Osmanlıca ile Kasımpaşalı Arasında: Yedi Ceddimizle Uğraşan Adam

Yaklaşık beş yıl önce yazdığım bu yazı son günlerin Osmanlıca tartışmaları arasında tekrar önüme geldi ve güncelleşti.

Bu serüvenin kahramanı bir bakıma hem içimizden, hem de dışımızdan biri. Bir Kasımpaşalının yıllar süren hikayesi. Hatta bütün yaşamını verdiği, yedi ceddimizle, çok eskilerimizle ve özel hallerimizle ilgili hatta onlarla haşır neşir anları. Sanki bir yerlerde saklı olan mekanlarımıza girmesi ve hiç haberimiz olmadan, onlarla birlikte olması bütün hayatı boyunca hem içimizde hem de dışımızda onları incelemesi. En önemlisi de bu bir başka türlü Kasımpaşalının eskiyle ve yeniyle adeta sabah, akşam yüzyüze yaptığı dansı… Eski ile yeni arasında kendi dünyasını, bizim çok özel dünyalarımızı keşfetme hali… Eskiye bakarken yeniyi bulma ve cesaretle yorumlama hali… Bu arada söylemeliyim. Bu Kasımpaşalı, Türkçe bazı hoş beş deyişlerini biliyor. Bunun yanında Osmanlıca bilmiyor ve öğrenmemiş…

İstanbul sokakları… Bundan yaklaşık 25 yıl önce… Adamın biri, elinde eskiz kalemi, heyecanla, Eyüp civarında gördüğü mezar taşlarını çiziyor. Yeni neslin büyük çoğunluğunun hiç bilmediği, yabancıların ise hiç anlamadığı, kiminin Arapça, kiminin Osmanlıca dedikleri ya da en doğru deyişi ile eski yazılarla dolu, çeşit çeşit taşlara, başlıklara, sarıklı kafalara, kuzeyin ormanlarındaki uzun uzun ağaçlar gibi güneyin yok olan insanları için dikilen, kimlerin olduğu belirsiz, o yüzyılların izlerine, yılların yorgunluğu ile sağa sola yatmış kutsal taşlarımıza merak salmış. Geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreğinin bitişine doğru imparatorluktan, cumhuriyete geçsek de, modernizm ve sonrası ile sarmaş dolaş olsak da, o taşlar yalnız İstanbul sokaklarında değil Anadolu’nun birçok köşesinde olduğu gibi hala bizim sokaklarımızda gezen bir tek gözleri açık simsiyah giysileri ile bazen elleri bile eldivenli, baştan aşağı siyah çarşaflı kadınlar gibi yanıbaşımızdalar. Her ikisi de, sır dolu, bilinmez şeyler. Hele batılılar tarafından hiç de kolay anlaşılamayacak bir geleneğin temsilcileri. Onlar, durmaya düşünmeye vakit olmayan bir çağda, milyonlarca kişinin yaşadığı kalabalık bir metropoldeki koşuşturmalarımıza, hızlı yaşamımıza, çok aldırmayan, farklı dünyalarda yaşayan semboller. İşte o yabancı, bir kuzeyli. Kuzeyin de kuzeyinden, Oulu’dan, daha sonra yerleştiği Finlandiya’nın daha da yukarılarına doğru olan bir kentinden, kutup çizgisinin başladığı Rovaniemi’den geliyor.

Bahara doğru, Çarşamba ya da Perşembe… Öğrencilerle bir masanın etrafında oturuyoruz. Masmavi bir gün, yanımızdaki pencereden gözüküyor. İleride boğaz… Öyle bir boğaz ki, denizi, suyu, suyunun rengi, çırpıntıları, üzerindeki ışıkların yansımaları, gidenleri, gelenleri, motorları, gemileri, onların biribirine karışan sesleri, her an değişen anları ile yine her gün olduğu gibi önümüzde. Fındıklı’daki Akademi’de bir bina bilgisi tashihindeyiz. Mimarlık katındaki 319 numaralı büyük salonda, her birimiz kendi gruplarımızla birlikte projelere bakıyoruz. Aniden bir grup öğrenci giriyor içeri. Başlarında hocaları, bizim buralardan olmayan bazı kişiler. 15-20 kişilik yabancı bir grup. Onlarla konuştuğumuzda gelenlerin Finli olduklarını ve İstanbul’ u ziyaret ettiklerini anlıyoruz. O günün akşamında bu grupla gelen öğrencilerin toplanma yeri Tepebaşı’ndaki Pera Sanat Evi’nde işte bizim mezar taşlarımızı çizen bu Juhani Tuominen ve eşi Marja Tuominen ile birlikte anlamlı birkaç saat geçiriyoruz. Hatırladığım, Marja’nın bir burs ile İstanbul’da Bizansa Sanatı üzerine çalışmalar yapan, kültür tarihi üzerine uğraşan bir araştırmacı, Juhani’nin ise bir ressam olduğuydu.


