“Mimar Sinan’n Çıraklık, Kalfalık, Ustalık Dönemi Yoktu”

Harvard Üniversitesi Ağa Han İslam Sanatı Kürsüsü Profesörü ve Ağa Han İslam Mimarisi Programı'nın direktörü Gülru Necipoğlu ile kitabı ve Mimar Sinan hakkında söyleşi...

Gülru Necipoğlu’nun daha önce İngiltere Reaktion Book Yayınevi ve Amerika Princeton Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanan The Age of Sinan: Architectural Culture in the Ottoman adlı eseri, “Sinan Çağı: Osmanlı İmparatorluğu’nda Mimarî Kültür” (Bilgi Üniversitesi Yayınları) adıyla Türkçeye çevrildi. Bilgi Üniversitesi tarafından, kitap vesilesiyle geçen hafta düzenlenen “Sinan ve Palladio” adlı konferansa katılmak üzere İstanbul’a gelen Necipoğlu, 20 yıl önce tasarladığı eserinde Mimar Sinan ile ilgili ezber bozan bilgiler veriyor, farklı bir ‘Mimarbaşı’ portresi çiziyor. İstinye’deki evinde yaptığımız röportajda Necipoğlu ayrıca, Topkapı Sarayı, 2010’da yapılması planlanan Sur-i Sultani projesi, son yıllardaki selatin cami özlemi ve restorasyonlarla ilgili eleştirilerde bulundu.

Kitabınızı yazarken, bugüne kadar yazılan eserleri bir kenara koyarak ilk kaynakları yeniden taradınız. Bilinenin aksine nasıl bir Mimar Sinan portresiyle karşılaştınız?

Araştırmaya başladığımda zannettim ki, Mimar Sinan ile ilgili bilinmeyen belgeler yine bulunur. Çünkü yeni arşiv katalogları yapıldı, eskiden okura açık olmayan belgeler ortaya çıktı. Fakat daha önceki araştırmacılar Mimar Sinan’ı çok güzel araştırmışlar anlaşılan. . Doğrudan doğruya Sinan’ın hayatına dair yeni bir belge bulamadım. Ama mevcut belgeleri yeniden gözden geçirince insan değişik yorumlar getirebiliyor. Kitabımı zenginleştiren yeni bilgiler Mimar Sinan’ın hamileriyle ve yapıların süreciyle ilgili. Burada önem verdiğim iki nokta var, eserlerin yapım süreci ve Mimarbaşı’nın yaşadığı çağda algılanışı. Yani Mimar Sinan’ın inşa ettiği eserlere bakanlar, kullananlar veyahut kendisini tanıyanlar onu nasıl tanımlamışlar? Mimar Sinan, hayattayken gerçekten büyük bir sanatçı mimar olarak algılandı mı, yoksa biz mi onu büyütüyoruz…

Bununla ilgili Prof. Dr. Uğur Tanyeli’nin iddiası vardı. Mimar Sinan’ın Cumhuriyet döneminde mitleştirildiğine dair. Kitabınızın Türkçe baskısında bu tartışmaya cevap veren bölümler eklediniz sanırım…

Evet, son senelerde Türkiye’de böyle bir tartışma oldu. ‘Mimar Sinan o eserleri tek başına yapmadı, birçok ustayla çalıştı ve sanatsal dahi kavramı o dönemde yoktu. Sinan’ı biz büyütüyoruz, Cumhuriyet döneminde keşfedildi çünkü bir milli dehaya ihtiyacımız vardı’ şeklinde fikirler ortaya atıldı. Bu görüşe katılmadığımı kitabımda belirttim. Mimar Sinan, kendi çağında o güne kadar gelmiş geçmiş en büyük mimar olarak algılanıyor. Daha yaşarken kabul görmüş, değeri fark edilmiş. Öldükten sonra keşfedilen biri değil. Alıntıladığım kaynaklar bunu yeterince gösteriyor.

Bu yorumların kaynağı nedir, nasıl ortaya çıkıyor?

