Sessiz Bir Devrimin Hikayesi / Peyzajın Binaya, Binanın Eskize Döndüğü An

Nereden nereye... Aalto ile ilgili bir şeyler arıyordum. Onun kalın, yumuşak uçlu kalemlerle bir uçtan bir uca çektiği çizgileri, eskizleri nedense hep hoşuma giderdi.

Boğaz’ın kıyısında, tam karşıda Üsküdar’ı gören, sanki önünden her dakika bütün İstanbul’un akıp gittiği Akademi’nin kütüphanesinde, bir köşede onu ararken, Dipoli ile karşılaşmıştım. O zamanlar mimarlık bölümünde, ilk sınıflarda öğrenciydim.

Zamanın modası olan mimari rüzgarlar arasında, etrafta gördüğüm her türlüsünden alt alta üst üste gelen kutuların, “less is more”ların ve onların türlü türlü uzantılarının ya da oraya buraya hafifçe dönenlerin ve diğerlerinin arasında, sanki dünyanın, çok kişinin bilmediği uzak bir köşesinde, kurtarılmış bir bölgesinde, neredeyse herkesten habersiz yapılmış bir yapıydı Dipoli Öğrenci Merkezi. Düşünüyorum da, formunun da ötesinde söylediği, mimarlık adına fısıldadığı başka şeyler vardı. Sessiz kuzeyin, sessiz bir başkaldırışı gibiydi… Hatta bir devrim gibi bir şeydi bile o yıllardaki modernizmin kalesinde. Otaniemi’de, TKK denilen Helsinki Teknoloji Üniversitesi’nin, şimdiki yeni Aalto Üniversitesi’nin kent dışındaki kampüsünde inşa edilmişti. Tasarımcıları Raima ve Raili Pietilä’ydı.

Yıllar geçti… Helsinki’de yaşamaya başladıktan sonra, bizim eski büronun da olduğu yere yakın Viisi Kulma’nın (Beş Yol Ağzı) bir köşesini tutan tarihi apartmanın en üst katındaki dairesinde Raili Pietilä’yı ziyaret etmiştim. O zamanlar eşi Raima, artık aramızda yoktu. Girişteki koca antrenin tavanını dikkat çeken beyaz bulutlara benzer şekilde kaplayan, yan yana gelip iç içe giren büzülmelerle tasarlanan eskiz kağıtlarının arkasındaki gizemli ışıkların gölgeleri arasında içeri girmiş, sonra da sedire benzer koltuklarda birlikte oturup mimarlık ve yaşam konuşmuştuk uzun uzun. Hatta gelip gördükleri Türkiye’den ve uğradıkları çocukluk mekanlarımın kenti Bursa’dan bile söz açılmıştı. Finlandiya’da eşlere “minun puoli” yani “benim yarım” derler. Viisi Kulma’daki bu evde ve Raili’de de hala, işte bu yarıyı kaybetmenin hüznü ve derin izleri vardı.

Raili bana o gün dairelerinin arka bölümündeki büro mekanlarını ve özel arşivlerini açmıştı. Hatta özenle bulduğu dosyalardan birinde, yaşamını ve mimarlığın özel köşelerini paylaştığı Raima’nın şaşırtıcı eskizlerini de göstermişti. Raima bunları hangi trans, hangi duygular anında çizmişti bilmiyorum ama çok özel, çok kendine özgü dokunmalar, çizmeler, düşünmelerdi hep aklımda kalan. Ne Aalto’nun çizimlerine ne de başkasınınkine benziyordu. Orada yıllar içinde konferans ve eğitim merkezi haline gelen bugünlerde ise yeniden Aalto Üniversitesi’nin aldığı ve nasıl kullanılacağı düşünülen eski Öğrenci Birliği Merkezi, Dipoli binalarını da uzun uzun konuşmuştuk. Şimdi artık oldukça ileri yaşlarında olan Raili ile dostluğumuz diğer karşılaşmalarla, sohbetlerle daha sonraki yıllara doğru uzayıp gitmişti.

