Yaratıcı Sonbahar!

Bu hafta sonu kapılarını açacak olan 14.İstanbul Bienali başta olmak üzere diğer etkinlikler sayesinde kentimize yayılan sanat havası ile biraz olsun umutlanabilmeyi ve üzerimizdeki negatif etkiyi nötr hale getirebilmeyi umabiliriz.

Sonbaharın ruhunu seviyorum. Tatil, sıcak ve rehavet sadece bizim ülkemizin değil tüm dünyanın yaz durgunluğuna girmesine sebep oluyor. Neyse ki Eylül ile birlikte bu durgunluk biraz olsun hareketlenmeye başladı. Biraz önce 14. İstanbul Bienali’nin basın toplantısından çıktım. Bienal 28.yılında, tüm kente yayılan ve izleyicileri kendi “deneyim”lerini yaşamaya davet eden yapısıyla daha basın toplantısından itibaren göz doldurdu. Konuşmasına, ilk bienal sergilerinin hangi şartlarda, nasıl ve kimlerin destekleri ile gerçekleştirildiğine değinerek başlayan Bülent Eczacıbaşı’nın ardından söz alan bienal küratörü Carolyn Christov- Bakargiev konuşmasının ilk kısmını tamamen Türkçe olarak gerçekleştirdi.

2012’de gerçekleştirilen Documenta13’te büyük başarı sağlayan, sanat dünyasının bu renkli ismi, bienalin kavramsal çerçevesini “Tuzlu su: düşünce formları üzerine bir teori” olarak belirlemiş. “Boğazda oturup etrafa bakıyordum, birden her tarafın logolarla dolu olduğunu fark ettim. Binalarda, kataloglarda etrafımız logolarla, firmaların bu simgeleriyle sarılı… Sonra simgenin kökenine inerek bunun aslında temsiliyet amacı ile oluşturulmuş bir düşünce formu olduğu gerçeğinden hareket ettim; oturduğum noktada Asya ve Avrupa’nın buluşmasını ne temsil edebilirdi peki?” diye açıklıyor küratör, çıkış noktasını bir röportajında.

“Politikacı yerine sanatçı oldum, çünkü sanatın insanlara daha iyi nüfuz edebildiğine, onların düşüncelerini siyasetten daha iyi şekillendirebildiğine inanıyorum” diyen küratör, Türkiye’nin böylesi zor bir dönemden geçtiği bu günlerde, nerede ise tüm toplumsal yaralarımıza parmak basan bir kararlar zinciri ile oluşturmuş sergisini. Bu seçkiyi “kararlar zinciri” olarak ifade ettim çünkü Bakargiev yöneltilen bir soru üzerine şu ifade ile cevap verdi basın toplantısında: “Bir küratör olarak seçme eylemini anti- politik buluyorum.”

Soru, bienal sergilerinin nerede ise tüm İstanbul’a yayılması üzerine, tüm mekanların nasıl belirlendiği idi. Evet 14. İstanbul Bienali, İtalyan Lisesi, İstanbul Modern, Arter ve artık bir bienal mekanı olarak tescillenmiş olan Galata Özel Rum Okulu’ndaki karma sergilerin haricinde, boğazın kuzeyinden, Balat’a, Prens Adaları’ndan Kadıköy’e kadar irili ufaklı pek çok mekanda solo yerleştirmelerle ve etkinliklerle bizleri bekliyor olacak. Herkes kendi bireysel deneyimini yaşarken, bienalin kavramsal çerçevesini oluşturan tuzlu su üzerinde epey bir vakit geçirilecek. Sergiler ve yerleştirmeler, müzelerin yanı sıra teknelerde, otel odalarında, eski bankalarda, garajlarda okullarda, özel konutlarda ve dükkanlarda karşımıza çıkacak. Eski bir bienal yapıcısı olarak belirtebilirim ki bu gerçek ve tatminkar bir bienal deneyimi vadediyor sahiden de, ve bir o kadar heyecan veriyor bu hali ile. Tuzlu su, kavramsal bakımdan zengin çağrışımlarla da geliyor. İşlerin de bu kadar zengin olup olmadığını görmek için sabırsızlandığımı belirtmeliyim.