Soldaki Resim: “Deli Gönül”, 2008, acrylic pigment and fabric, 15x15cm
Sağdaki Resim: “İdris Baba Dervişler ile buluşur”, 2004, acrylic and crayon on canvas, 120x175cm

Anlattığına göre başka bir gizli dünya, türbelere de gönül vermişti Juhani. Hem de ne vermek. Osmanlı Sarayı’nın sakinlerinin, padişahların, hanımlarının, çocuklarının, sadrazamların, vezirlerin, paşaların, devlet erkanının türbeleri… Sadece onlar değil, türbenin her türlüsü… Yatırların türbeleri, hatta herkesin adaklar adadığı, Boğaziçi sırtlarının ünlü Telli Baba’sı bile… Yaptıklarını görmemiştim. Tabii bütün bunlar, anlattıkları çok olağandı benim için. Ülkenin çoğu yerinde olduğu gibi etrafimız, yer gök her yer, yanı başımız, köşe başları, meydanlar, hatta bazı arka bahçeler, mezar taşı ve türbe dolu idi eski ahşap evlerin hala olduğu İstanbulda. Bizim dünyamızdaki, geçmişin izleri bu şekilde yollara, sokaklara dökülüyordu, sokaklara taşıyordu, insanların yanıbaşlarında oluyordu. Bir anlamda, koca kentin insanları camilerin, medreselerin arasında mezar taşları, türbeler ile iç içe girmiş, günlük yaşamın içindeydiler. Onlar elbette yabancılar için bir bilmeceydi, bir muammaydı. Biz ölülerimizle, kaybettiklerimizle yaşıyorduk çünkü. Bu Juhani ilk görüşmemizdi.


Soldaki Resim: “Küçük Sema 1 / 5”, 2007, acrylic crayon and fabric, 40x51cm
Sağdaki Resim: “IV Sema”, 2001, acrylic and paper on canvas, 40x50cm

Helsinki’de, kış sonundaki bir öğle vakti… İkinci defa tekrar buluşuyoruz. Hesapladık, tam 16 yıl geçmiş. Bir cumartesi günü onunla Viisi Kulma’daki dünyanın bütün müziklerini bu beş yol ağzına getiren ünlü Digelius müzik evinin tam çaprazında yer alan, onun gibi köşesindeki kapısından girilen, Primula Cafe’nin, arka odasındaki kızıla çalan, ağır, maun köşe koltuğunda oturup Fin kahvesi birlikte bana ısmarladığı likörü, Gammel Dansk’ ı yudumlarken başladığımız sohbetin hemen başında bana Macaristan’ da açtığı bir sergisinin Siirtymia-Transit-Transit isimli kitapçığını gösterdiğinde her şey önüme seriliyor. Bu kitapçıkta onun yaptığı ilk “Türbe” resmini görünce, aslında o taşların daha ilk günden beri Juhani’ nin kafasında ve ellerinde sadece mezar taşı olmadığını, türbelerin de türbe olmadıklarını anlıyorum. Hedefi ilk günden belirlenmiş gibiydi belki de sadece geçmesi gereken bir çeyrek yüzyıl vardı önünde. Yıllar önce çizdiği bizim yan yatmış taşlar ise gibi Juhani’nin esas şarkısının öncesinde, onun kendine özgü makamına uygun sadece bir taksimdi bizim sanat müziğinde olduğu gibi.


Soldaki Resim: “Gölge Serisi”, Siyah 2000, acrylic and chalk on canvas, Beyhan Şimşek Collection, 45x55cm
Sağdaki Resim: “Mukabele Serisi””, Patlıcan Mor, 2000, acrylic and chalk on canvas, 50x80cm


Soldaki Resim: “Küçük Sema”, 4 / 5, 2007, acrylic crayon and fabric, 40x52cm
Sağdaki Resim: “VI Sema”, 2001, acrylic and paper on canvas, 40×50 cm

