Yaşasın Zamanı Olmayan Mekanlar: Helsinki’deki Yeraltı Kilisesi Üzerine

Eğer bir gün gelirseniz burada, merkezdeki Kamppi'ye yakın, Parlamentonun arkasında bir yerlerde bir Yeraltı Kilisesi vardır. Onu mutlaka görün. Eğer çok zamanınız var ise o zaman Yeraltı Kilisesi'ni son güne bırakın, her şeye bir cila çekmeniz için.

Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımdan geçenlerde bir telefon aldım. Helsinki’ye geliyordu. Şansına ben de o sırada başka bir yerde olacaktım. Çok da az kalacakmış. Finlandiya’daki başka bir kentte yapılan bir toplantıya katılıyormuş ve onun bitiminde başkente uğrayacakmış. Ancak birkaç saat zamanı varmış havalimanı öncesi. Ne önerirsin nereleri göreyim, neyi göreyim diye sordu. Aralarında gezdiğim, kahvehanelerinde oturduğum, mevsimlerini yaşadığım Helsinki’nin mekanları hızla gözümün önümden geçti gitti.

Bunların arasında merkezin ve çevresinin birçok yerini süsleyen Aalto’nun yaptıkları, yeniler eskiler dahil neler neler sahne aldı. Ama tek bir bina bütün bunların özeti oldu. Belki de buraların en gizemli, en enteresan mekanlarından biri olan Yeraltı Kilisesi’ni görmesini söyledim. Telefonu kapadıktan sonra bir an, bu tasarım dünyasında bütün bu alemin masterpiece’leri arasında niye Temppeliaukion Kirkko’yu önerdiğimi düşündüm.

Yeraltı Kilisesi zamanı olmayan, o hani “Timeless” diye söz edilenlerden biriydi. Moda ile işi gücü yoktu. Gıcır gıcır da değildi. Güzel eskiyor, hatta eskimiyor, bir insan gibi keyifli yaşlanıyor hatta yaşlansa da değerini hiç kaybetmiyordu. Aksine, yıllar geçtikçe hani derler ya, daha da karizma kazanıyordu. Estetik ameliyatlarla, makyajla falan hiç mi hiç işi yoktu. Her yanı pırıl pırıl cilalanmış da değildi. Tabii ki zamanında hem de en alasından tasarlanmıştı ama her hali ile de çok özel bir mekandı. Yaşamın içinden yarım yüzyıla yakın çileli bir geçmişi vardı.

Ve nedense onu daha ilk gördüğümden beri buradaki tüm zamanların en tepesindeki mekanlar arasına koymuştum. Bu yapı kentin bir köşesinde oturan bir bilge gibiydi. Sessiz sedasız kenti dinliyordu. Sanki bu mekanda bir sır saklıydı. Biraz araştırınca anladım ki çok derinde acıklı bir hikayesi de vardı. Onu anlayıp biraz geçmişini öğrenince bu kenarda bırakılan adeta bu yalnız mekanı daha da sevmiştim. Bir yarışma projesiydi. Aynı yerde daha önce yapılan başka bir yarışmada bir katılımcının jüri tarafından derecelendirmeye alınmayan projesine benzerliğini savunanlar yüzünden suçlanmış bu yapı adeta kara listeye alınmıştı.

Mimarları iki kardeş, Suomalainen’lerdi. Onlardan biri olan, bugün seksenini çoktan aşmış, şimdi artık ileri yaşlarındaki sevgili Timo’yu derin sohbetlerimizde tanıdım, köşeye atılmış adeta üzeri örtülmüş bir sis perdesi ile kaplanmış bu binaları üzerine sorular sordum. Söylediklerini dikkatle dinledim. Onların bütün olanlar arasındaki yaşam ve tasarım adına çabalarını ve bu çabalarda çok sevgili mimarlığımızın acımasız taraflarını da üzülerek gördüm. Mimarlık adına yıllar önceki bütün tartışmalardan sonra mekan olarak bu binanın yapılması, hem binanın hem de onu tasarlayan iki kardeşin bütün olanlara karşın ayakta kalmasını çok önemsedim.