“İnsanlar dünya üzerindeki en kırıcı canlılar, bu nedenle tüm diğer canlıları, karşımdaki meşe ağacını da en az insanlar kadar çok seviyor, değer veriyorum” sözleri ile kalbimi fetheden, toplantı sırasındaki sunumuyla, feminizm aşkıyla ve güçlü ifadeleri ile beni de uluslararası sanat dünyasını tavladığı gibi tavlayan bienal küratörünün işinin hakkını fazlasıyla verdiğine daha ilk anda emin oldum. İKSV’nin ekip olarak son derece başarılı hazırlandığını gördüğüm bu basın toplantısı sırasında gerçekleşen müzik performansı da biz izleyiciler için sürpriz oldu. İlk dakikadan özetlemek gerekirse, 14. Bienal ruhumuzu sadece çağdaş sanatla değil, şiirle, müzikle, bilimle, mimariyle okşarken, bizi her zamanki gibi toplumsal ve siyasi sorunlarımızla ilgili düşünmeye davet ediyor. Hem de her köşesi tuzlu su ile çevrili olan kentimizi yeniden keşfederek.

Peki, neden tuzlu su? Sanıyorum yaralara en çok tuz basmak gerek de ondan.

Eylül sadece, İstanbul’da yaratıcı bir ay değil. Paris’in önemli tasarım fuarı Maison Objet, ve son bir kaç yıldır genişletilmiş hali ile Paris Tasarım Haftası’nda 3 Eylül itibarıyla başlıyor. Her şovunda farklı bir tüketim eğilimini mercek altına alan ve bunu “inspirations / ilham” başlığı altında sunan Masion Objet’nin bu seferki teması değerli, kıymetli, pahalı, sevgili gibi anlamlar taşıyan “Precious”. Fiziki tezahürü bol bol ayna, kristal ve altın, bakır gibi metaller ile donanmış olan bu tema, pırlanta ve elmaslar gibi kesme taşların, nasıl da insan eli ile işlenerek ham bir malzemeden “değerli” hale getirildiğinden esinlenmiş. Herkes için farklı bir anlam yüklenebilecek bu kavram aşırı materyalizm ile uçlardaki kırılganlıklar arasında bir diyalog kurmayı hedeflemiş. Bir nevi “gösterişli tezatlıklar” sunacak ürünler, koleksiyonlar ve sergilerle bizleri bekliyor diyebiliriz Paris bu kez.

121.000 m²’lik sergi alanında 2014 boyunca yaklaşık 70.000 izleyicinin ziyaret ettiği bu önemli fuarın ekseninde oluşturulan Paris Tasarım Haftası’nda ikonik tasarımlar ve tasarımcılardan, yerel markalara ve yeni ürünlere kadar her şey var. Katılımcıların ve izleyicilerin neredeyse %50’sinin enternasyonal olduğu bu bir haftalık etkinlikler cümbüşü içerisinde her marka, tasarımcı veya zanaatkar kendi hünerlerini göstermek için birbiri ile yarışıyor. 2014 için ilan edilen web sitesi ziyaretlerine bakılırsa bir hafta içerisinde 150.000 kişi tarafından 556.000 kez görüntülenmeden bahsediyoruz. Eski yıllara göre oldukça can kaybı olsa da hala yaratıcı sektörler için azımsanmayacak bir boyut.

