UCLA Mimarlık Okulu: Teknolojinin Sıvılaşması

California'nın en ilginç mimarlık okullarının birinden güncel mimarlık "haber"leri... Haber sözcüğü burada adı geçen okulda yapılanların haber olarak nitelenecek kadar sabitlikten uzak ve yeni oluşunu tanımlıyor.

University of California, Los Angeles Mimarlık Bölümü, Japon mimar Hitoshi Abe’nin geçen yıl bölüm başkanı olması ile Asya’nın büyüyen etkisi, yeni üretim teknolojilerinin yarattığı bolluk rejimi ve buna bağlı hızlı bir ekonominin kesişiminde, en önemli mimarlık okullarından biri olarak anlmaya başladı. (Abe, UCLA Architecture, 2008).

21. yüzyılın postmodern ekonomisinin en garip ürünü olan Los Angeles’da UCLA özgül bir tasarım anlayışı kurmaya çalışıyor. Batı Yakası, yani Los Angeles mimarlığı bağlam ile kurduğu yetersiz ilişki yüzünden eleştiriledursun, bugün kent bir “yer” olmak isteyen yeni kentlerin yatırımcılarının uğrağı bir tasarımcı havuzu konumunda.

Los Angeles’da kamusal alanlar marjinal toplulukların korkusuyla sistematik olarak yok edilmiş (Davis, 1990). Bunun karşılığında kent, kamusallığı görsel kültür, dijital ağlar, alışveriş ve etkinlikler üzerinden kendine özgü biçimde yeniden kurmuş. Böylelikle, geçmiş ve tarihsellik gibi kavramların olmadığı, neredeyse bir bilimkurgu filminin içinde yaşamak; teknik, makine, sanal, vücut gibi olgularınızı ister istemez yeniden tanımlıyor ve Batı Yakası mimarlığını farklılaştırıyor. Okulda üç yıl süren “Master in Architecture I” ve bir yıl süren “Master in Architecture II” olmak üzere yüksek lisans seviyesinde başlıca iki program var. Yeterli deneyim ve derecesi olanlar bir yıllık programa kabul edilirken, diğer alanlardan gelenler ya da geçmiş eğitimleri yetersiz bulunanlar üç yıllık eğitime yöneliyorlar.

Asyalı öğrencilerin çalışma disiplini ile Amerika’nın pragmatik alışkanlıkları biraraya gelince ortaya çıkan yoğun çalışma temposu tüm stüdyo ortamını etkiliyor. Teslimler öncesi sabahlamaktan çok, sürekli stüdyoda yaşayan bir öğrenci topluluğu anlamına geliyor bu. Ortalıkta gördüğünüz buzdolapları, fırınlar veya kanepeler bunun bir sonucu tabii. Üniversitenin ne işe yaradığı ya da gerçekten bir işe yaramasının gerekip gerekmediği tartışıladursun, hızlandırılmış eğitim süreci Columbia’dan Sci-Arc’a kadar birçok metropol okulunda benimsendi bile. Bu demek oluyor ki, dokuz ay içinde beş dönem ya da iki akademik yıl bitirmiş oluyorsunuz. Sıkı çalışma disiplininin yanı sıra, grup çalışması da önemsenen bir öğe olmakta okullarda. Bireyselliğin öncelikli olduğu “Amerikan hayatı” bile çalışma alışkanlıklarını değiştirmeye çalışıyor. Kahraman mimar yerine, bireysel yeteneklerini takım içinde geliştirebilen mimar önem kazanmakta.

Teknoloji dersleri okulun en ayırdedici yönlerinden birisi. Eğer bugün malzeme ile tasarımcı arasında birebir ilişkiden bahsedemiyorsak ve Bauhaus tutumu geri dönülemeyecek biçimde dönüştüyse, tasarımcı ve malzeme arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?