Juhani, hep türbe çiziyordu. Dediklerine göre neredeyse hergün, her sabah bir türbe. Hemen hemen aynı türbe, aynısının yüzlercesi… Bir meditasyon yapar gibi, neredeyse bütün meslek yaşamı boyunca… Tam 23 yıl. Bir türbe ile hemen hemen bir ömür geçiren Juhani’ye ilk sorduğum “Niye türbe?” oldu. Biraz düşündü… Hızla gerilere gittiği belliydi. “Şimdi anlıyorum belki de… Türbe, İstanbul’da, bulabileceğim en sessiz ve en sakin yerdi benim için herhalde” dedi. Sözünü ettiği böyle bir sessizliğin ülkesinde, sessizliğin neredeyse sanatının yapıldığı bir ülkede yaşadığım için bir Finli’nin kendi mekanını, özel mekanını İstanbul’da bile aramasını anlıyordum. Daha da ileri giderek, “Bu kadar yıldır, yanıbaşında hep bir türbenin temposunu duymak zor olmadı mı” diyecek oldum… Kendim, kendi sorduğumu içimden cevapladım. “Türbesine bağlı ya da ona nasıl baktığına bağlı” diyerek. Haklıymışım ama sohbetin ilerleyen bir yerine sıkışan sanki parantez içindeki açıklaması da çok şeyi anlatıyordu. Bir sanatçının sanatının derinliklerini keşfetmek için gittiği yolun zorluklarını, tek başınalığını, yaptıkları ile devamlı yüz yüze gelişini, yaptıklarını sınamasını ortaya koyuyordu. “Çok kolay değildi yaptığım. Doğru mu yapıyorum, yanlış mı arasında dolaşmak ve devam etmek…Kolay olmadı” diyordu. Her adımında bazen bu soruları kendine sorsa da kendi iç güdülerine güvenmişti. Sanki yıllarca, üst üste koyduğu türbeleriyle çıkacağı bir kule oluşturmuştu. Şimdi oradan hem kendi dünyasını hem de başkalarınınkileri görebilirdi.


Soldaki Resim: “I Selam”, 2008, acrylic on canvas, 140x110cm
Sağdaki Resim: “III Selam”, 2008, acrylic on canvas, 204x204cm

Aniden biz konuşurken Juhani’nin bütün bu hikayesinin içindeki şüphesiz en önemli aktör, yüzyılların, bin yılların İstanbul’u masaya geldi. Sanki Primula Cafe’nin çapraz köşesinden hızla içeri giren biri gibi, tam karşısında onu karşılayan bara, arkasındaki bayan garsona ve orada oturanlara aldırmadan yanımıza gelip oturdu. Giysileri bambaşkaydı. Giydiklerinin zamanı yoktu. Tam İstanbul’a özgüydü. Yavaşça başını kaldırdı. Sanki Juhani ile selamlaşıyorlar, Juhani bana, o Juhani’ye bakıyordu. Ben de onlara… Juhani’nin gezdiği yerler, Üsküdar, biblo gibi Şemsi Paşa, bembeyaz Kız Kulesi’ni gördüğü eski Salacak, hemen ilerisindeki saçağı sanki gözlerinin önüne inmiş Mihrimah, Eski Galata Köprüsü’nün altındaki dubaları üzerinde hep sallanan içkili lokanta, rengarenk Beyoğlu’nda şansına karşılaştığı Mevlevihane ve dolaştığı bahçesi, efsanevi Galata Kulesi, altın boynuz Haliç, Eyüp, Piyer Loti, Telli Baba, diğerleri ve türbeler hepsi birbirine karışmıştı. Juhani ile İstanbul sokaklarından hızla geçiyor gibiydik bir solukta. Hiç bilmediğim, hatırlamadığım bir yerlere geliyorduk sanki. Önümüzde, biraz ilerimizde, yokuşun bitiminde bir türbe gözüktü. Daha sonra kimbilir kaç tanesine gireceğimiz, kimin olduğunu bilmediğim bir tanesi önümüzdeydi. Bana doğru döndü “…bu en sevdiklerimden birisidir”, dedi. Etrafta kimseler yoktu. ve Juhani türbenin, türbesinin kapısını açtı.


