Soru: Yıkılmış bir şehir (Antakya örneğinde) yeniden nasıl yapılabilir?

Soru: Yıkılmış bir şehir (Antakya örneğinde) yeniden nasıl yapılabilir? Kesin yanıt: Yapılamaz!

Kahramanmaraş depremi sonrası, tüm “yavaş” uyarılarına karşın TOKİ, hızlı ve plansız bir konut üretimine girişti. Ne var ki, defalarca söylendi, TOKİ barınakları, bir şehir oluşturamaz.

Yangınlar sonrasında yalnızca ağaç dikerek bir orman oluşturulamayacağı gibi. Orman da kent gibi ekolojik bir bütündür çünkü.

Güvenli, az katlı (yatay?) mimari ile yapılacak konutlar olsa olsa bir yatakhane kent oluşturacaktır. Bu durumda, güvenli konutundan çıkan insanın ilk şoku “yaşıyorum ama neredeyim ben?” demekle başlayacaktır. “Sokağım nerede, çarşım, berberim, komşularım, ibadethanem nerede?”

Antakya’ya bakalım. En az 2000 yıldır katman katman üstüne, eklemlenerek gerçekleşmiş ve ne yazık ki cehaletimiz yüzünden Asi alüvyonları üzerinde ve yine cehalet ve hırsızlık nedeniyle tümüyle güvensiz bir sürü çağdışı inşaat teknikleriyle üretilmiş bir yapılar topluluğu.

Haksızlık etmeyelim, Antakya gerçekten “medeniyetlerin buluştuğu” bir kavşak üzerinde “hoşgörü ile” yaşamını sürdüren gerçek bir şehirdi, ama belki bir zamanlar.

Antakya da ülkedeki vahşi kentleşmenin ve kasaba dekadansının pek de giremediği kimi mikroklimalar barındırmayı yakın zamana kadar başarmıştı.

Şehirden geriye ne kaldı, bakalım mı?

Cami, kilise, sinagog… İnsanlar, Müslüman, Katolik, Ortodoks, Protestan, Yahudi, Süryani, imiş. Dolayısıyla da “medeniyetlerin buluşup kucaklaştığı” bir diyar imiş burası.

Yapılar yıkılmış peki de yıkılmadan önce bu ibadet mekanlarının cemaatleri neredeymiş? Kaç Ortodoks, kaç Katolik, kaç Ermeni, kaç Yahudi varmış-mış? Soran var mı?

Kentlerin doğumları öyle toprağa beton dökerek olmamıştır, olmayacak. Olamaz. Kentler, tarım-sanayi üretimi, ticaret ilişkileri, yollar, dini, askeri dinamikler ile (sonradan kültürel, teknolojik, iletişimsel… nedenler ile) doğar, zaman içinde birinden diğerine evrilen bu işlevlerin karmaşık katmanlaşması ile gerçekleşir, gelişirler.

İzler, izlekler, anılar, sevgiler, kavgalar, gerilimler, uzlaşmalar yaşanır. Nitelikli eğitim, sağlık, spor, kültür olanaklarından olabildiğince yararlanılır: Yineleyelim mi, hastaneler, okullar çöktü; Spor tesisleri Çadırkent doldu.

Antakya’da elimizde anlamsız ve yeniden yapım sürecinde içinden çıkılamaz hukuksal sorunlar üretecek olan tapulardan başka ne kaldı?

Bakalım:

Kime ait olduğu, kaç hisseli olduğu asla çözülemeyecek harabelerin tapuları.

Sınır ötesi ticaret, artık yalnızca “Suriyeli göçmen” ile kısıtlı. Halep ile ve derinliğinde ilişkiler içinde gelişmiş Ortadoğu ile ticaret nerede? (bakınız Suriye savaşı ve uçuşan bombalar, kaçak göçmenler!)

Tarım ve sanayi çökmüş, işçiler göçmüş, sular ve hava kirlenmiş (şimdi moloz dökülen kalan tarım toprakları, su kaynakları da son nefesini veriyor). Mahfedilmiş tarım alanları üzerinde üretim mi yapılacak? (bakınız kurutulan Amik ovası ve çalıştırıl(a)mayan bir havaalanı ve moloz döküm alanları!)

Kültür desen, künefe ve türlü (ve elbette pek de mükemmel) kebabını, yok olan defnenin sabununu, kuruyan ağacın zeytinini özleyecek; direnen ermeninin pekmezinin bir süre daha pek de ötesine geçemeyecek. Hele şimdi peynir olmayınca künefe, bulgur, irmik, ceviz olmayınca oruk olabilecek mi? İstanbul, Etiler’de “medeniyetler sofrası” diye restoran açıp reklam yapmaya benzemez bir kentin gastronomik kültürünü ayağa kaldırmak!

Sahipsiz, cemaatsiz (asimile edilmiş kültürlere ait) dinsel odaklar, yalnızca harabelerinin fiziksel varlıkları ile orada.
Tümüyle katledilmiş, sürülmüş, olamadıysa “asimile” edilmiş Ermeni, Rum, Yahudi nüfusu geri getirebilme cesaretimiz, irademiz var mı? (Vakıflı ermeni köyüne “kelaynak” barınağı muamelesi yapan biz beyaz Türkler!) (*) Bu nasıl bir “kullan, tüket, kirlet, terk et” kültürdür, bu nasıl bir barbarlıktır!

Burjuvazi, tarım, sanayi, ticaret, kuşlar, ipekböcekleri, kenti terk etmiş. Geriye üç beş sivil kahraman dışında ne kalıyor?
Cumhuriyetimiz, “neyi, neden, nerede yapıyoruz” bile demeden ama en gözükür, en alternatif en tehlikeli, en zemin riskli bölgede güç göstergelerini (anıt, meclis, müze…) ve beyaz yakalıların “iştiyakla” saldıracağı apartman sitelerini konumlandırmamış mı? Caddelere Atatürk, Cumhuriyet, İstiklal, Kurtuluş adı vererek “muasır medeniyet” seviyesine ulaşılamıyormuş demek ki. Toprağın iki metre aşağısı, çığlık atıyordu halbuki. Binlerce yıl öncesinden mesajlarını iletiyordu. Göremedik, göremediniz.

Yapamamışız. Şimdi de yanılsamalar içindeyiz: duygularımız, sanal beklentilerimiz, sevgimiz gözümüzü bağlıyor.

Kendimizi kandırmayalım. Bu şehri “biz” yeniden yapamayız. Ne var ki, Proje ve Uygulama “ihale” ederek, yanına bir de bu ihaleyi meşrulaştırmak için “katılım” sosu da ekleyerek çoktan, acele ile yola koyulanlar var.

Öncelikle kenti tasarlamak telaşı yerine süreci tasarlamayı uzunca konuşmalıyız. Yeniden ve çok farklı bir bakış açısı ile düşünme zamanıdır.

(*) İktidar temsilcisi olduğunu saklamayan bir şahıs, felaketten iki ay sonra, 15 nisanda, “bu olay kafirlere Allah’ın bir yıldırımıdır, bir kırbacıdır bu… Bu Antakya’ya bir rahmettir… Öyle karışık mozaik olmak yok. Bizim görevimiz… Bu kafir ve müşrikleri İslam’ın gerektirdiği yola yönlendirmektir…” anlamında haykırmadı mı?

Etiketler

Bir yanıt yazın