Venedik Mimarlık Bienali’ne Türkiye Katılımı ve Koparılan Fırtına

Bu yılki Venedik Mimarlık Bienali'ne yapılacak Türkiye katılımını eksen alarak tırmandırılan tartışmaya katkıda bulunmaya hiç niyetim yoktu.

Ama, söz konusu işi ve müellif grubunu İKSV adına seçen jüri ya da grupta ben de bulunduğum için, artık neredeyse bir zorunluluk doğdu. Çünkü sürekli olarak adlarımız gündeme getiriliyor ve neredeyse suçlu çıkarılacağız. O yüzden, böylesi “sansasyonel itişmeler”de yer almak istemesem de, en azından pozisyonumu açıklamak durumunda kaldım. Dolayısıyla, bazılarına tuhaf bile denemeyecek eleştiriler hakkında bir-iki söz söyleyeceğim.

İlk sözüm şu: Venedik Bienali işi başka, İstanbul tersanesindeki güncel tasarım ve proje işi başka çalışmalardır. Her ikisini de üstlenen grubun bazı üyelerinin aynı olmasından yola çıkarak yapılan eleştiriler anlamlı olamaz. Böyle bir örtüştürmeyi saçmalama olarak bile nitelendiremeyeceğim. Hiç kuşkusuz, İstanbul tersanesinin yeniden işlevlendirilmesine karşı çıkmak mümkündür. Bu alanın yeniden kullanımını kamu yararını daha fazla gözeterek projelendirmesi talebi tabii ki ciddiye alınabilir bir istektir. Söz konusu alanın müzeleştirilmesi veya sanatsal amaçlı kullanılması veya endüstri arkeolojisi parkına dönüştürülmesi vs. gibi farklı alternatiflerin sorgulanmasını tereddütsüz saygıdeğer buluyorum. Böyle önerileri zorlayacak sivil toplum hareketlerine şapka çıkarırım.

Ancak şunu anlamıyorum: Venedik Mimarlık Bienali için hazırlanan işin ne mesajı, ne göndermeleri, ne de imaları şu anda tersane alanında yapılması planlanan mimari girişimlerle ilişkili değilken, neden ısrarla Venedik’e sanki tersaneyi yeniden işlevlendirmeyi meşrulaştıran bir proje yollanıyormuş gibi takdim ediliyor? Eleştiri sahiplerine beş dakika kadar Bienal katılımcısı grubun orası için ne tasarladığına bakmalarını önereceğim. O iş, konsept bağlamında epey zekice bir çıkış noktasından hareketle ortaya konuldu: İstanbul tersanesinin erken 16. yüzyıldan başlayarak yeni gemi inşa tekniklerinin belirdiği 18. yüzyıla kadar Venedik tersanesiyle bağlantılı çalıştığı bilgisini eksen alıyor. O kadar ki, Türkçe “tersane” sözcüğü bile Venedik İtalyancası’ndaki “darzana” veya “derzana” sözcüğünden kökenleniyor. Proje müellifleri (Venedik Mimarlık Bienali projesinin müelliflerini kastediyorum) bu kardeş kurumları bir eski gemi türü olan ve Türkçe “barça”, İtalyanca “barcia” denen bir strüktür aracılığıyla kavramsal açıdan buluşturmayı öngörüyorlar. O kavramsal gemiyi de İstanbul tersanesinin teknik artıklarıyla inşa ediyorlar. Yani unutulmuş bir uluslararası ve kentler arası bağlantı tasarımsal araçlarla yeniden kuruluyor.

Öngörülen konsept, şimdilerde sürekli “yerli ve milli” terimleri kullanılarak kültürel içe kapanma mesajları verilen bu ülke için özellikle anlamlı. Osmanlı’dan başlayarak dünya genelinde bilgi iletim ağları içinde aktif rol oynayan bir toplumu ve dışa kapanmak bir yana, öğrenmeye açık sağlıklı bir kültürel geçmişi hatırlatıyor. Orta Doğu bataklığında boğulma korkuları yaşamaya başladığımız şu dönemde bize, Osmanlı’dan beri Avrupa ile sıkı kültürel, teknik, toplumsal ilişkiler kurduğumuzu söylüyor. Türkiye’nin son zamanlarda tırmandırılan eski askeri zaferler hamaseti çerçevesinde artık iyice görmezden gelinen barışçı bir zeminde Avrupa ile tarihsel bağlar tesis ettiğini anlatıyor. Üstelik, çok kolayca mimarlık ve teknoloji tarihi anlatısına dönüşebilecek, yani didaktik olabilecek bir konuyu salt tasarımsal düzlemde anlatmaya çabalıyor. Hiç abartısız, bu işin son yıllarda Türkiye’den mimarlık adına bir dış ülkeye yollanmış en ciddiye alınabilir kavramsal çalışma olduğunu iddia edeceğim. “Darzana”nın, toplumları ve kültürleri birbirlerine kapalı kutular gibi anlatmaya fazlaca hevesli egosantrik Türkiye ortamında incelikli biçimde eleştirel bir iç mesajı var: Kapalılığı değil, dışa açıklığı olumluyor. Dışarıya yönelik mesajı ise kapsayıcı ve ikna edici: Avrupa ile son dönemin mülteci şantajı dışında akla pek gelmeyen, barışçı kültürel bağlarımızın olduğunu görselleştiriyor.

