“Papazı Bulma” Üzerine: Bir Mekanın Anatomisi

Şu yaşam, ne inanılmaz, ne muhteşem ve de ne tuhaf.

Acımasız, ama cömert ama özgür ama apaçık. Yine de neyin ne zaman olacağı, ne zaman yaşam sahnesine çıkacağı hatta ne zaman sizi oyunun içine atacağı bilinmez, bilinemez, tahmin edilemez. Ama acısı tatlısı ile adeta bir şölen. Sürprizlerle dolu, sevinmeler kadar üzülmelerle de dolu ve her an, herşeye gebe. Sınırları da yok, hiç mi hiç yok. Varsa da hayal edilemez… Her anı, hatta tek bir anı bile yaşamaya değer, hem de nasıl değer…Ve her bir parçası ve her bir fragmanı da saniyesi saniyesine, santimle, milimetreyle hesaplanmış gibi. Ya da tam tersi, tümüyle hesapsızlıklar, bilinmezlikler dünyası… Bir çok dünyanın, hem bilinen hem de bilinmeyen devasa bir dünyası… Anları ile insanları ile, öncekileri, şimdikileri ve sonrakileri ile. Kısacası hesaplamalar ve hesapsız olmalar arasında başka bir şey, yaşam ya da hayat denilen.

Yanımdaki rahip aşağıdan yukarı, soldan sağa elleriyle düşey ve yatay çizgiler çizerek, ağır ağır istavroz yani haç çıkartıyor. Ortalık buz kesmiş. Sadece feryat eden motor gürültülerini duyuyoruz. Etrafımızdaki herşey ama herşey titriyor. Bu uzun ve birkaç aktarmalı garip yolculukta bir önceki Jumbo ile karşılaştırıldığında fındık kabuğu sayılabilecek uçak, okyanusta sanki küçük bir kayığın dalgalarla boğuşması gibi sallandıkça sallanıyor. “Eyvah yine mi!” diyorum. Avrupa’nın bir ucundan, Asya’nın bir diğer uzak ucuna doğru bu uzun yolculukta, ister istemez “Okyanusu geçip derede boğulmak” da bu olsa gerek, diye düşünmeden de edemiyorum. Bir uçurtma üstünde uçuyor gibiyiz, sanki takla atacakmışız gibi. Uçak kendini boşa alıyor, geriliyor, tekrar topluyor. Ama nafile, yine bir hava boşluğu, ve bir iniş ve bir çıkış ritmi içinde her biri daha da şiddetlenen tekrarlamalar sürüp, duruyor. Uçakta servis yok, telaşlı kaptanın kemerlerle, yerimizden kalmamamızla ilgili acele anonsu bir diğerini kovalıyor. Bir fırtına, bir kıyamet, boşluklardan birinden diğerine atlayıp duruyoruz. Hala düşe kalka yükseldikçe yükseliyoruz. En sondaki koridorun sağına doğru dizilen üçlü koltuklardayız ve yanımda pencere kenarında, sanki gözlerimin içine baka baka bu hareketleri yapan, elleriyle anlatan bir rahip var. Benim de gözlerim rahibin ellerinde. Bir film sahnesi gibi yaklaşıyor, ister istemez hareketlerine zoom yapıyorum. Güleceğim ama gülemiyorum. Her halikarda, Allahtan yanımda bir din adamı var, hıristiyan da olsa. ‘Hiç birşey tesadüf değil dedikleri bu galiba diyorum” içimden. Kelimenin tam anlamı ile korkuyorum, bu ellerin işaretleri arasında. Hani derler ya betim benzim atmış. Gidiyoruz ama nereye…

Kilise, altar, rahip, rahibin elleri derken, aklımda kalan bir binaya, sanki kentte aradığım bir mekana giriyorum. Herşey yeniden gözümde bir bir canlanıyor, oradaki altara ve oradaki rahibe kadar uzanıyor. Mekanı yeniden hatırlamaya ve tekrar okumaya başlıyorum hikayeyi başa sararak.

Neredeydi bu kilise? Hangi sokağın ucundaydı, hangi meydanın yanındaydı, hangi binalarla yanyanaydı? Oraya kimler gelir, kimler giderdi? Rahibi kimdi, nasıl biriydi, neler konuşurdu? Ya altarı ? Kısacası nasıl bir mekandı bu kentin içinde yaşayan insanların kilisesi?

İleri de biribiriyle konuşan iki kişi vardı. Umursamadılar ya da görmediler içeri girdiğimde. Sessiz bir kentin, rengarenk bir mahallesinde etrafa bakar gibiydim. Acaba gece neon ışıkları ile bu renkler, kentin kendi tonlarıyla nasıl olurdu, ne hale gelirdi? Binanın içinde, bir yerlerde olan kiliseyi, hiç bilmediğimiz bir kente gidip, tanımadığımız insanların olduğu ara sokaklarda dolaşıp bulmak istiyordum. Onu aramaya başladım.