Bu tür sonuçları çıkaranlar ya da yorumları yapanlar, genelde birincil kaynak veya arşiv araştırmasına lüzum görmüyor. Halbuki Farsça ve Osmanlıca yazılan 16. yüzyıl tarih kaynaklarında, bilhassa da Süleymanname’lerde, Mimar Sinan’ı müthiş metheden, göklere çıkaran bölümler var. “Parmaklarında bin marifet”, “zihni ve zekası ile çağın Aristo’su”, “bugün Öklid yaşasaydı Mimar Sinan’a yamak olurdu” gibi cümleler yer alıyor resmî tarihlerde. Biliyorsunuz İskenderiyeli matematikçi Öklid milattan önce 330-275 yıllarında yaşadı. Kitapta bunları alıntılıyorum. Kısacası Sinan’a yapılan bu atıflar, döneminin en önemli tarihçilerinin eserlerinde onun ne derece kabul gördüğünü gösteriyor.

Mimar Sinan döneminde yapılan camileri İstanbul haritasına yerleştirdim, buradan ne kadar büyük bir inşaat patlaması yaşandığı anlaşılıyor. Bunları kimler yaptırdı diye baktığımızda Osmanlı Devleti’nin en seçkinleri olduğunu görüyoruz. Tüccar sınıfından sadece iki kişi var ve ulema hiç yok. Aşağı yukarı da hepsi ya hanedan üyesi ya da devşirme. Türk kökenli paşalar epey az. Bu da oldukça ilginç.

Bunu nasıl yorumlamalıyız ya da nasıl anlamalıyız?

Şöyle yorumluyorum: 15. ve 16. yüzyıl devşirme ile kul sisteminin zirvesinde olduğu bir dönem. Gazalarla imparatorluk genişledikçe o yörelerden birçok Hıristiyan çocuk devşiriliyor. Onlar büyüdüklerinde Osmanlı’dan daha çok Osmanlı oluyorlar diyebiliriz. Biliyorsunuz Sinan’ın kendisi de Kayseri’nin Ağırnas köyünden İstanbul’a getirilen bir devşirme. Bana göre, devşirme kökenli seçkinler, kendi kimliklerini mimariye döktüklerinde çok iyi birer Müslüman olduklarını ispatlama ihtiyacı duyuyorlar. Kitapta daha çok Mimar Sinan’ın yaptığı camileri ve cami odaklı külliyeleri ele aldım. Bu camiler böyle bir duygunun ifadesi. Ancak buraya bir şerh düşelim: Bir saray ağası olan Sinan dahil, seçkin devşirmelerin vakfiyelerine baktığımızda bu eserleri, padişaha veya akranlarına yaranmak için değil, gerçek bir samimiyetle, hissiyatla gönülden yaptırdıkları göze çarpıyor.

Kitabınıza Sinan Çağı adını verirken sadece mimariyi kapsamadığı anlaşılıyor…

O dönemin inanç ve zihniyetlerini merak ettim. Araştırma yaparken benim için en ilginç kaynaklar, Ankara’da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde çalışırken taradığım vakfiyeler oldu. Çünkü, bu vakfiyelerden sadece birkaç tanesi çalışılmış. Kitabımda ele aldığım eserlerin aşağı yukarı yüzde doksanının vakfiyeleri Ankara’da mevcut. Vakfiyelere bakınca, daha çok hamilerin dünyası ortaya çıkıyor. Sinan’ın tek bir vakfiyesi var ve yayınlanmış. Mimar Sinan’ın kimliği hakkında bu vakfiyede çarpıcı ipuçları yer alıyor. Onun kimliği üzerine yürütülen yanlış bilgilerin bir kısmına bu belgede yanıt bulabiliyoruz.

Mesela?

Mesela Mimar Sinan’ın iki vakfiyesi olduğu düşünülüyor. Oysa bunlardan sadece biri Mimar Sinan’a ait. Diğeri Kanuni Sultan Süleyman’ın, Süleymaniye Camii yapılırken bina eminliğine atadığı Bina Emini Sinan adında başka birinin vakfiyesi. Mimarbaşının kendi vakfiyesini incelediğimizde Kayseri’den geldiği, devşirme olduğu, inançlı bir Müslüman olduğu ortaya çıkıyor. Mimar Sinan’ın ağabeyi Hıristiyan olarak Kayseri’de kalıyor. Sinan ağabeyinin iki oğlunu İstanbul’a getirtip onları yeniçeri teşkilatına sokuyor ve onların kızlarına konaklar bağışlıyor. Fakat herbirine birer de vazife veriyor: “Ben öldükten sonra ruhuma şu sureleri okumanızı istiyorum” diyor. Bu bence çok ilginç; hangi sureler olduğunu bile belirtmiş.

