Mimarinin çıkmaz sokağı

Yeni Şafak Gazetesi yazarı Gökhan Özcan'ın Çamlıca Camisi üzerine yazısı...

Şu günlerde herkes haklı olarak Çamlıca tepesine yapılacak olan camiyi konuşuyor. Caminin yapımı için açılan yarışmanın jürisi dahil olmak üzere hemen herkesin çeşitli şiddetlerde bir “içine sindirememe” durumu yaşadığı anlaşılıyor. Başka türlü bir netice ortaya çıkması bekleniyordu demek ki! Eğer öyleyse, bu haksız bir beklenti… Cami mimarisi, şehir mimarisi ya da uzatmayalım isterseniz, doğrudan mimari konusunda, yüz yılı aşkın bir zamandır birkaç istisna şahsiyet dışında neredeyse hiç kafa yormamış bir toplumun, bir gün sırf ucuna iyi bir ödül kondu diye yeni bir Selimiye tasarlayabileceğini mi düşünüyorduk yani? İtiraf edelim; bütün bir Cumhuriyet tarihimiz boyunca, “Camilerimizi nasıl yapalım?” sorusu, mesela “Eurovision’a kimi gönderelim?” sorusu kadar olsun yer bulabildi mi bizim toplumsal hayatımızda?

Ne yaptık o yüzyılı aşkın zaman içinde?

Güzelim şehirlerimizi berbat şehirler haline getirdik.

Asırlar boyunca en güzel örneklerini sergilediğimiz çok boyutlu, çok katmanlı, çok kültürlü bir mimari geleneği adeta buharlaştırdık.

Cumhuriyetin ilk yıllarında devletin prestijini kurtarsınlar diye yabancı mimarlar getirdik, şehirlerimize tamamı Batı mimarisinin ikinci sınıf taklitleri olan kamu binaları yaptırdık. Bu kimlik parçalanmasının bir neticesi olarak hiçbir yere ait olamayan sivillerimiz de kendine göre bir kafa karışıklığı mimarisi üretti ve bu çirkinliği her yere yaydı. Kötü evler, berbat apartmanlar, beton şehirler… Kara gri ürkütücü devlet yapıları, zevksiz zengin konakları, iç karartıcı toplu konutlar, iğreti kondular… İlave olarak asık suratlı hastane binaları, köhne okullar, zevksiz yollar, köprüler, geçitler… Hangi şehirde oturduğunuz önemli değil, bakın etrafınıza göreceksiniz… Cumhuriyet tarihimiz bir mimari iflas olarak okunabiliyor bizim şehirlerimizden.

Camilerimiz bu iflastan elbette payını aldı. Her gün yeni camiler yapıyoruz ve daha havalısını yapmaya çalıştıkça işi daha da berbat ediyoruz. Camiler, yaptırma derneklerinin mahalleler arası üste çıkma malzemesi oldu maalesef… Biri yüksek yaparsa, diğeri daha büyük yapıyor. Biri daha büyük yaparsa, daha büyük… Fotoğraf ortada: Ekseriyeti zevksiz, abartılı, taşıdığı değerlerle, çevresiyle ve kendisiyle uyumsuz binlerce cami. Beş metrekare camiye iki üç şerefeli acayip minareler… Apartman gibi kat kat çıkıp üstüne kubbe kondurulan müteahhit cinayetleri… Üstlerinde baz istasyonları, altlarında marketler… İyisini, güzelini, zevklisini yapamıyoruz bari ecdadınkileri rahat bıraksak… Asırlık camilerin paha biçilmez duvarlarına elektrik tesisatları, tespih çivileri, kalorifar petekleri, klima oyukları… Yetmedi, hayır olsun diye asırlık taş duvarları boydan boya kapatan, örten, çirkinleştiren alakasız elektronik yazı, namaz saati, vs. panoları… Her yerde, her yörede, hemen her camide… Sonra bir gün bir yarışma açacağız ve içimizden bir Sinan çıkacak! Çok bekleriz biz onu.

Bendeniz acizane meselenin özüne bakmaktan yanayım. Bir projeyi ortaya alıp pataklamaktan ziyade, koskoca bir milletin bir cami tasavvur etmek konusundaki dramatik acziyetine bakmalıyız yakından.

Bir insanın hayata, evine barkına, köyüne, kasabasına, şehrine, etrafına, dünyaya bakışında bir arıza olmasa, böyle bir çirkinlik mimarisi alıp götürebilir miydi her yeri?

Peki kendimize şöyle içe sinecek bir ibadethane tasavvur etmekteki bu gizlenemez acziyetimiz neyin işaretidir, onu da varın siz düşünün!

Etiketler

Bir yanıt yazın