Yıllar önce Timo’nun evindeki sohbetimizin sonuna doğru “Mimarlık burada bir din gibidir. Ona ya inanırsınız ya da inanmazsınız” deyişi hiç aklımdan çıkmadı. Bu onların kaderiydi. Böyle bir kaderin çizgileri arasında yerlerini bulmuşlar ve mimarlıklarını yapmışlardı. Yeraltı Kilisesi de onların en önemli tasarımları olmuştu. Timo ile unutamadığım bir anı da Yeraltı kilisesiyle ilgili bir yazımın olduğu Portreler başlıklı kitabımın tanıtımı için geldiği, davetliler arasında olduğu gündü. 2010’lu yılların başında Helsinki’de basılan kitabım Finceye çevrilmişti. Kitapta tanınmış mimarları, sanatçıları polemiklerle karşı karşıya getirmiştim. Portelerimden biri de Suomalainenler’in bu tasarımlarıydı; kendisi, kardeşi ve mimarlıklarıydı. Onları yazan çok az kişi vardı. Suskun bir geçmiş yazımda tekrar gündeme geliyordu. Aşağı yukarı aynı anlarda Fin Mimarlık dergisinde de Timo ile röportaj yapıldı ve yayınlandı. O sıralarda SAFA, Fin Mimar Odası Timo’nun da içinde olduğu 5 kişiye (Gunnel Adlercreutz, Matti K. Mäkinen, Timo Suomalainen, Juhani Pallasmaa ve Steven Holl) Honory SAFA Membership ödülü (Fin Mimarlar Odası Onur ödülü) verildi. Timo için bu adeta Fin mimarlığında iadeyi itibardı, çok önemliydi bütün olanların üzerine. Kitabımın tanıtımının yapıldığı öğle sonrası onu kitapta diğer yer alanlarla uğurlarken kitabımdaki onlar hakkında yazdıklarım ve bunu tekrar gündeme getirdiğim için çok mutluydu. Bunu söyledi ve sarılarak teşekkür etti. Ben de aynı şekilde. Ama aslında iki kardeşe mimarlığın çok büyük bir teşekkür borcu vardı bu anlamlı yapıtları ve geçmişte yaşananlar için. Yeraltı Kilisesi’ni görenlerin çoğu, mimar olsun olmasın, adeta bunu hissediyordu.

Bu yapıt, hikayesi ile mimarlık adına adeta ders veriyordu. Sanki geçmişle, bugün ve gelecek arasındaki bütün dönemleri üst üste koyup zamanı yok ediyordu. Yani zamanı olmayan bir yapıttı. Orayı kimseler olmadığı zaman sessizliği içinde, bazen konser verildiği zaman kalabalık haliyle izledim. Bazen onu sabah ya da farklı saatlerde hatta gün batımına doğru kubbesinin altındaki pencerelerinden süzülen ışıkları gölgeleri altında gördüm. Bizim Punavuori’deki meydana açılan, farklı sanat disiplinlerinden, mimarlıktan arkadaşlarla paylaştığımız eski büromuzun aksındaki yolun sonunda, orası ara sıra gidip oturduğum bir köşe olmuştu.

Çok farklı açıdan nedense bazı halleri, sıvazlanmış gibi kubbesi ile bizim İstanbul’daki Ayasofya’yı da hatırlatmıştı. Sanki yüzlerce elin parmaklarının hassas dokunmalarıyla kaldırdıkları, üstü sıvazlanmış gibi, basık ve yayvan olan içeriden bakır kaplı kubbesinin altında, kayalar arasında yapım sırasında dinamitle uçurulan açıklıkta, duvarları adeta kayaların gözenekleriyle çıplak bırakılarak yapılmış bir yapıydı. Hatta yapı bile değil gibiydi, her şeyin ortasında özenle boş bırakılmış, üzeri kapatılmış bir yerdi. İçi dışı hepsi buradaydı, burada ortaya dökülmüştü. Etrafını saran yüksek eski apartmanlardan belki başka bir gezegenden gelip oraya konmuş gibi görülse de, bazen içinde olduğum zaman bana onun cephesi bile olmadığı hissi geldi. Hatta onun bir bina olmadığı da. Viisi Kulma’ya (Beş Yol) ve daha da aşağılara kadar uzanan ana yolun üzerindeki Kamppi’den ters tarafa kubbesinin görerek apartmanlar arasından yokuş yukarı yürür, mekanı çevreleyen yolu geçip, basık dar bir yerden içeri giriyordunuz. Ve hikayesi başlıyordu, sohbeti sizi de içine alıyordu.

Sonuç olarak eğer bir gün gelirseniz ve hele çok az zamanınız var ise burada hafifçe yükselen bir yükseltinin üzerinde merkezdeki Kamppi’ye yakın, Parlamentonun arkasında bir yerlerde bir Yeraltı Kilisesi vardır. Onu mutlaka görün. Eğer çok zamanınız var ise o zaman Yeraltı Kilisesi’ni son güne bırakın, her şeye bir cila çekmeniz için. Ama ona biraz zaman verin. İçinde oturun, seslerini, sessizliğini, ışığını, gölgelerini izleyin ve onu dinleyin. Size hikayesini anlatacaktır. Mimarlığın tam kalbine, kayalarla kaplı mağarasına, derin bilinmeyen labirentlerine yolculuk etmiş gibi olabilirsiniz onun kendi zamanı, zamansız olan hali ile.

Elimde bir gün oraya gittiğimde org çalan birinin müziği eşliğinde hızla çektiğim bu mekanı anlatan bir video kaydı var.

Ayrıca Yeraltı Kilisesinin hikayesini de okumak isterseniz, bu yapıt hakkında uzun yıllar önce 2006’da yani bundan 10 yıl önce yazdığım “Çok Tanrılı Mimarlık: Yeraltı Dünyası Üzerine” başlıklı yazımı da sizinle paylaşmak isterim. Onun da bağlantısı buradadır: http://v3.arkitera.com/k137-cok-tanrili-mimarlik-yeralti-dunyasi-uzerine.html

Etiketler

Bir yanıt yazın