Bir de şu da var: Kanuni Sultan Süleyman, bugün Süleymaniye Külliyesi’nin yanı başında Sinan’ın türbesinin olduğu yerde ona çok büyük bir arsa bağışlıyor ki, camii yapılırken orada yaşasın, inşaatını gözetlesin diye. Hatta Sinan’ın konağı külliyenin bir parçasıymış gibi onunla bütünleşmiş. Vakfiyesinde mimarbaşının kendi konağı çok ayrıntılı bir şekilde tarif ediliyor. Konağın üç avlusunun bulunduğunu ve içinde birkaç hamamı olduğunu öğreniyoruz. Buradan onun epey hali vakti yerinde olduğu ortaya çıkıyor. Yani döneminde değeri anlaşılmamış basit bir yapı ustası değil.

Mimar Sinan, günümüzde anlaşılamıyor belki de, restorasyonlara bu yansıyor mu?

2010’dan itibaren neredeyse bütün İstanbul camileri elden geçti, nakışları da yeniden yapıldı. Buraya her geldiğimde camilerin durumu nasıl diye ziyaret ederim.

Süleymaniye’yi nasıl buldunuz?

Doğrusu yapısal restorasyonları, tamirleri makul buluyorum fakat kalem işlerini, nakışları ve halıları beğenmiyorum. Kullandıkları renkler Osmanlı nakkaşlarının tonlarına uymuyor. Çok fazla canlı ve tabiri caizse “cart” renkler kullanılıyor. İtalya’da bir tarihi yapıt boyanacaksa ne komiteler kurulur, sanat tarihçilerine danışılır, eskiden hangi tür boyalar kullanılmış diye belki de yıllar süren analizler yapılır. İtalya restorasyon konusunda çok ileri olduğu için onları örnek verdim.

Bizde de her cami için üç-dört kişiden oluşan bilim kurulu var, fakat yeterli olmayabilir. Yakında Vakıflar Genel Müdürlüğü, İtalyan restoratörlerle ilgili bir proje başlatacak. İtalyanlar Türk meslektaşlarına eğitim verecekler.

Nakkaşlar eğitilse iyi olur. Aslında doğrusunu söylemek gerekirse Türkiye’de gayet donanımlı restoratörler var, mesela Zeynep Ahunbay gibi. Kendisiyle Mostar Köprüsü’nün restorasyonunun komitesindeydik. UNESCO’nun üstlendiği bir projeydi bu. Ahunbay, çok bilgili ve tecrübelidir. Başkaları da var. Restorasyon bölümleri çok iyi olan üniversitelerimiz mevcut. Ama Vakıflar Genel Müdürlüğü genellikle kendi elemanlarını kullanıyor.

Vakıflar’ın restoratör kadrosunda 16 kişi var, bir de Restoratör Derneği’yle işbirliği yapıyorlar.

Bence İtalya ile işbirliği illa yapılması da gerekmez. Burada olan isimler de değerlendirmeli.

Ama onları kullanmıyorlar mı diyorsunuz?

Evet… Daha doğrusu kullanmak istemiyorlar, kendi kadrolarını tercih ediyorlar. Dünden bugüne bu hep böyle gelmiş. Bunların aşılması lazım. Ben bazen gerçekten dua ediyorum, aman ellemesinler tarihi yapıtları diye. Kaliteli projeler yapılmıyor değil. Ama bilhassa nakış ve bezeme işlerinde hatalar göze çarpıyor. Bazı tarihi camilerde ise, mahalleli karar vermiş, ‘bizim camimizde neden çini yok’ diyerek baştan aşağı Kütahya çinileri ile süslemişler.

Aslında Anıtlar Kurulu bu konuda çok kararlı diye biliyoruz. İzin çıkmadan bir çivi bile çakılmasına izin vermiyorlar son yıllarda. Eskiden olan bir şey mi acaba? 1950-60’lı yıllarda bu tür müdahaleler yapılmış.

