Şimdi İstanbul, 1940’larda şekillendi

Aron Angel, Türkiye'nin ilk şehir planlamacısı. 1916'da doğan, 2010 yılında ölünceye kadar mimarlık yapan Angel'in hayat hikâyesi, bize aynı zamanda 1940'lı yıllardan bugüne İstanbul'un çehresinin nasıl değiştiğini anlatıyor.

Batı literatüründe otobiyografik ve biyografik yayınlar oldukça yaygındır; bu metinler hem bir toplumun sıra dışı insanlarını belgeler, hem bir dönemin düşüncelerine, eserlerine kaynaklık ederek tarihi bir nitelik taşır hem de geleceği şekillendirmede katkıda bulunur. Amerikalı tarihçi Charles Mclean Andrews; “Bir milletin kendi tarihine yaklaşımı kendi ruhuna açılan bir pencere gibidir ve bir milleti oluşturanlar şayet onların şimdi ne olduklarına sebep olan geçmişe karşı dürüstlük, merhamet, açık fikirlilik, hür ve artan bir anlayış göstermeyi reddederler ise, zamanın getirdiği büyük vecibeleri yerine getirmeleri beklenemez” demektedir.

6 Haziran 1916 günü İstanbul Yeldeğirmeni’nde doğan Aron Angel günümüzde pek örneğine rastlanmayan sıra dışı insanlarımızdan biridir. Orta öğrenimini Beneberit Musevi Lisesi’nde tamamlayan Aron, 1934-1937 yılları arasında Yüksek Mühendis Mektebi’nde öğrenim görür. Kısa süre sonra Paris’e giderek Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık, Institut d’Urbanisme’de şehircilik okur. 1940 yılında her iki okuldan da mezun olarak İstanbul’a döner. Diploma denkliği için bir süre Güzel Sanatlar Akademisi’ne devam ederek 1942’de yüksek mimar unvanına sahip olur, ancak Aron’un okuma azmi devam etmektedir. 1945 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki doktora çalışmaları sonrası Bizantoloji dalında doktora derecesine layık bulunur.

Angel’in “Sağlığım el verdikçe de çalışmak, bildiklerimi ve deneyimlerimi beni dinlemek isteyen herkesle paylaşmak niyetindeyim. İngilizce soyadımı soranlara ‘Angel but without wings’ (Melek ama kanatsız) diye takılırım” sözleri, hayatı bir öğrenme ve eğlence olan gören bir insanın dünyaya bakışını özetlemektedir (s.16).

KARİKATÜRLERE KONU OLDU
1944 yılında İstanbul Nazım Planı çalışmalarını yürüten ve Aron Angel’in Paris’teki eğitimi sırasında hocası olan Henri Prost onu ekibinde çalışmaya davet eder. Sekiz yıl süren bu birliktelik sonrası 1952 yılında Henri Prost’un sözleşmesi biter ve yenilenmez. Prost’un yerine Aron Angel, İstanbul Nazım Planı başdanışmanı atanır. Ancak kısa süre sonra Nazım Plan ilkeleri dışında 2 nolu Park Alanı’na Hilton Oteli’nin inşaatı gündeme gelir. Bu girişime karşı şiddetle itiraz eden Angel, “Şahsi menfaatlerin revaçta olduğu bir müessesede çalışmaktan utanç duyuyorum” diyerek belediyedeki görevinden istifa eder. 10 yıla yakın süren bürokratlık macerasından sonra Tünel’de kendi bürosunu kurar ve 2010 yılındaki vefatına kadar mimarlık macerasına devam eder.

Aron Angel’in anıları başta Henri Prost olmak üzere birlikte çalıştığı insanlar, nüfusu bir milyonu aşmayan İstanbul’un çağdaş bir şehre dönüşmesi için ürettikleri öneriler, çoğumuz tarafından ne yazık ki bilinmez. İyi bir aile babası, eğlenceli bir insan ve zaman zaman karikatürlere konu olan dolu dolu yaşanmış bir hayat (s. 180-81). Eğer bu insanın hayatı nasıl yaşadığını anlamak istersek, özellikle Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nin düzenlediği bir etkinlikte yaptığı konuşmayı okumamız gerekiyor (s. 170-80).

