Ran Studio'nun "Dışişleri Şehitleri Anıtı ve Anı Mekânı Fikir Projesi Yarışması" için tasarladığı proje, eşdeğer mansiyon ödülünü kazandı.
“Yaşayan Taşlar”, Ankara’nın Çankaya ilçesindeki Botanik Parkı’nın içinde konumlanmaktadır. Bu park yalnızca bir yeşil alan değil; kent ile doğa arasında, gündelik olanla düşünsel olan arasında kurulan bir eşik mekânıdır. Anıt da bu eşikte, park ile kent sel aks arasında kurulmuş sessiz bir diyalogun ilk cümlesi gibi yerleştirilmiştir.
Ziyaretçi alana giriş yaptığında, parkın yumuşak topografyası içinde beliren taşlarla karşılaşır. Taşlar dik değildir; hafifçe yön değiştirmiş, bazısı kendini gölgeye almış, bazısı sessizce yukarı uzanmıştır.
Bu ilk karşılaşma tanıdık ama açıklanamayan bir his bırakır: bir merak, bir sessizlik, bir ağırlık. Bu eşik yalnızca parkın içsel kurgusuyla sınırlı değildir. Anıt, aynı zamanda Çankaya Caddesi’nin kent belleğindeki gücüne cevap verir. Ankara’nın önemli ulaşım ve temsil akslarından biri olan bu cadde, yalnızca bir geçiş değil; aynı zamanda bir hafıza koridorudur. Burada yer alan anıt, yalnızca bir sembol değil, aynı zamanda Botanik Bahçesi’ne açılan yeni bir kapıdır. Ziyaretçileri doğayla ve sessizlikle buluşturan bu giriş, gündelikten hafızaya geçişin mimarisine dönüşür.
Anıtın yer aldığı topografya, belirgin bir eğime sahiptir. Mevcut setlenmiş yapı parçalanarak, ziyaretçiyi adım adım yönlendiren katmanlı bir yüzey önerilmiştir. Bu yüzey, yalnızca geçilen bir zemin değil; üzerinde vakit geçirilen, oturulan, durulan ve düşünülen bir sosyal topograf ya olarak kurgulanmıştır.
Yüzey, başlangıçta bir grid sistemine göre yerleşir. Ancak bu grid zamanla bozulur, kırılır, yön değiştirir. Kimi yerde yükselir, kimi yerde gömülür. Böylece taşlar yalnızca yerle ilişkilenmez, o ilişkiyi kırar, bozar, yeniden kurar. Her taşın çıkışı, toprağın hafızasını yukarıya taşır. Bu parçalanmış gridin içinde insanlar yalnızca dolaşmaz; birbirleriyle karşılaşır, çocuklar oynar, gençler oturur, yaşlılar izler. Anıt, artık yalnızca bir hatırlama alanı değil, aynı zamanda yaşayan bir yüzeye dönüşür.
Ziyaretçiler alana girdiklerinde, yönleri ve yükseklikleri farklı taşlarla karşılaşır. Her taş farklı bir bakış açısı sunar. Yaklaştıkça girintiler, yüzeydeki oyunlar ve semboller ortaya çıkar; anlam dikte edilmez, sezdirilir.
Adolf Loos’un dediği gibi:
“Ormanda iki metre boyunda, bir metre genişliğinde, yuvarlatılmış, piramit biçiminde bir tümsekle karşılaştığımızda, içimizden bir ses fısıldar: ‘Burada biri gömülü.’ İşte bu, mimaridir.”
Bu topraklarda taş sadece yapı malzemesi değil, hafıza taşıyıcısıdır. Anadolu ’dan Orta Asya’ya uzanan coğraf yada geçmiş, çoğu zaman kelimelerle değil taşlarla yazılmıştır.
Göktürk Yazıtları’ndan Hitit stellerine, balballardan Roma mezar anıtlarına kadar taşlar sessiz tanıklardır.
“Yaşayan Taşlar” projesinde yer alan her taş, bu kültürel mirasın modern bir devamı. Üzerlerinde yazı yoktur; ama izler vardır. Çizgiler, semboller ve sessizlik taşın yüzeyinde barınır. Taşlar konuşmaz; ama duyurur. Her taş, temsil ettiği ülkeye doğru yönlendirilmiş, oradan esen rüzgârı sessizce dinlemeye bırakılmıştır. Taşların tepesindeki rüzgar çanları, geçmişin taş sessizliğine bugünün sesini katar; kimi zaman bir uğultu, kimi zaman zar zor duyulan bir titreşimle…
Bu anıt sadece diplomatları anmaz; taşla düşünen, taşla yas tutan ve taşla iz bırakan bir kültürün de çağdaş hafıza biçimini temsil eder.
Anıtta 17 taş bulunur; çünkü 17 ayrı ülkede diplomatlarımız katledildi. Her taşın boyu, o ülkedeki şehit sayısıyla doğru orantılıdır. Bazı taşlarda bir iz, bazılarında beş.
Taşların üzerindeki soyut semboller bir alfabe oluşturmaz; izleyiciye kendi anlamını çağrıştırır. Her taşın tepesindeki rüzgar çanları, rüzgâra göre farklı sesler çıkarır; sessizliğin içinden yükselen bir hafıza korosu gibi…
Taşların yüzeyinde herhangi bir yazı yoktur. İsimler bile ya içe kazınmıştır ya da gölgede kalmıştır. Çünkü bu anıt, isimleri haykırmak için değil; sessizliğin içinden bir iz bırakmak için vardır. Yatay çizgiler her bireyin hatırasını taşır. Küçük oyuklar yaşamdan alınmışlığı, geçmişten bugüne uzanan sessiz tanıklığı hissettirir. Taşların üzerindeki soyut işaretler, bir dil değil; bir anlatı oluşturur.
Mezar taşı gibi değil, bir hafıza yüzeyi gibi davranır.