Öyle deniyor ama yine de bazen göz yumuyorlar anlaşılan. Örneğin, Mimar Sinan’ın Çarşamba’da Tercüman Yunus Bey Camii yepyeni çinilerle kaplanmış. Eskiden çinileri yoktu, ama ibadethaneyi kullanan cemaat böyle istemiş ve arzularını gerçekleştirebilmişler. Tarihi bilinç eksik. ‘Tarihimizi sahipleniyoruz’ deyip bilinçsizce müdahaleler yapmak tarihi de yok etmek oluyor. Bu tür yanlışlar sadece bugüne özgü değil, zaten Osmanlılar da çeşitli barok ve Avrupaî desenlerle eskiyen kalem işlerini güncellemişler. Ama yakınlarda bu olgunun boyutları büyüdü çünkü çok fazla sayıda yapı yenileniyor. Ülkemizdeki yenileme projeleri aslında bizler için birer tarihi araştırma vesilesi olabilir. Orijinal bezemeler nasıldı, sonraki boyaların altında izleri kaldı mı acaba, gibi sorulara yanıt arayan zihniyetler yerleşmemiş.

Sanat, kültür, mimari… Bu kavramları algılayışımızda bir sorun mu var?

Şöyle bir şey var: Bunu Topkapı Sarayı ile ilgili doktora tezimi ve kitabımı hazırladığımdan beri gözlemliyorum (kitabın Türkçe çevirisi Yapı ve Kredi Bankası tarafından yayınlandı). Bizde sanat ve mimari daha çok turistik olarak anlaşılıyor. Zaten bakanlığımızın adı da Kültür ve Turizm Bakanlığı. 2010’da Harvard Üniversitesi’nden izinli olarak buradaydım. Sonradan gerçekleşmeyen Sur-i Sultani projesi için danıştılar. Topkapı Sarayı’nda yapmak istenen şuydu: Aya İrini’yi bir Bizans müzesine çevirmek ve tamamen yıkılmış olan Yalı Kasrı’nı yeniden inşa etmek. Bu bir turistik lunapark yaklaşımı. Onun yerine sarayın gereken yerlerini ve elektrik tesisatını tamir edin diye önerdiysem de herhalde fazla ilgilenmediler.

Gözlemlediğiniz başka neler oldu sarayda?

Topkapı Sarayı’nda ve etrafındaki bahçelerde araştırma projeleri, arkeolojik kazılar ve incelemeler yapılabilir. Ama hep tercih edilen yaklaşım yerli ve yabancı turistlerin ziyaretine yönelik olmuş.

Mimar Sinan camilerinin tipolojisinin kimlik, bellek ve adap kavramları çerçevesinde biçimlendiğini okuyoruz kitapta. Nasıl bir mimari adabı vardı Mimar Sinan’ın?

Kitapta kimlik derken hem Sinan’ın ve hassa mimarlarının sistemleştirdiği “klasik dönem” Osmanlı mimari kimliğini, hem de kadın ve erkek banilerin kimliklerini mimari aracılığıyla nasıl inşa ettiklerini kastediyorum. Bilhassa Kanuni Sultan Süleyman döneminde kul sisteminin devletin merkezileşmesinde önemli rol oynaması ve Safevilerle yapılan savaşlar nedeniyle daha sıkı bir Sünni din politikası izlenmesi, Osmanlı mimarisinde derin izler bıraktı. Kanuni döneminde her mahallede ve köyde mescit ya da cami inşa edilmesinin mecbur tutulmasıyla ilgili fermanlar ve Ebu Suud’un fetvalarını ele aldım. Görüyoruz ki, imparatorluğun resmi dini de yeniden inşa ediliyor o yıllarda. Bugün ‘Osmanlı İslamı’ olarak kabul gören kavram aslında 14. ve 15. yüzyılda farklıydı. Din üzerindeki devlet kontrolü ve Şeyhülislamlık makamının önemi Kanuni devrinde artıyor. Mimar Sinan’ın dini yapıları da bu resmi inanç sistemini mimari diliyle görsel ve mekânsal olarak ifade ediyor. Kitabımda mimarlık kültürü açısından bu olguyu yorumlamayı amaçladım. Aynı dönemde tasavvuf da halk ve seçkinler arasında yaygınlaşıyor, bilhassa Halveti ve Mevlevi tarikatleri ön plana çıkıyor. Dolayısıyla Sünni devletin desteklediği bu tasavvuf anlayışının da mimarideki izlerini takip ettim.

Bellek konusuna gelince, banilerin geleceğe bırakmak istedikleri anıları ele aldım. Mesela Kapudan Sinan Paşa Külliyesi (Rüstem Paşa’nın kardeşi) Beşiktaş’ın merkezinde en güzide cami külliyesi olarak hala yerini koruyor. Osmanlı seçkinleri için Mimar Sinan bu tür anıtsal eserleri inşa ederken bir ‘yer duygusu’ yaratan kalıcı bellek nişaneleri oluşturuyor. Banilerin vakfiyelerinde tesis ettikleri şartlar aracılığıyla da bu binaları yaptıran kişi ve ailelerin hatıraları asırlar boyunca devam ettiriliyor. Dolayısıyla mimarinin bellek inşasında oynadığı rolü etraflıca ele alıyorum. .