Pietilä’ların Fin mimarlık dünyasında efsane olan bazı yapıtlarını da yerinde gördüm. Etrafındaki kutu kutu dizilmiş apartmanların arasında tam tersi, çok farklı bir kontrast tavır ile adeta onlara meydan okuyan, çok özel bulduğum Tamperedeki Kaleva Kilisesi’ne ise yapının 40. yılını kutlamak için özel olarak Raili ve iki diğer mimarlık tarihçisi meslektaş ile birlikte keyifli sohbetlerle bir yolculuk yaparak onun daveti ile gitmiştim. Ayrıca kim bilir kaç kere, kuzeye bu ülkeyi ziyaret eden dostlarla gidip gördüğüm Dipoli ise hep yakınlarda yine özel, başka bir yerde oldu, sanki onu her gittiğimde henüz görmüş ve henüz içinde dolaşıyormuşum ve henüz onun hakkında yazıyormuşum, düşünüyormuşum gibi…

Dipoli sanki, bir tarafı ile matematiğe bağlı mimarlığın ötesine geçen ya da bambaşka bir matematiğin kuralları içinde, başka bir mimarlığı sergiliyordu. Bu mimari rakamlarla ilgili değildi. Sadelikle, azlıkla ilgili de değildi. Tam tersi, çoklukla ilgiliydi. Çokluğun, üç boyutlulukta açılı irrasyonalitenin, organik planlamanın sanatı yapılıyordu bir çok köşesinde. Doğanın bu yanları referans alınıyordu. Yaratılan mekanlar, yaratılan atmosfer adeta akma ve yayılma çabasındaydı. Peyzaj ile mimarlığı iç içe getiren bir projeydi. Mimarlığın kendisi de bir peyzaj projesine ya da peyzajın bir parçasına dönüşmüştü, bilgisayarların hiç daha ortada olmadığı dönemlerde. Hatta Dipoli belki de mimarlığın peyzaja, peyzajın mimarlığa döndüğü bir andı.

“… Bir tarafı dik açısal, diğer tarafı ona kontrast, farklı organik doğa parçalarının olduğu iki ayrı dünyanın bir araya gelişine benziyordu. Okyanus dalgaları gibi özgür çizgilerdi…. Aalto’nun dalgalarından farklıydı. Başka türlü, daha azgın dalgalardı. Doğanın bu kadar binanın içinde olabileceği ya da dışıyla doğanın dilini kullanarak ona taşabileceğine ilk defa tanık olmuştum. Çok kişisel bir tavırdı… Bu binanın ve bazı diğerlerinin hikayesini ve Reima’nın Aalto ile olan uzaktan uzağa dialoglarını … Raili’den dinledim. Alvar Aalto’nun, Pietilä’ yı kendi bürosunda çalışması için istediğini ama Reima’nın bunu kabul etmediğini kendi yolunda gittiğini anlattı, Reima’nın “Büyük bir ağacın gölgesi altındaki ağaçlar yeterince büyüyemezler.” dediğini hatırladı.

Aalto, Pietilä’nın yaptıklarını dikkatle izlemekteydi. 1961 yılında kazandıkları Dipoli Yarışma projesinin jürisinde Alvar Aalto’da yer alıyordu…. Bu yapıtla ilgili duyduğum önemli şeylerden biri, birincilik kazandıkları Dipoli projesini (1961-1966) gerçekleştirdikten sonra yaklaşık on yıl, doğru dürüst proje alamamalarıydı. Ama bu yapı, doğa ve mimari mekanı yepyeni bir sentezle bir araya getirme çabalarında Pietilälar için çok önemli bir atlama taşı olmuştu. Çevrelerindeki binlerce yıllık taşları, ormanları, gölleri, buz tutan denizleri, ışığı, gölgeleri, bir sürü değişimi gözleyerek, bunlarla beraber yaşayarak, doğayı dinleyerek yaptıkları bir başka deneydi. Alvar Aalto’nun da içinde bir çok binasını tasarladığı Helsinki Teknoloji Üniversitesi’nin kampüsündeki Dipoli’nin boş arsasına Reima’nın projeyi çizmeden önce bazen gidip oturduğu ve sessiz doğayı dinlediği, hissettiği gibi. Binanın yapılacağı yerde uzun uzun düşündüğü gibi…

Dipoli özel bir binaydı, özel bir heykeldi… Tamamlanmamış bir mimariyi gözler önüne seriyordu. Gerçekten de proje binalaşmış olsa bile sanki bir eskiz gibiydi. Herkesin üzerinde söyleyeceği çok şey vardı. Dipoli adeta bir tartışma yaratmayı hedefliyordu. Provoke ediyordu zaten amacı da budur. Mimarların genelde sevdiği geleneksel kriterlere uyan beğeni anlayışına karşı bir yapıydı. Modaya uymuyordu. Başkalarının istediği tadı aramıyordu. Denge anlayışı farklıydı. Estetik kuralları alt üst ediyordu. Stili olmayan bir mekandı, farklı olmayı istiyordu. Şok edici bir tarafı vardı. Binada kullanılan taş, beton ve ahşap malzemesinin ötesinde bina planlaması ile doğanın ayrılmaz bir parçasıydı. Hatta bunun ötesinde, bina içi ile, dışı ve örtüsü ile suni bir doğa yaratma iddasındaydı. İçine girdiğinizde kimine göre mağarada, kimilerine göre garip bir yaratığın, hayvanın içinde olma hali vardı. Kimine göre kimine göre kitchy bir duygu yaratıyordu. Ama doğadan gelip adeta doğaya doğru gitme haliydi. Ve çok kuvvetli kişisel bir karekteri vardı. İşte bunlar onu uluslararası arenada da çok özel bir bina statüsüne taşıyordu…” *