İki şiirsel duvar bu binayı özetliyordu. İki yanını sarıyor, hassas kıvırımlarıyla biribirine adeta kur yapıyordu. Ahşap çapraz kaplamaları, alışılmadık pencereleri ile duvarların armonisi, yaklaşıp uzaklaşmalar arasındaki diyalog, dışarıda hissedildiği gibi içeride de ilgi çekiciydi. Giriş kapılarının ilerisinde, hafifçe dönerek, girene yol gösteren kısa duvarların devamında bir yol ayrımına varmıştım. Tam ortada bir hol, bir kentin yollarının açıldığı, binaların baktığı küçük bir meydan gibiydi. Uçlarından çekilerek bozulmuş oval şekildeki iç avlulu teras, binanın konturu içindeydi. Arkada parkı, yüksek kavakları, kayaları gören yüksek camlardan içeriye limanın ışıkları geliyordu. Aradığım kiliseden eser yoktu.

Üzerinde oturmalar olan kırmızı üçgen döşeme ve beyaz tavan izi ile kitaplık, arkasındaki mutfak bağlantılı kırmızı raflarıyla dükkan ve dış avlunun kapısı, koridor, giriş, koyu mavi duvarları ile bir ek mekan bu hole açılıyordu. Hafif dönerek buradan gelip geçen, dar bir yola benzer koridorun sonuna doğru yürüdüm. Yavaşça kıvrılan, ıssız bir yolun sonu gibiydi. Dışarıya açılan bir kapıyla bitiyordu. Etrafında büro odaları, diğer mekanlar hatta sauna bile yer alıyordu. Kilise mekanı yine ortada yoktu. Küçük meydandan geçen yolun, koridorun sonunda, diğer tarafında olmalıydı. O yöne döndüm. Orada binanın oturma yeri vardı. Kentin ana meydanı gibiydi. İki basamak ve rampa ile iniliyordu. Tv ekranı, ilerisinde bilardo ve langırt masaları ile 6-7 kişinin birlikte oturacağı diğer uzun masa vardı. Arkalarında sandalyeler duvara bitişik tek sıra dizilmişti. Masanin ekseninde üçlü ek bir koltuk, önünde sehpası ve onun yanında da küçük bir org kendini cok belli etmeden yer almıştı. Sol yana, arkaya döndüğümde aradığım kiliseyi saklı köşesinde bulmuştum, bir kenarında bir duvar, önünde dörtlü sandalyeleri ile dört masa, onların yerini belirleyen yuvarlak döşeme ve yine üstte yuvarlak bir tavan izi, bir kürsü, arkasında sıfırdan başlayıp bel hizasına kadar yükselip giden penceresi ve oradan gelen ışığı ile.

Görünüşünün ötesinde, kavramsal açıdan rastladığım ilginç kiliselerden biriydi. Aslında yoktu. Varsa bile varlığıyla yokluğu birdi. Belki de ne vardı ne de yoktu. Ya da hem görünen, hem de görünmeyen haldeydi. İsteyen, arayan görebilirdi, sorulursa bulunabilirdi. Oturma bölümünün dağınık bir anında, bilmeyen biri kilisenin farkında bile olmayabilirdi. Bir kutsal mekan bu eskiz ile günlük yaşamın içinde belki de abartılı hayal ediliyor, yoruma açık bırakılıyordu. Bilardo, langırt masası ve tv ekranının yanınbaşında, karikatürize ediliyordu. Düşündürücüydü. Kilisenin etrafındaki sınırlar kalkıyor, farklılaşıyor, yaşamla bütünleşiyordu.

Ya kilisenin altarı! O da hem var hem de yoktu. Yine yoruma açıktı. Duvar kenarı mıydı, sıra sıra asılan denizci haritaları tarafımıydı, ışığın geldiği tarafımıydı çıkaramadım. Oradaki görevliye de soramadım. Belki de hafif çaprazlama konmuş mütevazi kürsünün kendisi üzerindeki neredeyse görülmez incecik haçı ile bir altardı. Ya rahibi? Eminim vardı. Var mıydı? Yoksa rahip ara sıra buraya uğrayan konaklayanlardan biri miydi? Herkes kendisinin rahibi miydi? Ama bu tasarımı değerli kılan, sınırları net konulmayan günlük yaşamın içinde tasarlanan kutsal mekanın herkese göre hayal edilmesiydi, yoruma açıklığıydı. Bilinen bütün formatların ötesinde düşündürüyordu.

Bu rengarenk mekan, ya da yine ölçeği değiştirirsek bu küçük, renkli kentin ıssız sokakları, küçük meydanı, dış avlusu, kitaplığı tek dükkanının oyuk duvarı, binanın içi, dışı, canlı renkleri, alışılmadık pencereleri, biribiri ile flört eden şiirsel iki duvarı bana Miro’nun resimlerini hatırlattı. Özellikle de “Balık ve Kuş” adlı çalışmasındaki çizgileri, renkleri. Evet planı balığa benziyordu. Kuştan balığa, balıktan binaya, binadan, kente sonra da tekrar binaya dönüştü, durdu.* İçindeki kilisesi ise Miro’nun maceraperest resimleri gibi maceraperest Denizciler Merkezinde bu limana demirlediklerinde uğrayabilecekleri maceraperest denizciler için yapılmış tam anlamı ile maceraperest bir kiliseydi. Gerçek ile hayal bir limanın yanıbaşında bir araya gelmişti.