OLİMPİYAT HAYALİ
18 Haziran 1943 günü dönemin Vali ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar’ın İstanbul Radyosu’ndan yaptığı açıklamalar ibret verici birer belgedir. Kırdar, bu konuşmasında amacının 10 yıl içinde İstanbul’u imar etmek ve güzelleştirmek olduğunu söyler. Öncelikle Fatih Sultan Mehmet’in bir heykelini yaptırıp şehri süsleyecektir. Bu arada Sarayburnu’ndan Yedikule’ye kadar geniş bir bulvar yapılacağından, Bayrampaşa bölgesinde bir Olimpiyat Köyü inşasından, 1952 Olimpiyat Oyunları’nın İstanbul’da yapılması için gereken çalışmalara başlandığından söz eder. Bu arada Sultanahmet Meydanı, Cumhuriyet ve Devrim Meydanı yeniden düzenlenecektir (s. 96-97 ve s. 166-67). Çok daha sonraları büyük protestolara karşı gerçekleştirilecek olan Taksim Şişhane arasında en kısa sürede Tarlabaşı Bulvarı’nın açılacağını müjdeler (s. 168).

Ne yazık ki çok yakın bir tarihte de olsa geçmişe dair bilgimiz çok az. İstanbul’da yeniden düzenlenen hemen her şeyin aniden gündeme geldiği konusunda bir yanılgımız var. Çünkü geçmişte düşünülen ve üzerinde çalışılan pek çok konu hakkında yayın olmadığı için bilgimizin çoğu dedikodu niteliğindeki duyumlardan oluşuyor. Hiç aklımıza gelir mi, 1984 sonrası Tarlabaşı yok ediliyor diye bağırdığımız yıkım, daha 1943 yılında planlanmış. Planlanmış ve en kısa süre içinde yapılacağı konusunda söz verilmiş ama, ancak 40 yılı aşkın süre sonra gerçekleştirilebilmiş. Ya Cumhuriyet ve Devrim Meydanı; eğer bu proje gerçekleştirilmiş olsa, ne Defter-i Hakanî Binası’ndan, ne de İbrahim Paşa Sarayı’ndan günümüze bir şey kalırdı. Altlarında yatan arkeolojik kalıntıların kültürel değerleri bir yana, Sultanahmet Camii ile Ayasofya’nın görünümünü büyük oranda etkileyecek Adliye Sarayı ile Vilayet Sarayı korkunç birer yapı olarak bir dönemin İstanbul’a armağanı olarak hayatımızı etkileyecekti. Sultanahmet Meydanı’nda başarılı olamayan bu tavır, ne yazık ki Taksim Kışlası’nın yıkarak bu faaliyeti bir başka meydanda gerçekleştirir (s. 93).

Suriçi ve Beyoğlu bölgesi için gaddarca diyebileceğimiz önerilerin yanı sıra, Bağdat Caddesi’nin oluşturulması, Fenerbahçe’nin bir Park Alanı olarak düzenlenmesi gibi günümüzde şehrin nefes alacağı yeni alanların yaratılması da sağlanır. Sanırım Doğu düşüncesinin en büyük handikapı, bir yandan gelişim ve ilerleme için çok iyi değerlendirmeler yapılıp, olumlu düşünce ve eylemler gerçekleştirilirken, diğer yandan İstanbul gibi bin yıllara uzanan bir tarihin birikimi olan bir şehre acımasız müdahaleler yapılmasıdır.

1930 ila 1950 yılları arasında İstanbul’un imarı ve güzelleştirilmesi amacıyla yapılan bu çalışmaları birinci ağızdan dinlemek ve dönemin belgelerini seyretmek gerçekten ilginç bir serüven. Unutmayalım ki bugün şehrimizde yapılmaya çalışılan pek çok girişimin, belki eylem olarak değil ama düşünce olarak çok eskilere uzanan bir geçmişi var.

İstanbul’un yarını ne olacak diye düşünenlere, nüfusu bir milyonu geçmeyen şehrimiz için geçmişte neler düşünüldüğü konusunda bilgi veren ve Oktay Erdikmen tarafından derlenen bu kitabı okumalarını öneririm.

Etiketler

Bir yanıt yazın