Metaforlarla başlayan bir tasarım sürecinde ortaya çıkan bu binanın eskizselliği düşündürücüydü. Bu aslında mimari de pek karşılaşılmayan yeni bir şeydi. Her türlüsünden eskizlerle başlayıp zorlu bir yapım sürecinden sonra bitip tamamlansa da aslında bitmemişliği, bitse de bitmemişliğinin hissi çok kendine özgüydü. Mimaride özellikle bu ölçekte ve süreç sonunda eskizselliğin tanımı üzerine adeta tartışma açmaktaydı. Eskizsellik ve bitmemişlik ile bitmişlik arasında gidip gelen çizginin ve sanki bunun, spontanelik, kendiliğindenlik gibi kavramların sonuçlarını, ipuçlarını vermekteydi. Mimarlar Dipoli’de yaptıkları ile bitmiş bir binayı belki de eskizselleştirmişler yani binanın kendisi adeta bir eskize dönüşmüştü. Adeta çizgiler eskizken bina olmuş, bina iken yine eskizleşmiş gibiydi. Bu eskizin sonuçları da daha kendiliğinden, daha da hayale, spekülasyona açık spontane bir hale gelmişti.

Kısacası özgür bir mimarinin, deneysel bir başka yapıtıydı Dipoli. Pietilä’larda diğer bazı projeleri ile de modernizmin sonrasında farklı eğilimlerle bilgisayar çağına adıma atan mimarlığa, yapıtlarında verdiği mesajlarla yeni bir dönemin kapısını, kapının kilidini açan mimarlardan oldu. Ama yine de kimbilir belki de Finlandiyanın biraz köşede kalmasından ya da o zamanın mimarlık tarihçilerinin böyle bir binaya gereken önemi vermediklerinden ötürüdür, bu özel yapıt Dipoli ve diğer bazı diğer yapıtlar gibi, nedense bazı farkedilmeler dışında dünya mimarlık tarihinde hakettiği önemi pek bulamadı. Zamanın geçerli eğilimleri arasında Pietila mimarisi Finlandiya’da bile oldukça zor anlaşıldı. Hatta bazı meslektaşlar, o yıllarda yurt dışında isimleri duyulunca kuzeyde de kabul görmeye başladığını bile söylerler. Ama ne olursa olsun, ne kadar gariptir ki, Raima’nın kendisinin dediği gibi ülkesinde bile bir yabancıydı o, eşi yani yarısı Raili ile birlikte. Hep de kendisini böyle hissetti buralarda.

Yaşayan dev bir eskiz, dev bir sanat yapıtı olan, belki de dünyadaki kentlerin içinde çok özel bir yerde olan, son yıllarda ise önemli noktaları, bazı köşeleri, parça parça adeta para adına, ekonomi adına didik didik edilen adeta o eskizselliğin ötesinde cilalanmış mobilyalar gibi kenti süslemeye başlayan gökdelenlerle, eski dokusunu ezip geçen dev binalarla, simdi düşünülen çılgın projelerle, doğayı yok sayan, mimariye adeta esir olmuş ona direnen “Eskiz Kent İstanbul” ** dan buralara gelen ve buralarda yaşayan biri olarak benim için Pietilalar’ın yaklaşık yarım yüzyıl önce yaptığı bu sanki eskiz bina Dipoli ve bu eskizlerinin arkasındakiler bambaşka mesajlar, izler taşıyordu her gittiğim defa. Dipoli de aynı İstanbul gibi çok şey düşündürdü, mimarlık adına, mimarlık eğitimi adına…

* “Okyanus Dalgalarını Çizmek” BETONART / Beton ve Mimarlik / Sayı 12, Sonbahar, 2006, Sayfa 48-57
** “Eskiz Bir Kent: İstanbul”, Arkitera Web Sitesi, Görüş Yazıları, https://www.arkitera.com/gorus/205/eskiz-bir-kent–i-s-t-a-n-b-u-l

Not: Makalenin siyah-beyaz olan imajları Raili ve Raimä Pietila’nın Arşivlerinden alınmış, renkli olan ise Yanar tarafından çekilmiştir.

Etiketler

Bir yanıt yazın