Bilgisayar tasarımı ve fiziksel ürün arasındaki hassas bağlantının sürekliliğini sağlayan “CNC milling”, üç boyutlu yazıcılar, vakum form ve lazer kesim tezgahları tüm öğrencilerin aktif kullanımına sunuluyor atölyelerde. Bu ortam benim için okulun en heyecan verici yanını oluşturdu geçtiğimiz yıl içinde. Çünkü üretim, tasarım sürecinin bir parçası haline gelmişti. Doğru yazılımların düşünce biçiminize entegre olması, ihtiyaçlarınızı karşılamadığı noktada özgün kodlar kullanarak alternatif açılımlar denemek, üretim sırasında hatalardan ders çıkarmaya dayanan geriye dönüşlü bir eğitimin uygulanması, makine dilinin tıpkı malzeme dili gibi özgüllüğünü sonuç-üründe koruması, UCLA deneyiminden bana kalan en belirgin tasarım deneyimleriydi. Bu anlamda bilgisayar tasarımında, avangard bir arayıştan ziyade keşfetmeye yönelik farklı olanaklar sunuluyor. Sıvılaşmış, tasarım sürecine yayılmış teknoloji, yazılımlar, makineler ve teknikler eğitimin parçası haline geliyor.

Fotoğraflardaki yüzey çalışmaları önce bilgisayarda Rhino ve Maya yazılımlarında desen panelleri olarak tasarlandı; ardından CNC tezgahlarında işlenen kalıplar, vakum form makinelerinde sıvılaştırılmış plastik yüzeylere işlendi. Bu desen tek bir ritmin tekrarından çok, biraraya gelebilen çeşitlemelerden oluşuyor. Süreçte, çoğu zaman defalarca tekrarlanarak, doğru CNC çözünürlüğü, form ve biraraya geliş detayları geliştirildi. Birebir ürünün yanı sıra çizimler yüksek çözünürlüklü bilgi içerecek biçimde tasarlandı ve vektörel özellikleri korunarak sonuç paftalara geçirildi. Perspektifler yer alsa da “render”lar, keskin olmayan ve kolay manipüle edilebilir anlatımlar olduğundan en niteliksiz mimari dokümanlar olarak görülüyor okulda. Süreç boyunca kullanılan teknikler de titizlikle seçiliyor. Örneğin, vektörel çizimler hiçbir zaman Photoshop gibi piksel tabanlı yazılımlarda işlenmiyor. Bilgisayar modelleri de her zaman “hesap”a dayalı Maya veya Rhino programlarında geliştiriliyor.

“Araştırma Stüdyosu” ise UCLA’e özgü bir eğitim metodu. 4 dönem boyunca proje stüdyolarına ek olarak devam eden “Araştırma Stüdyosu” son dönemde kapsamlı bir bitirme projesi niteliğinde işleniyor. Araştırma konuları kentsel bağlamda altyapısal, demografik, kültürel alanları kapsamakta; buna ek olarak, her stüdyo kendine özgü ileri teknikleri (canlandırma, istatistikler, etki ve performans gibi) deney alanına dahil ediyor (Abe, 2008). Thome Mayne, Greg Lynn, Jason Payne, Neil Denari, Kivi Sotoma bu stüdyoları yürüten önemli isimler arasında. Bu isimlerle birlikte Sci-Arc mimarlık ortamı bugünlerde form ve tekniğe tutkulu Los Angeles okulu olarak anılıyorlar (McGuirk, 2007).

Mimarlığın teknikteki güncel açılımları ile LA okulu yakından ilişkili aslında. Geçtiğimiz yıllarda tüm uzay-uçak endüstrisi yazılımlarının, animasyon araçlarının mimarlık alanına girmesi, kentteki mevcut çeşitli endüstriler sayesinde mümkün oldu. Mühendislerin ve animasyon tasarımcılarının teknikleri 1998’den itibaren UCLA ve Sci-Arc’da mimarlık platformuna aktarılmaya başlandı.

Bu bakımdan Deleuze’ün yaratıma dair fikirlerinin burada Greg Lynn’in “Canlılık” makalesinden başlayarak birçok alanda karşımıza çıkması bir tesadüf değil. Güncel durumda ise tüm bu isimler, postmodernizmin barındırdığı çeşitliliğe benzer bir şekilde, birbirine yakın ama farklı paradigmaları savunuyorlar. Örneğin, Jason Payne hislerin ve etkilerin yeni tekniklerle nasıl yakalanabileceğini araştırıyor. Bunu “soft space” olarak adlandırırken, gerek yapı ile insan arasında, gerek makine ile vücut arasındaki mekanı niteliyor. Bu tür deneyim hislerini araştırırken, formların analog olarak üretilmesinden çok, belirlenmiş üretim stratejileriyle bütüne ulaşan bir yol izliyor Payne. Tom Wiscombe ise formları performans değerlerine göre mimari çözümlerde kullanıyor. Biçimlerin taşıyıcılıklarını ve benzer performanslarını yeniden değerlendirerek üretiyor.