Bizlerin yazın son günlerini kaçırmamak adına kendimizi denize ve güneşe adadığımız kurban bayramı haftasında ise, eminim sonbaharı tüm serinliği ile yaşamaya başlayacak olan diğer bir tasarım kenti, Londra da kendi tasarım haftasını gerçekleştiriyor olacak. Gerek Londra Tasarım Haftası’nı gerekse geçtiğimiz ay duyurusu yapılan yeni oyuncu Londra Tasarım Bienali’ni bir başka yazımda daha derin bir biçimde gelecek haftalarda sizlere aktarmak isterim.

Peki, daha başka neler var bu sonbaharda bizleri bekleyen? Daha önce Ekim ayında gerçekleşecek Chicago Mimarlık Bienali’nden bahsetmiştim. Bienalin web sitesinden artık gayet tatmin edici bilgilerle gerek katılımcıları gerekse programı izlemek mümkün. Chicago demişken, Chicago ve New York ‘un önemli müzayede evi Wright’ın 19 Kasım’da düzenlenecek bir açık arttırma ile Mimari tasarımı Marcel Breuer tarafından gerçekleştirilmiş harika Stillman Evi’ni (The Stillman House) satışa çıkaracağını da es geçmeyelim. Modern mimarinin en ilgi çekici örneklerinden biri olan bu konuta sahip olabilmek için tahminler 2 ila 3 milyon dolar arası bir yatırım gerektiğini gösteriyor. En azından Wright böyle açıklamış. Neredeyse tamamı şu anda yıkım altında olan Fenerbahçe semtinde, beceriksiz, deneyimsiz mimarlar tarafından çiziktirilmiş, temel tasarım yoksunu, bol cephe süslemeli 17 katlı kutuların 200 m²’lik teras katlarına biçilen bedellerin bugünlerde 2 milyon dolarları bulduğu güzide kentimizdeki “varlıklı” kesim, bu gustodan anlar mı bilinmez ama hani bir yatırım yapmak isterlerse benden duyurması, kaçırmasınlar derim; böyle bir fırsat kırk yılda bir çıkabilir.

Tasarım bienalleri arasında önemli bir konuma sahip olan Experimenta (Portekiz) ise 2015 edisyonunda Lizbon ve Porto olmak üzere iki kent arasında gerçekleştiriliyor. 12 Kasım’da başlayacak olan bienal “as far as the mind can see / aklın görebildiği kadar” diyecek. Bu tema, kanımca en az geçtiğimiz Nisan ayında gerçekleştirilen St. Etienne Tasarım Bienali’ndeki “Form Follows Information / Biçim bilgiyi izler” sergisinin kavramı kadar ilgi çekici. Fuarların ve tasarım haftalarının renkli, gösterişli, abartılı duruşlarının yanında bienaller, üretim- tüketim dengelerindeki ilişkileri, malzemeyi, çevresel faktörleri ve en önemlisi de bilgi çağında, akıl, bilgi, teknoloji arasındaki ilişkileri ve hayatımızı değiştiren yenilikleri sorgulamayı sürdürüyor. Bu çerçevede, küratörleri Mark Wigley ve Beatriz Colomina olarak bir süre önce açıklanan 3. İstanbul Tasarım Bienali’nin, 6. yılında tema olarak ne açıklayacağı benim için büyük bir merak konusu olmayı sürdürüyor.

Şimdilik bu hafta sonu kapılarını açacak olan 14.İstanbul Bienali ve ekseninde düzenlenen Artİstanbul başta olmak üzere diğer etkinlikler sayesinde kentimize yayılan sanat havası ile biraz olsun umutlanabilmeyi ve üzerimizdeki negatif etkiyi pozitif unsurlarla çarpıştırıp nötr hale getirebilmeyi umabiliriz. Sanıyorum pek çoğumuzun içinde bulunduğu ataletten kurtulmasının en güzel yolu kültüre sanata, tasarıma ve içimizdeki yaratıcılığa adanmak olsa gerek. Şartlar ne olursa olsun, inandıklarımızı ve bizleri biz yapan değerleri korumak, yaşamak… Asıl mesele bu.

Etiketler

Bir yanıt yazın