Savaşlar ve Ülkem: Sessizlikte Ölülerini Arayan İnsanların Mekanı

"Ölü gözünden yaş akmaz!"

Geçenlerde Twitter kapandı. Kapanması ile açılması da bir oldu. Açılmadı ama bir şekilde açıldı. Aniden ortaya dökülen, adeta bu işin başlama vuruşu olan sözlerden sonra, kökü de öyle ya da böyle belki bir süre kazınmasına karşın bu işin ustaları tarafından hemen bir yolu bulundu, yasaklar delindi herkes, en yetkili yerler tarafından. Kısacası kapandı, açıldı, açılacak derken koca Twitter zaten kevgire dönmüştü, arkasında önünde ne varsa, ne yoksa. Döneceği de biliniyordu elbette. Açılsa da olur açılmasa da artık. Ama ne olduysa oldu. Olanlar özgürlük adına bir göstergeydi. Çok önemliydi.

O zamanlar elbetteki Twitter yoktu. “Twit”ler olmadan da, yaşam bütün hızı ile, bütün detayları ile akıp gidiyordu. Şimdinin cep telefonlarındaki, ya da tabletlerindeki her türlüsünden oyunlarının yerini ise gerçek yaşananlar almıştı. Dünya her yeri ile biribirine bağlanan küçük bir köye dönmeden önce belki ritim biraz yavaştı ama herşey daha canlıydı, daha hayale açıktı, daha tiatraldi o günün kuralları içinde.

Biz anlatılarla ve hikayelerle büyüdük. Bu hikayelerin bir tarafında da yine hiç bitmeyen hep o her yanı yokeden, binaları, insanları yokeden savaşlar vardı. Balkan Savaşı, Kurtuluş savaşı, Çanakkale ve diğerleri. Bizimkiler Gemlik’e Rumeliden, Balkanlardan gelmişler, dedem dile kolay, tam sekiz yıl askerlik yapmış. Sanki o zaman oturduğumuz o evin ahşap duvarlarında bu gelişlerin, gidişlerin, savaşların anıları, izleri vardı. Bu izler zaman zaman herşey o an olmuşcasına canlanır, sohbetlere katılır onu konuşanlara birlikte bir rüzgar gibi bir odadan bir odaya girip çıkardı. Evin muhteşem köşeleri, biribirleriyle aynı olmayan merdivenleri, geniş sofaları, yüksek tavanları vardı. Her yer dev bir oyun yerinin parçaları halindeydi. Saklandığımız gizemli köşeler her an, her gece değişirdi. Galiba burası içi ile, dışı ile, kapısından çıkıldığında karşılaşılan farklı ortamları ve o zaman bugün gibi olmayan geleneksel evleri ve yapıları, deresi, sahili, kumsalları ile benim farkında olmadan okuduğum, hocalarını, diğer öğrencilerini tanıdığım ve mezun olduğum ilk mimarlık okulumdu daha sonra bir parçası olduğum büyülü İstanbul Okulu öncesi. Belki de bu ev içindekilerle küçük bir Türkiye gibiydi. En alttaki İstiklal Caddesi’ne bakan dükkanı da sanki bütün ülkenin sanki gelip gittiği, alış veriş yaptığı yerdi. Sohbetler, siyasal tercihler, inanışlar arasında, bu kadar hızlı olmasa da yine de değişen gündemleri yaşardık. Ama ne yalan söyleyeyim bu kadar gündemi gün içinde bile rüzgara göre değişen, değiştirilen ülkemizde kafamız o zamanlar, bu kadar ambele olmazdı. Doğrunun yanlışın bu kadar tuhaflaştığı bazılarının yaptığı gibi çıkarlar uğruna üzerine her türlü oyunun oynandığı, adalet kavramı üzerine tanık olunan tartışmalar, orasından burasından çekiştirmeler böylesine hiç olmamıştı.