Tüm bu farklı yaklaşımların altında tasarımın “üremesi”, “gelişmesi” gibi kavramlar yer alıyor. Bu tasarımlar, yapma çevrenin içinde en doğal, bütüncül tasarım ürünleri olarak karşımıza çıkıyorlar (G.C. Verchota, 2000). Yani, mimarın tasarımın her seviyesinde, her köşesinde keyfi kararlar almasındansa, sistem ve stratejilerin sürece tutarlılık getirmesi, kabul edilmiş bir ele alış biçimi. Bu tutum, ANY dergisinin editörlüğünü yapan Michael Speaks tarafından “emergent interactive form” (Michael Hensel, 2004) olarak kavramsallaştırılıyor. Speaks’in “İdealler, İdeoloji, Akıl” makalesinde yaptığı gibi, Deleuze’ün yaratım hakkındaki teorilerinin üretken sistemler kurgusuna uyarlanması, Los Angeles okulunda da genişçe kabul görmekte. Bu farklı kavrayışların hepsinin ortak özelliği, 1970 sonrası teoride yaşanan çoğullaşmanın farkında olarak konumlanmaları.

Tabii tüm bu gözlemleri, Türkiye’de entelektüel açılımları ileri birçok mimar ve tasarımcıyla eğitimini tamamlamış bir mimar olarak yapıyorum. Bu anlamda, Türkiye’deki tasarım alanında Amerika’dan daha esnek ve sosyal açıdan sorumlu bir akademik çevrenin varlığından hareketle, “para = doğru” ya da “ün = başarı” denklemlerinden sıyrılabilmiş olması bakımından Katalan ya da Japon güncel mimarlığına benzer, gelişen teknolojileri doğru kullanan ve kavrayan eleştirel bir duruşun gelişebileceğini düşünüyorum.

Öte yandan, Türkiye mimarlık ortamında çoğu dijital tasarım teorisinin, pratiğinden ayrıştırılmış şekilde ithal edilmesini de, en az baştan çıkarıcı görüntülere indirgenmesi kadar sorunlu buluyorum. Bir yüksek lisans jürisinde öğrencilerden birinin söz alıp sunumdaki projelerden çarpık yapıları “dijital mimari”, düzgün köşeli, dikdörtgen yapıları da “klasik anlayış” olarak sınıflandırdığı günü hala dehşetle hatırlıyorum. POMO veya benzerlerinin Türkiye’ye zevk verici imgeler olarak ithal edildiği günleri anımsatan bir tanımlamaydı bu. Oysa yapı performansının tasarımla bütünleşmesi, karmaşık konum verilerinin yorumlanması, etkilerin çevreye dönüşmesi, tekdüze kapalı tekrar sistemlerinin esnekleşmesi, zengin topoğrafyanın tasarıma açılımlar getirmesi gibi birçok özgün yorum, teknolojinin fetişten ya da romantik söylemlerle eleştirilmesinden çok, alet ya da belki vücut olarak kullanılmasıyla, sıvılaşmasıyla mümkün olacak.

Kaynaklar:
Abe, Hitoshi, UCLA School of Architecture Catalog, Regents of UCLA, Los Angeles, 2008, s. 10-11.
Abe, Hitoshi, “Thought Matters UCLA Architecture and Urban Design Research Studios 2006-2007”, Regents of UCLA, Los Angeles, 2008.
Davis, Mike, City of Quartz: Excavating the Future in Los Angeles, Vintage Books, Los Angeles, 1990.
Hensel, M., Menges, A., Weinstock, M., “Emergence: Morphogenetic Design Strategies”, Architectural Design, Ocak 2004, s. 6-7.
McGuirk, Justin, “The new LA school”, ICON 052, Ekim 2007, s. 50-54.
Verchota, G.C., Vogel, A.L., “Nonsymmetric Systems and Area Integral Estimates”, Proceedings of the American Mathematical Society, 2000, s. 453-462.

Not: Alper Derinboğaz tarafından kaleme alınan bu metin, ilk olarak Arredamento Mimarlık (06/2008)’de yayınlandı.

Not 2: Fotoğraflar UCLA resmi web sitesinden alındı.

Etiketler

Bir yanıt yazın