Seul yolundaki uçakta fırtına uzun bir süre sonra nihayet durdu. Daha önce havaalanındayken rahiple başladığımız sohbetimizde rahibin elerine uzanan bana anlatmaya çalıştığı altarın tasviri de… Busan’a, Kimhae hava Limanına doğru inişe geçtik. Göz ucuyla rahibin yanındaki pencereden aşağımızdaki masmavi okyanusa baktım. Keskin yükseltileri ile sanki tropik görünüşleri ile yemyeşil adaları, kıyıya yakın balık çiftliklerini çeviren konturları, Busanın yüksek bloklarını artık seçebiliyorduk. Ama son etabın kısa yolculuğunda elim, ayağım tam anlamı ile kesilmişti. Rahip bana baktı. “Korkmuş gözüküyorsun” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Başımı salladım öyle böyle. “Peru da And Dağları’nın üzerinde bir yer vardır. Çok sallar orası da. Bundan daha beter olur, esas orayı görmeliydin,” diyerek ilave etti. O gürültüde anladım ki çok yolculuk eden biriydi, Norveçli rahip Gisle. Busan’a da bir toplantı için geliyordu. Dubai’de rahipliğini yaptığı Norveçli Denizcilerin Kilisesi, (Seaman’s Church) içindeki kilisesini bir süre önce aradığım ve Helsinkideki aynı ismi taşıyan Denizcilerin Kilisesi, uçağa bindiğimizde konuşmaya başladığımız altar, benim bir kilise ile ilgili Helsinki’deki yarışma projesinde çizdiğim ve rahibin derin anlamını elleriyle anlattığı altar, fırtınadaki el hareketleri, bir önceki Dubai, Seul arasında seyrederken Emirates’in dev iki katlı Jumbo uçağında herkesi ayağa kaldıran, pilotun tuhaf, gizemli, detay vermeyen “Sayın yolcular, bilinmeyen bir arıza yüzünden hemen kalkış yaptığımız Dubai hava limanına geri dönüyoruz anonsu”, kalkıştan iki saat sonrası başlayan geri dönüşün anlatılamaz endişesi, etraftaki hosteslerin suskunluğu, yolcuların çaresiz bakışmaları, bir türlü cevap alınamayan sorular, inişten sonra adeta zafer sarhoşluğu içinde herşeyin herkes tarafından unutuluşu, bütün olanların sanki kafalarda formatlanması, saatler sonra bulunan yeni dev bir uçakla Himalayaları, Orta Asya’yı, Çin’i, Sarı Deniz’i aşıp gece yarısından sonra Seul’e, İnchan Havalimanı’na nihayet varışımız, alel acele yerleştirildiğimiz sıradan bir otelde birkaç saat konaklama sonrası sabah yolda bizi getiren minibüste şansında yan yana oturduğum rahiple karşılaştığımda gülerek “Ne gündü ama” deyişi, tanışmamız, saatler süren Busan uçağına kadar taşan uzun sohbetimiz, onun ilk tanıdığı Türk benim de bu kadar yakından tanıdığım ilk Norveçli olarak bir yerlerine ait olduğumuz, yaşadığımız, farklı kültürlerdeki bütün mekanların sınırlarının kalkması ve iç içe girmesi… Kısacası sanki herşey farklı farklı mekanların toplamında, üst üste bir araya gelmişti, artık arda arda okunmayan, aynı zaman içinde önümüze dökülen tek bir mekan olmuştu. Bütün zamanlarla birlikte yaşıyorduk uçağın tekerlekleri bir süre sonra, hafifçe yere dokunurken, eminin rahiple birlikte rahat ve derin bir nefes alırken..

Rahip kırk yaşlarında gözüküyordu. Saçları arkaya taralıydı. Elbetteki bu uzun yolculukta üzerinde seremonilerde giydiği tören elbiseleri ya da kısa kalkık yakalı rahiplere özgü gömleği yoktu. Aksine bu bir türlü bitmek bilmeyen uzun yolculukta kot pantolon giymişti. Hatta uçağa binmeden önce bir ara oturduğumuz masadan kalkıp, kendisi gibi yolculara ayrılan bölümde sigara bile içecek kadar gerçekti. Kısacası hayatın içinden, keyifli ve ona gülen, çok hoş sohbet biriydi. Ama uçaktaki o fırtına da, o kıyamette, bana birşeyler anlatan rahip ise belki de o atmosferden dolayı sanki Kareoja ve arkadaşlarının tasarladığı o binada aradığım kilisenin altarının önündeki birine döndü. Sonra tekrar gerçek oldu. Çünkü hala bana verdiği kartını bir yerlerde bulmuştum.

* Helsinki Vuosaari Limanının yanındaki Denizciler Merkezi ve içindeki Kilisesi (Seafarers Center-Seaman’s Church) ARK House Architects / Pentti Kareoja, Seung Ho Lee, Pasi Kinnunen tarafından tasarlanmıştır.

Etiketler

2 yorum

Bir yanıt yazın