendine bir de gecekondu yapıyor, ondan sonra da oy veriyor. Böyle giderse işin içinden çıkamazsınız, herkes kendi bölgesinde kendi hayatını yaşamalı. Ona rahat yaşama imkanlarını hazırla ki İstanbul’a gelmeye ihtiyaç duymasın, planlamalar ve tatbikatı müsbet netice verebilsin.

ZG: 2002 yılında Arkitera Diyalog’a konuk olduğunuzda telif hakları konusunda yaşadığınız sorunlara değinmiştiniz. Stad Oteli Projesi’nde nasıl sorunlarla karşılaştınız ve Türkiye’de telif hakkı konusunda neler düşünüyorsunuz?

MH: Stad Oteli’ni Site Kollektif olarak, ben, Doğan ve Sami beraber yapmıştık ve yarışmayı kazanmıştık. O zamanki hükümet programına göre mal sahibi olan Emekli Sandığı, 3 yıldızlı olarak inşa edilen oteli 5 yıldızlıya çevirmek istedi. Otel, Radisson’a verilecekti, Radisson’un ortağı da Beşiktaş’ın eski yöneticisi Bilgili’ydi. Onlar bu işi yurtdışından bir mimara veriyorlar. Benden, “Ortağınız Sami Sisa öldü, Doğan Tekeli de başka bir mimara verebilirsiniz diye yazı verdi, siz de bir yazı verir misiniz?” diyerek izin istediler. Bu işin hatalarını biliyor musunuz diye sordum ve anlattım; bir, ecnebi mimara fazla para verirsiniz; iki, hukuka aykırı hareket etmiş olursunuz; üç, bizim bu işe yatkınlığımız mimari ve hukuki açıdan bu verdiğiniz insandan daha fazla, dolayısıyla daha ekonomik, daha hukuka paralel ve daha kaliteli bir bina için bu işi bize vermeniz gerekir. Doğan vazgeçmiş olabilir, o zaman bana verin. “Bize anlayış gösterin,” dediler, “Asıl siz anlayış gösterin, en başta memleket için zararlı bir iş yapıyorsunuz,” dedim. Gittiler, geldiler, sonunda bir mimara verdiler, üç misli fiyata. Mahkemeye verdik ve kazandık. Karşı taraf bir şey değişmeyecek diyerek başka bir dava açmış, o davayı da onlar kazandı. Bizim avukat “Metin Bey bir şey değişmeyecekmiş,” deyince, “Bir şey değişmez olur mu, bir şey değişmeyecekse neden satın aldılar da 3 yıldızlıdan 5 yıldızlıya dönüştürmeye çalışıyorlar?” dedim. Bir kere odalar büyüyecek, bir tane restoran vardı en az üç tane olması gerekecek, arkadaki sinema salonu toplantı merkezi olacak, otopark mecburiyeti var onu ayarlamaları lazım, yani her şey değişecek. Dava sonunda mahkeme onların lehine karar verdi, biz Danıştay mahkemesine gittik, bu sefer daha önceki mahkemede karar veren hakimi bu davaya üye olarak soktular ve bizim dosyamızın incelenmesini yine ona verdiler. Değişen hiçbir şey olmadı. 1,5 milyar alacağımız vardı, mahkeme kapandı.

Türkiye’de mimari telif hakkının ne olduğu tam olarak bilinmiyor. Avrupa’ya iki – üç hakim gönderdiler, telif hakları mahkemesi için, orada bir iki ay staj görüp gelmişler. Böyle bir şey yeterli olabilir mi? Onlar bu işi iyi öğrenmiş olsalar bile, kanuni tatbikatı yapılmadan misal teşkil etmeden doğru neticenin alınabilmesi imkanı çok kısıtlı. Dolayısıyla hukuken hakkınız çiğneniyorsa bile mahkemeye başvurma kararınızı iyi düşünmek gerekir.

1999 – 2001 yıllarında yaptığım organik mimari çalışmaların şimdi kopyaları çıkmaya başladı. Artık herkes organikten bahsediyor. Herkes alsın baksın, kopya çeksin, istediğini yapsın umurumda değil, çünkü Türkiye’de telif hakları mevzuu işlemiyor. Telif hakkı, çok medeni ülkelerde anlaşılıp, işlenebilecek bir mevzu. Bir fikri siz mi keşfettiniz yoksa bir yerden kopya mı çektiniz, bunu anlatabilmek, anlayabilmek çok zor ve onu değerlendirecek zihniyet henüz mevcut değil.

ZG: Yaptığınız binalara müdahale edilmesine nasıl tepki gösteriyorsunuz?

MH: Hiçbir şey yapmıyorum. Türkiye Sınai Kalkınma Bankası Genel Müdürü Rahmetli Reşit Egeli’yi ziyarete gitmiştim. Tam belirlediğimiz saatte gittim ve kapısını vurdum, iki dakika bekleyin dedi. Öyle deyince üzüldüm erken mi geldim acaba diye. İki dakika sonra kapıyı açtı buyrun dedi. Rahatsız ediyorsam gelmeyeyim dedim, “Hayır, gömleğimle oturuyordum, ceketimi giymek için müsade istedim,” dedi. O zaman 30 yaşındaydım, Reşit bey de belki 55 yaşındaydı. Böyle bir muameleyi, nezaketi bugün kimse göstermez.