Adap, bundan evvelki Sinan kitaplarında ele alınmayan bir kavram. Mimariyi sadece plan tipleri ve üslup ile bağlantılı bir alan olmaktan çıkararak, toplumda kabul gören adap kuralları bağlamında bina programlarının oluşmasını yorumluyorum. Mesela bir bani toplum içindeki statüsünü aşan türde bir bina yaptırırsa kınanıyor. Bir paşa da padişahınkinden büyük bir saray ya da cami yaptıramaz, kınanır. Padişahın ve hanedan mensuplarının dışında herkes sadece birer şerefeli ve tek bir minareli cami yaptırabiliyor. Aynı adap kuralı hanım sultanlarla evli sadrazam ve vezirler için de geçerli. Hanedan kadınları, genellikle devşirme kökenli olan kocalarından daha görkemli “prestij” anıtları ısmarlayabiliyorlar Mimar Sinan’a. Bu kurallar çok ciddiye alınıyor. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde, Gariki Efendi diye birinin çifte şerefeli cami yaptırdı diye idam edildiğini yazıyor. Osmanlılarda mimar, bani ve toplum arasında yazılmamış bir sözleşme ve müzakere sonucu olarak mimari adap kodlarının oluştuğunu öne sürüyorum. Mimar Sinan’ı ele alan kitaplar genellikle onun eserlerini gençlik, orta ve olgunluk çağı gibi çizgisel bir üslup evrimi açısından yorumlar. Sinan Çağı ise çizgisel bir gelişim olmadığı tezini vurguluyor. Cami ve cami külliyelerinin hem banilerin sosyal statüsü, hem de yapıların imparatorluk coğrafyasındaki konumlarına uygun ve münasip biçimde tasarımının yapıldığı anlaşılıyor. Adap meselesini araştırırken çok ilginç vakalar da tespit ettim.

Mesela?

Mesela III. Murat on küsur yıl Manisa’da şehzadelik yapıyor ve o sırada Muradiye Camii’ni inşa ettiriyor. Sonra padişah olduğunda Manisalılar, ‘Bu cami bize küçük geliyor, genişletin padişahım’ diye ricada bulunuyor. İstanbul ile Manisa arasında geliş gidişler oluyor. Vakfın mütevellisi padişahla konuşuyor. Bu konuşmanın bütün aşamalarını fermanlardan ve arşiv belgelerinden takip edebiliyoruz, zaten yayınlanmış bu belgeler. Ama belgeler mimari adap açısından incelenmemiş. Padişah caminin merkezi kubbesinin üç yandan sundurmalarla yani çatılarla genişletilmesini onaylıyor. Fakat caminin cemaatinin bir kısmı padişahın emrine karşı çıkıp daha gösterişli kubbeli yan sofalar tercih ettiği anlaşılıyor, Bu arada bir belgeden öğreniyoruz ki, Manisa halkı değişik gruplara bölünmüş, her biri başka bir projeyi destekliyor. Caminin çoğu yıkılmış, yeni temeller atılmış, padişahın emrettiğinden daha görkemli bir inşaat başlamış bile. Bunun üzerine III. Murad Mimar Sinan’ı çağırıyor ve ondan yeni bir proje çizmesini istiyor ve bu çizimi uygulayacak olan hassa mimarına halktan kimsenin karışmamasını tembih ediyor. Sonunda padişah ilk onayladığı projeden daha görkemli ve pahalı bir cami inşa etmeye mecbur kalıyor ister istemez. Kitapta eserleri yaptıranların kimlikleri ve ne gibi süreçler sonucunda yapıların meydana geldiğini ele aldım.

Mimar Sinan’ın eserleri genelde çıraklık, kalfalık, ustalık diye üçe ayrılıyor. Böyle bir şey yok mu?