Dedemin sohbetlerine girip çıkan iki savaşı daha hatırlıyorum. Bir tanesi küçük Finlandiya’nın ormanlarında eşi görülmemiş bir stratejik manevra ile koca dev Rusları yendiği ve ülkelerinden söküp attıkları kış savaşı, diğeri ise ülkemizi de ilgilendiren, o zamanlar 1950’lerde Menderes hükümetinin hala bugün bile hala tartışılan kararı ile oraya gönderilen askerlerle bu savaşta taraf olduğumuz Kore Savaşı’ydı. Dedem hep oturduğu sedirin köşesinde annaneme ve bizlere okuduklarını bütün detayı ile olanları yorumları ile her defasında farklı cepheden anlatırdı bazen. Ne gariptir ki uzun yıllar sonra hep anılarımızın bir yerlerindeki bu iki savaşın taraflarından olan ülkelerden birinde Finlandiya’da yerleştim ve geçtiğimiz bir yılda Güney Kore’de yaşadım öğrencilerle birlikte. Bu iki ülke de bizim gibi kazandıkları kurtuluş savaşları sonrası adeta yaşamlarında yeni bir sayfa açan, yeni bir hayata başlayan ülkeler. Ama bu ikisi de özellikle de Finlandiya sorunlarını birçok alanda bizden daha çok halletmiş, özgürlük adına daha çok daha yol almış. Elbette dünyanın uzak köşelerinde değil aksine neredeyse ortasında, kıtaları bağlayan bir mefsal noktasında yaşamanın merkezlere yakın yakın yaşamanın bir bedeli var ama yine de bunu sözü geçen iki ülkenin hele böyle her olanın her eve anında girdiği bir çağda, kıtaların gözden uzak köşelerinde olmalarına ve en azından otuz yıl öncesinden kalan, benim de hala hatırladığım iki de bir de farklı yöneticiler tarafından ortaya sürülen ünlü ‘dış mihraklar’ tekerlemesine bağlamamak gerekir, kesinlikle. Farklı düşüncelerin bir arada yaşaması ve doğruyu hep birlikte medeni tartışmalarla bulmak adına adeta bütün varını yoğunu eğitime yatıran, devamlı bunun metodlarını araştıran yerin göğün kitapla dolduğu Finlandiya bu konuda önemli mesajlar veriyor. Kore de yine aynı şekilde. Farkı farklı inançların, Budizmin, Katolik ve Ortodoksluğun, Şamanizmin, ve dine inanmayanların daha birçok düşüncelerin olduğu toplumda yerleşen inanılmaz bir hoşgörü ortamı yaratan eğitimin ve kitabın rolü yine çok büyük Finlandiya gibi. Her iki ülkenin de en büyük özgürlükleri ise insanların yaşam haklarının ellerinden alınmaması, alınamaması düşünceleri, fikirleri, siyasal düşünceleri ne olursa olsun adaletin şemsiyesi altında.

Geçen yıl… Kore’ye yeni geldiğim aylar. Bütün dünyanın izlediği, adeta bir milat olan Taksim’deki Gezi Protestolarının sıcak günlerini takip eden günler… Önce açık, sonra yağışlı ve sonra yine açık ve güneşli bir pazar günü… Busandayım… Burası Güney Kore’nin çapraz köşesinde, Japon adaları karşısında bir okyanus kenti. Koreliler için sembolik bir yer. Savaşta ülkenin kapanmayan bir kapısı olmuş. Yeniden doğuşun umudu olan bir yer haline gelmiş. İşte böyle bir atmosferi hissettiğim bir mekanda o gün önemli bir yere gitmeye karar vermişim. Uzun metro yolculuğu sonrası hiç bilmediğim yerlerden yürüyorum. Bir parkın yanındaki yükseltiden tırmanıp taş merdivenlerle bir yol kenarına iniyorum. Kolonlu bir kapının önündeyim. Üstündeki çatısı ile tuhaf bir havası var. Geleneksel, modern, oryental hepsi bir arada. Sonradan anladığım kadarı ile bir zamanlar Corbusier’in ofisinde de çalışan tanınmış bir Koreli mimar tarafından yerel özellikler de göz önüne alınarak özel olarak tasarlanmış. Altında orasına burasına bakarken şemsiyeyi kapatıyorum. Yağmurda duruyor, gün neredeyse eski haline dönüyor. Kapıda esas duruşta uzun boylu Koreli bir asker var. O an hiç beklemediğim bir şey oluyor. Asker beni görünce esas duruşta çakılmış vaziıyette tam karşıma geçiyor. “Hangi ülkedensiniz” diyor. “Türkiye” deyince, “Yaptıklarınız için çok teşekkür ederiz” diyor kalpten bir şekilde ve “Welcome” diyerek elleriyle içerisini gösteriyor. Çelik gibi bakışları var. Kore Savaşından sonra orada ölenlerin anısında yapılan Birleşmiş Milletler Mezarlığı’na böyle bir hüzünlü seremoni ile ilk adımı atıyorum.

Burası çimenleri, özenle yetiştirilmiş bakımlı tropikal ağaçları ile daha ilk bakışta sanki ucu bucağı olmayan bir yer, bir cennet gibi. Binlerce kişi orada yatıyor. Neredeyse daha içine girmeden savaşın kokusu ve atmosferi hala her yerde. Sağda bazı binalar var. Bunlardan birisi yan çatıları yere kadar inen adeta üçgen kesitli bir kilise. İlerisinde de savaştan fotoğrafların olduğu bir giriş ve tanıtım pavyonu yer alıyor. Orada bir fotoğrafta bizim askerleri görüyorum siperlerinde. Ve bildik isimler altalta gelmiş. Hızla girip çıktıktan sonra yan yoldan aşağı doğru nereye gittiğimi bilmeden, sanki bilmek istemeden yürüyorum. Gördüğüm şu… Etrafında çepeçevre bir yol olan, koyu yeşil bir peysaj kademelerle, yemyeşil platformlarla yukarıdan aşağı doğru iniyor bir baştan bir başa. Aşağıda başka platformlarla hafifçe rampalaşarak giden bir yoldaki meçhul asker ekseninde merkezi, anıtsal bir bina var. Onların sol yanında da bayrakların dizi dizi asıldığı üzerinde yine isimler dolu, adeta ayna gibi parlayan dairesel duvarları ile su dolu havuzu çeviren yine anıtsal bir yer binlerce ismin olduğu hatırlama duvarları inşa edilmiş.