O zaman Reşit Bey’le 1969’da yapılan inşaatın 2004’te cephesini bana restore ettirdiler. Müellifi olduğum TSKB binasının güçlendirmeye ihtiyacı olup olmadığını anlamak için 3 tane profesör çağırmışlar, onlar da güçlendirmeye gerek yok diye rapor vermişler. Bana geldiler, güçlendirme gerekmiyormuş, cepheyi yapar mısınız diye? “Nasıl denetlendi, kaplama kaldırılıp betondan örnek alındı mı?” diye sordum, bu denetim sırasında yapılması gereken işlemler var dedim. O bina 38 – 40 sene boyunca denizden rüzgar, tuz ve nem aldı. Cephe ne kadar alüminyum kaplı olsa da, kaplamalardaki oksitlenme arkaya da sıçrar. “Metin Bey çok hasassınız,” dediler. “Bunu sizin için söylüyorum,” dedim. Çok iyi bir statik projesi olan bir binaydı ama sonuçta zelzeleden bahsediyorsak bunun iyi kontrol edilmesi lazım. Peki dediler ve Japonya’da da zelzele çalışmaları yapan Danimarkalı bir grup çağırdılar. O grup kaplamaları söküp örnek aldı ve derhal güçlendirme yapılması gerekiyor dediler. Raporları aldık ve önceki ekibi çağırıp, onlara raporları gösterdik. Bu sefer “Evet lazım,” dediler. Bunun üzerine beton perde duvarların olduğu bir proje hazırlamışlar ve çalışmalar bir sene sürer demişler. “1,5 milyon Dolar’a mal olur ve bu süre içerisinde binayı boşaltmanız lazım, başka bir yere geçin,” demişler. Bana sordular, böyle şey olmaz dedim, öncelikle bu bina, Kabataş’ta deniz seviyesi altına inen yegane bina, çanak içinde oturuyor. Katları 20 cm’lik kirişsiz döşemeyle geçtik, böylece bir kat kazandırdık. Bugün bile asma tavanlı döşemeler 45 – 50 cm aşağı yapılamıyor. Biz 20 cm olabilmesi için aşağıya iki kat bodrum koyduk, oradan havalandırma için tazyikli hava veriliyor. Asma tavan yüksekliği 10 cm. Bodrum kata perde inecek olursa, perdenin temeli suyun altına nasıl inşa edilecek? Ekibi tekrar çağırdık, ben de buradaki mühendisimi çağırdım, oturun konuşun dedik. Sonuçta 340.000 Dolar’a, 3 ayda yeni bir mafsallı çapraz çelik sistemle güçlendirmesi yapıldı. Bilgisayarda deprem testleri yapıldı, gereken kolonlar güçlendirildi. Bu çalışmalar sırasında kimse binadan çıkmadı, herkes işine devam etti.

Bana işlerini bozduğum için kızmışlar, iç mimarisi için başkasıyla çalışmak istediklerini söylediler, telif haklarına aykırı dedim. Bu sefer, “İstediğimiz koltuğu alamayacak mıyız?” diye sordular. Mahkemeden bir heyet geldi, incelediler ve beni haklı buldular. Buna rağmen başlattığım mahkemeyi iptal ettim ve “Size en büyük cezayı mahkeme değil siz kendiniz vereceksiniz. Madem bu durumu göremiyorsunuz, o zaman anlayabildiğiniz şekilde devam edin,” dedim. 1 milyon Dolar statikten kazandılar, 8 – 9 ay zaman kazandılar, yoksa binadan çıkmaları gerekecekti, bunları düşünemediler. Ben çok dik konuşuyormuşum, onların sistemine uymuyormuşum. Şimdi orada çalışanların hepsi şikayet ediyor, iç mimari ve dekorasyon hem masraflı oldu, hem binaya uyum sağlamadı diyorlar.

ZG: Yurtiçinde ve yurtdışında üniversitelere çağırılmışsınız ve ders vermişsiniz. Akademik hayata nasıl bakıyorsunuz?

MH: Hiçbir zaman devamlı hoca olmak istemedim. Çünkü o apayrı bir iş. Zaten bana sorarsanız bütün bir sınıfa ders vermekten hiçbir netice çıkmaz, orada sizi dinleyip anlayacak olanlar 100 kişinin içerisinde 3 – 5 kişidir. Bir de bu devamlılık isteyen bir iş, bizim zamanımızdaki cemiyetteki sükunet ve anlayış olmadığı için, bugünkü karmaşa içerisinde siz bilgiyi hap gibi ağızlarına verseniz bile, onların bunu idrak edip anlaması çok zor.

Arkadaşlarımın kulakları çınlasın, akşamları evlerine giderken bir kitap versem, yarım saat bak desem, ne yapıp edip bırakıyorlar kitabı öyle gidiyorlar. Ben kendimi düşünüyorum, kütüphaneden çıkmazdım. Bakmadıkça, düşünmedikçe, buraya gelip bilgisayar kullanmakla olmaz ki. Ne çiziyorsun evladım diyorum, öyle duruyor. Önce bir otur krokisini yap, ne yapacağını belirle sonra onu bilgisayara aktar.

Bugünkü anlayış ile mimarinin insanlığa hizmet verecek süreçleri giderek kısalıyor. Bir bina yapıyorsunuz on senede kullanılmaz hale geliyor. Ondan sonra da iftiharla bakıyorsunuz 800 senelik abidevi yapı ne kadar güzel duruyor diye. İkisi arasında farka bakılsa, bunun nereden geldiği idrak edilebilse mesele hallolacak.

Etiketler

Bir yanıt yazın