Evet, böyle bir şey yok. Bu kanı Evliya Çelebi’nin Edirne Selimiye Camii tarifinden kaynaklanıyor; sözde bunu babasından duymuş. Sinan’ın kendi dilinden şair-nakkaş Mustafa Sai’ye yazdırdığı otobiyografilerinde böyle bir düşünceye rastlanmıyor. Olamaz da. Baş mimar olarak atanan biri yaptığı esere bu benim çıraklık ve kalfalık eserim demez, zaten usta bir mimar olmuştur o. Ama bu söylem bir kere kitaplara yazıldığı için sorgulanmadan tekrarlanagelmiş. Ben Mimar Sinan’ın yapılarını üçe ayırmıyorum. Kitabımın ilk iki bölümü yukarıda anlattığım kavramlarla ilgili, son bölümde tek tek binaların analizini yapıyorum. Sinan üzerine yazılan kitaplar binaları genellikle kronolojiye göre sıralıyor. Bense banilerin statüsü ve yapıların coğrafi konumlarına göre sıralıyorum. Padişahlar, hanım sultanlar, baş vezirler -çoğu zaten hanım sultanlarla evli- ve vezirlerden başlayarak sosyal hiyerarşinin daha alt basamaklarına inen bir düzen bu. Coğrafi konuma gelince, başkent ile eyaletlerde inşa edilen yapılarda çok belirgin farklılıklar var. En görkemli yapılar İstanbul ve ikincil payitaht olan Edirne’de yapılıyor. Geri kalan merkezlerde daha küçük ölçekli yapılar inşa ediliyor. Başkent ve eyaletler arasındaki farklılık dolayısıyla mimari ile vurgulanıyor.

Mimar Sinan eserlerini otobiyografisinde nasıl tarif ediyor?

Şehzadebaşı Camii’ni Süleymaniye’ye hazırlık çalışması olarak betimliyor. Orada küçük ölçekte bazı deneyler yapmış, ‘padişah çok beğendi, tahminimden büyük taltiflerde bulundu. Ondan cesaret alarak padişaha daha da görkemli bir cami yaptım’ diyor. Süleymaniye’yi tarif ederken muazzam bir başyapıt olarak tanımlıyor. Sanatının zirvesine bu eşsiz külliye ile eriştiğini açıkça ifade ediyor. Kalfalık eseriymiş gibi anlatmıyor.

Süleymaniye Mimar Sinan’ın otobiyografilerinde daha büyük bir yer tutuyor. Ayrıca bu çok daha iddialı bir külliye, halka bir sürü servisler sunuyor. Bir nevi üniversite şehri gibi. Selimiye’nin ise sadece iki medresesi var. Sinan bu eseri en yaratıcı başyapıtı olarak tarif ediyor. Keferelerin mimar geçinenleri demişler ki, Müslümanlar eğer Ayasofya’nınki gibi büyük bir kubbe yapabilselerdi yaparlardı, bunu beceremedikleri belli. Bu eleştiriden kalbi kırılan Mimar Sinan, Selimiye’yi inşa ederek adeta kendi mimari gazasını ilan ediyor. Tam da o yıllarda Kıbrıs fethediliyor, fakat ardından Osmanlı donanması ilk defa İnebahtı’da hezimete uğruyor. O yüzden Osmanlılarda bir kendini sorgulama dönemi başlıyor, Kanuni zamanının güvenli ihtişamı sarsılıyor. Bir de ilginç olan Sinan Selimiye’yi bitirdiği sırada hamisi II. Selim vefat ediyor ve padişah kendi eserini göremiyor. III. Murat ise sara hastası olduğu için seyahat etmiyor, İstanbul dışına çıkmıyor. O yüzden uzun süre saray halkı Edirne’deki saraya gitmiyor ve Sinan’ın bu şaheseri yeteri kadar takdir toplamıyor.

Selimiye Camii, Sinan’ın kendi sanatsal mesleğinin son noktasına geldiğinde yenilikçi ve eşsiz bir eser yaratma arzusunun ürünü. Her iki caminin masraf defterlerine baktım, Selimiye Süleymaniye’den çok daha ucuza inşa edilmiş. Bir kere büyük bir külliyesi yok. Süleymaniye’nin inşası 10 yıl sürdü ise, Selimiye’ninki 5 yıl sürüyor. Süleymaniye’nin çok önemli bir özelliği de, imparatorluğun her yerinden çok değerli mermer sütunlar getirilerek yapılması. Hassa mimarlarından kimi Baalbek’e kimi Mısır’a gönderiliyor sütunları getirmeleri için. Adeta imparatorluğun mermer kaynaklarının haritası çıkarılarak bunların en değerli örnekleri Süleymaniye’de kullanılıyor.