Öbek öbek insanlar görüyorum mezarlıkta. Benim gibi tek tek olanlar da var. Sessizlikte ölülerini arayan, farklı milletlerden sessiz insanlar bunlar. Her yeri geziyorum benim gibi burada olan insanlarla. Sanki bir canlı bulma umuduyla. Bir başka anıtsal suyun ve etrafında parlayan duvarların olduğu yerde bir çok kişi gibi isimlere bakıyorum sanki belki birileri, tanıdık birileri çıkar diye. Bir grup Koreli asker bayrağı indiriyor törenle en yüksek platformlardan birinde. Tii sesi geliyor hapörlörlerden ve arkasından siperlerdeki emirler, konuşmalar ve o günlerin havası yine her yeri sarıyor. Ben hala bizimkileri arıyorum. Alçak mezar taşları dan sanki tam siper yerlere yatmış. Binlerce taş arasından bizim bayrağı bulmak mesele.

 

Sanki bütün dünya ölmüş, sanki tek canlı kalan sadece bizleriz. Ve bu savaşın kokusu bu gün olmuş gibi hala etrafımızda. Ve nihayet dolaşa dolaşa, sanki biraz önce yaşamını kaybetmiş insanların arasından geçerek aradıklarımı buluyorum. Bizim gibi insanlar, Türkçe isimler, hep etrafımızda olan bildiğimiz isimli gençler, erler, subaylar, onbaşılar… Hepsi orada… Hepsinin künyeleri, isimleri yazılmış ayyıldız ile yer taşlarına. Savaşın en sıcak anlarında, en ön saflarda kaybettiğimiz sekiz yüze yakın genç sıralanmış tek tek. Oldukları yere yakın hafifçe yükselen duvarın önündeki beton dar yolun ilerisinde birinin başına oturuyorum. Ülkelerinden, ülkemizden, Anadoludan binlerce kilometre uzaklıkta, neden bizimkiler burada, ve hala neden buradalar?

Yıllar önce bir İstanbul akşamında kitap fuarındaki imza gününden sonra uzun uzun sohbet ettiğim bugün artık aramızda olmayan eski dost, Yunanlı Yazar Dido Sotiriyu aklıma, yanıma geliyor. O gün söylediklerini, hala cümlelerini hatırladığım ‘Benden Selam Olsun Anadoluya’ isimli kitabının sayfalarını sanki yeniden bir bir çeviriyorum. Savaş görmüş, kendisi gibi neler neler yaşamış bir Anadolu köylüsü Manoli’yi anlatıyor. Kitabın başlarında bir Rum atasözü var. Satırda ‘Ölü gözünden yaş akmaz’ yazılı. Son cümlesi ise hem kendisi için hem de savaşta ölenlerin, yokolanların anısına adeta bir haykırış, bela okuyacak kadar büyük bir isyan bütün yaşananlardan, kaybedilenlerden sonra. Bu kitabın adeta bir özeti. Aynen söyle. ‘Benden selam söyle Anadoluya… Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin… Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Allah bin belasının versin!

Anadolu, karşı kıyıları, Kore, aynı dili konuşan aynı milletten olan, savaş sonrası ayrılmış güneyi kuzeyi hepsi ard arda kitabın ardından sıralanıyor. Aklıma yine dedemin savaş hikayeleri geliyor. Finliler, Ruslar, Bulgarlar, Yunanlılar, İngilizler, Araplar, yukarısı, aşağısı ile Koreliler, yanıbaşlarındaki Çinliler, Japonlar ve Kore savaşına katılan diğer ülkeler… Sanki o eski evde anlattığı bütün savaşlar, Busanın etrafında yüksek apartmanları gözüken yemyeşil bir yamaçlarında yeniden tek bir savaşta, bu savaşta canlanıyor. Yine boru sesi, yine arkasında cephedeki konuşmalar, yine telaşlar, yine koşuşturmalar, patlamalar, silah sesleri, bombalar ve sağa sola devrilenler ve sessizlik ve aralarında umutla hala canlılar arayan tek tek insanlar… Neden sonra herşey yine eskisi gibi oluyor… Yine biraz önce bulduğum kimbilir kaçı, hangi parçalarını kaybetmiş, ne acılar çekmiş gaziler bir yana, sekizyüze yakın kaybettiğimiz genç yine sıralanmış yatıyorlar, sanki neredeyse 60 yıl önceki savaş dün olmuş gibi. Bu da Güney Kore’nin, Kore yarımadasındaki refahının arkasında görülen resim… Yani bir anlamda bu paylaşım savaşında kaybedilenleriyle ödenen Nazım’ın dediği gibi bir “Diyet” olsa gerek, diğerleri ve binlercesi ile birlikte, bizimkiler ve bizim ülkemizden giden, dünyanın bir ucunda şehit, bizim askerler de dahil…

Etiketler

Bir yanıt yazın