Eleştiriye açık yönleri var mı? Tabii ki her ürün, her tasarımsal iş gibi hırpalanmaya açık tarafları mevcut. Ancak haketmediği bir şey varsa, o da bu Venedik Mimarlık Bienali işinin tersanede yapılan ve yapılacak güncel mimari girişimlerle özdeşleştirilerek düşünülmesi. Bu ikisinin sanki aynı şeymiş gibi yorumlanıp kamuoyunun düpedüz yanıltılması… Amaç, “üzüm yemek değil de bağcı dövmekse”, bu doğrultuda çalışanları kutlarım. Tam uygun bir yolda ilerliyorlar. Ne var ki -metaforumu mazur görün- bağcıyı döverken o sırada bağda bulunan, ancak bağın sahibi olmayanlara da saldırıyorlar. Örneğin, Feride Çiçekoğlu ve Namık Erkal başta olmak üzere, Bienal işinin müelliflerinden olan, fakat tersanedeki mimari girişime katkıda bulunmayanlar da var grupta.

Kaldı ki, Teğet Mimarlık grubunun da neden bienal işi çerçevesinde hırpalandığını kavrayacak kadar zeki değilim. Diyelim ki, tersanedeki mimarlık çalışmalarında tümüyle yanılıyorlar, yanlış yoldalar, bu herhalde Bienal’de de yanlış yapmalarını zorunlu kılmaz. Bienal işiyle tersane projeleri, her ikisi de tersane konulu olmak dışında birbiriyle bu denli ilişkisizken neden birlikte harcanıyor? Dahası, tersanedeki proje işine katkıda bulunan daha pek çok grup ve mimar varken, neden Teğet Mimarlık hedef tahtasına yerleştiriliyor. Aman, yanlış anlaşılmasın, “onları da hedef tahtasına koyun” demiyorum. Sadece, Bienal’den konuşulacaksa Bienal işini konuşalım, İstanbul tersanesindeki güncel projeden konuşulacaksa da, özellikle onu tartışalım diyorum. Özetle, sapla samanı karıştırmak sadece ortalığı tozutmaya yarar; sonuç almaya ve hele hele düşünmeye değil.

Kaldı ki, sapla samanı daha rasyonel biçimde karıştırmak da mümkündür. Örneğin, hazırlanan Bienal işi, tersaneyi yeniden işlevlendirme projesini eleştirmeye yönelik bir alternatif olarak takdim edilebilir. “Bakın, elimizde Bienal’de sunulduğu kadar önemli bir İstanbul tersanesi bulunuyorken, onu neden bu uluslarüstü önemi çerçevesinde ele almıyoruz” denebilirdi. Tarihsel rol ve önemi Bienal işine referansla vurgulanarak, korunması için kamuoyu desteği aranabilirdi. Bu yapılsaydı, İstanbul tersanesinde amaçlanan mimari yeniden işlevlendirme bağlamında daha fazla korumacı ve daha az hoyrat bir yaklaşım için imkan doğabilirdi. Mimarların İstanbul’daki alan için elleri güçlendirilebilirdi. Müelliflere haksızlık yapılmayabilirdi.

Bir de kişisel not: Ben, seçici kurulda bu öneri çalışma önümüze geldiğinde, “göreceksiniz, bir grup eleştirmen sonuç ilan edildiğinde, hemen tersanedeki yeniden işlevlendirme çalışmasıyla bu Bienal işini örtüştürerek ele alacak ve zemin kaydıracak; Bienal işi güme gidecek” diye fikir beyan etmiştim. Haklı çıktığım ve tartışma fırsatları her konuda ve her zaman olduğu gibi tahrip edildiği için mutsuzum.

Etiketler

1 Yorum

  • emre-ozkan says:

    Nişanyan Sözlük’e göre “tersane” kelimesinin kökü Arapça, “dāru’ṣ-ṣanˁa” ve yapım evi, her çeşit imalathane, fabrika demek. Venedik ve Ceneviz İtalyancası’na da bizden geçmiş anlaşılan. Ortadoğu kökenli yani.

Bir yanıt yazın