Burada ana kubbeyi taşıyan devasa sütunlar var. Gereken boyutlarda mermerlerin bulunup nakledilmesi caminin inşa edilmesini geciktiriyor ve caminin planı oldukça karmaşık. Selimiye’nin kubbesi ise sekiz filayağı üzerinde, pahalı sütunlar kullanılmadan inşa ediliyor. Sinan bu eserini tarif ederken göklere çıkarıyor ama Süleymaniye’yi hiçbir şekilde memnun olmadığı bir yapıt olarak betimlemiyor.

Mimar Sinan otobiyografilerini kime yazdırmış?

Hem nakkaş (yani ressam), hem hattat, hem de şair olan Mustafa Sai Çelebi’ye kendi dilinden yazdırıyor. Ayrıca Mustafa Sai, Sinan’ın çeşitli yapılarının kitabelerinin metinlerini yazıyor. Anlaşılan Sinan’la yakın bir ilişkisi var ve aynı zamanda görsel ve edebi duyarlılığı olduğu da belli. Sai’nin anlattığına göre, artık yaşlanan Mimar Sinan zamanın sayfasında kendi hatırasının izlerini bırakmak için, birlikte yaptıkları söyleşileri nazım ve nesir olarak kaleme almasını rica ediyor. Sai de aziz üstadın sözlerine dayanarak Sinan’ın otobiyografik metinlerini yazıyor. Sai, metinleri kendi edebi sanatıyla süslemiş ama bazı yerlerde söyleşileri Sinan’ın teknik diliyle verdiği anlaşılıyor. Mesela İstanbul’da Kıztaşı adlı Bizans sütununu çeşitli mekanik aletlerle yerinden söküp Süleymaniye’ye taşıdıklarını bütün ayrıntılarıyla anlatıyor, Büyükçekmece Köprüsü’nün yapılış teknolojisini de tarif ediyor. İlginç olan, o dönemde Avrupa’da ilk defa mimarların biyografileri yazılıyor. Fakat hiçbiri birinci tekil şahıs sesiyle yazılmamış. Sinan biyografisinde ise ben şöyle yaptım, ben böyle yaptım diyerek övünen kendi sesini dinliyoruz. Otobiyografilerin 17. ve 18. yüzyıl nüshaları devamlı okunduklarını gösteriyor.

Derken, geç Osmanlı döneminde bir Viyana sergisi oluyor. Padişah, o sergi için ‘Usul-i Mimari-yi Osmani’ diye bir kitap hazırlatıyor. Almanca, Fransızca ve Osmanlıca olmak üzere üç dilde yayınlanan kitapta Sinan’ın otobiyografilerinden Tezküretü’l Enbiye de üç dilde yayınlanıyor. Sinan’ın ne derece önemli bir mimar olduğu, Osmanlı mimari üslubunu doruğuna ulaştırdığı bu kitapta izah ediliyor. Onun için Sinan’ın şöhreti kendi çağından sonra hiçbir zaman azalmıyor. Batılılar, Viyana sergisi için hazırlanan bu kitaptan sonra Osmanlı mimarisine yakından ilgi duymaya başlıyor. İlk olarak Alman oryantalistler Sinan üzerine kitapların yazılmasına öncülük ediyor. Fatih Sultan Mehmet üzerine biyografi yazan Osmanlı tarihçesi Franz Babinger, Sinan’ın çok önemli olduğunu Avrupalılara duyurmuş; Sinan için kullanılagelen ‘Türk Mikelanjı’ (Michelangelo) deyimini o icat ediyor.

Aslında siz bu Türk Mikelanjı ifadesine karşısınız değil mi?

Evet, Sinan’ın illa da Michelangelo ile karşılaştırılarak yüceltilmesi gerekmiyor. İtalyan mimar Palladio, Mimar Sinan ve Michelangelo’nun yaşadıkları dönemde birbirlerinden haberdar oldukları tezini savunuyorum kitabımda. Bazen iddia edildiği gibi Osmanlı ile İtalyan Rönesans mimarisinin birbirinin zıddı olduğu görüşüne katılmıyorum. Bir de hep tek taraflı bir etkiden söz ediliyor. Sinan veya Osmanlıların, Rönesans’tan nasıl etkilendikleri inceleniyor. Halbuki Avrupalı mimarlar da Mimar Sinan’dan ilham alıyor ve onun anıtsal kubbeli camilerinden haberdarlar. Ayrıca 16. ve 17. yüzyılda Avrupalıların Osmanlı başkentinde ve Edirne ile Lüleburgaz gibi yerlerde inşa edilen Sinan yapılarına hayran kaldıkları; onun hamam ve kubbe teknolojisi hakkında bilgi topladıklarına dair bazı belgeler buldum. Demek ki, bu kültürler arası etkileşim tek yönlü bir trafik değil, iki yönlü.

Bilgi Üniversitesi’nde geçen hafta (20 Eylül 2013) verdiğiniz Sinan ve Palladio adlı konferansta “Sinan, Şiir yazılan bir mimar, onu taklit eden günümüz mimarları için şiir yazıldığını sanmıyorum demiştiniz. Bugünkü mimari estetik, şiirler yazdıracak kadar duygulara hitap ediyor mu?

Kanımca etmiyor. Yeni cami mimarları, Osmanlı mimarlık tarihini fazla bilmeden, kültürünü okumadan eski plan tiplerinden alıntılar yaparak güzel bir cami yarattıklarını zannediyorlar. Yakın zamanda İstanbul silüetinin önemi anlaşıldığı için de her tepeye bir cami konduruluyor. Burada fark edilmeyen nokta şu: Süleymaniye Camii sadece silüet oluşturmuyor, Sinan’ın camileri şehrin seyrini de içine alan tasarımlardır. Süleymaniye’nin avlusundan, kubbesindeki ve yan cephelerindeki seyir teraslarından bakıldığında Sinan’ın bütün şehri nasıl sergilediğini, onun yaratıcı zekasının şiirsel ve ruhanî parıltılarını görürsünüz.

Ayrıca en görkemli padişah külliyeleri sadece Sur İçi’nde yapılıyordu. Boğaz tepelerine Osmanlı devrinde hiçbir kubbeli cami inşa edilmemiş. Boğaziçi’nin doğal manzaralarının şiirselliği korunmuş, burada mütevazı boyutlu, kırma çatılı camiler yalnızca sahil boyunca dizilmiş. Bu tutumun gerisinde Sur İçi’nin dünyaca meşhur siluetiyle bilinçli olarak bir karşıtlık yaratmak isteği de yatıyor. Son yıllarda taklitçi kubbeli camiler her bir tepeye oturtularak tarihi yarımadanın ayrıcalıklı konumu enflasyona uğratılıyor. Bu nereden kaynaklanıyor, tabi ki insanların kötü niyetinden değil. Bunun bir eğitim sorunu olduğunu düşünüyorum.

Benim hep söylediğim şey, bizde ilkokul ve ortaokulda sanat ile mimari tarihi dersleri konmalı; bu konuyu sadece üniversitelerde uzmanlar öğreniyor. İtalya’da çok gezdim, en ücra köye bile gitseniz küçükten büyüğe herkes çevresine çok sahip çıkıyor. Manisa’daki olay gibi. Şimdilerde çok hızlı bir kentsel dönüşüm oluyor, bilhassa İstanbul’da. Şunu unutmamak gerekir ki, İstanbul bir Dubai veya Abu Dhabi gibi 20. yüzyılda gelişen çöl şehri değil. Venedik, Roma Paris, Kahire ve İsfahan gibi dünyaca ünlü tarihi bir şehir. Gökdelenlere karşı değilim; tabi ki olmalı ama onlara özel alanlar ayrılmalı, sivri diş gibi Boğaz tepelerinden fırlamamaları lazım..

Bütün bu anlattıklarınız çokça dile getirilen selatin cami özlemine bir eleştiri mi?

Evet. Bizim birçok selatin camiimiz var. Acaba bir tane daha hiç yerleşim bölgesi olmayan bir alanda selatin camiine ihtiyaç var mı? Roma gibi tarihi şehirlerde herkes hala San Pietro gibi eski ibadethaneleri kullanıyor. Yeni bir kiliseye ihtiyaç duymuyorlar. Hele de kendi eski kiliseleriyle rekabet eden bir yapı yapmak akıllarına bile gelmiyor. Ancak yeni bir şehir ya da semt kurulursa cami yapılmalı. Ayrıca Mimar Sinan’ın çok güzel küçük ve kubbesiz camiler de yaptığına dikkati çekmek istiyorum.

Etiketler

Bir yanıt yazın