“IV Selam”, 2008, acrylic on canvas, Jenny and Antti Wihuri Foundation, 204×408

Yine kendisi gibi Finli olan ve ileride Juhani’nin yıllarca yaptıklarını da yazacak olan bir sanat tarihçisi Petri Vuojala’nın hazırlamayı düşündüğü kitabı için yapacağı geziye katılması ve resimleriyle eşlik etmesi önerisini kabul edip, 1985 yılında İstanbul’la ilk defa tanışmıştı. Daha sonra 2009 da basılan, Matkakirja Roomasta Roomaan (Roma’dan Roma’ya Gezi Kitabı) isimli kaynakta İstanbul, Atina ve Roma’yı da içine alan bir üçlemenin ilk ayağı olmuştu. Bu gezide konu ile ilgili gözlemlediği birçok şeyle birlikte, yazının başında sözü edilen mezar taşlarını, siyah çarşaflı kadınları, parklardaki göbekli tiplemeleri, Loti’nin Haliç’e bakan kahvesinin içini, Rumeli Hisarı’nı, kentin etrafındaki surları çizmiş. İstanbul’u görmekten çok etkilenen Juhani onu unutamamış ve hep ona tekrar dönmek istemişti. Kente olan özlemini “İstanbul aklımdan çıkmıyor. Bu yolculuğu yapmalıyım” sözleri de daha sonra yayınlanan Odotushuone-Waiting Room sergisi için aynı isimle kaleme alınan kitabında sıralamıştı.


“II. Murat Türbesi”, 2010 acrylic on canvas150x350cm (two sections 150×175 cm+150×175 cm)

İstanbul’a gittikten iki yıl sonra ilk türbesinin resmini 1987 de Oulu’da çizmişti. Bundan bir yıl sonra geldiği İstanbul’da 8 ay kadar kalmıştı. 1992 de türbelerini sergilediği ilk sergisini yine kuzeyde açmış, bu sergi, bu türbe serüveninde yoluna devam etmesi için belki de dönüm noktası olmuştu. İki yıl sonra da bizim okula geldikleri ve daha sonra tanıştığımız geziyi yapmıştı İstanbula öğrencileri ile. Finlandiya’ da konu ile ilgili başka bir sürü sergi açmıştı. Gitmiş gelmiş, gitmiş gelmişti, kuzeyle güney, doğu ile batı arasında. Kasımpaşa’ da her zaman geldiğinde kalacağı bir apartman katının devamlı kiracısı olarak kasabıyla, bakkalıyla, pazarcısı ile ahbap olurken, adım adım sanatının temelleri de yerli yerine oturmuş ve aynı zamanda Juhani İstanbul’a gönül veren bir İstanbul’lu da olmuştu. Ama kolay olmamıştı İstanbul’ la tanışması. Yukarıda söz edilen kaynakta gözüme çarpan, kente geldiği ilk haftanın sonunda, 1985’in Mayıs ayında, eşi Marja’ya yazdığı mektuplardan birinde söyle diyordu. “Neredeyse bir hafta geçti ve bu kentten daha birşey alamadım. Kaosun tuhaf bir karmaşası ve fonksiyonalitenin bir çeşiti…Burasını çok seviyorum. Hatta birisi burada daha uzun süre kalıp çalışabilir. İşini yapması, bu melankoli ve adı koyulamayan her ne ise ondan etkilenmesi için.” Anlaşılıyor ki bu altlı üstlü, yan yana bir sürü tabakanın düşeyde ve yatayda birbirine zincirlendiği kolajların kenti İstanbul’daki adını koyamadığı şeylerden çok fazlasıyla etkilenmişti. Kalış o kalış oldu. İstanbul Juhani’ye kapılarını açmıştı, onun türbe çizimlerinin ilk yılları da böylece adım adım başlamıştı.


“II Büyük Sema”, 2002 acrylic on canvas 100×350 cm (two sections, 100×175 cm+100×175 cm)

İlk gösterdiklerinde, İstanbul’u gördükten sonra bulduğu sessizliğinin mekanı olan türbesinin içinde boyamaktan keyif aldığı, iki boyutlu renkler dünyasının gizlerine daldığı, kanvasda gördüklerinin illizyonlarını yaratmaktan hoşlandığı, hem de çok hoşlandığı apaçık ortadaydı. 1960’larda neredeyse profesyonel olarak müzik ile uğraşan, o zamanlar kontrabas çalan Juhani’nin görsel sanatlara dönüşü onu sanat dünyasının ellerine bırakmıştı. Müziğin lineer bir yanı olduğunu, resmin ise çok boyutlu olduğunu sohbetimizde vurgulaması bu tercihin nedenini belki de açıklıyordu. Duymaya dayalı mekanın sınırları ile, görmeye dayalı mekanın sınırları üzerine tartışmıştık sonrasında da. Müzikte daha önce duyduklarını, daha sonra resmin kanvasındaki renkler arasında başka boyutlarda aramaya başlamıştı, bir meditasyon disiplini içinde. Resimlerinde bilinçli olarak seçilen bir iki boyutluluk anlayışı vardı ama çok daha ilerisinde çok boyutluluk araştırılıyordu. Aslında yaptığı oldukça mimariydi. Üç boyutlu mekanın araştırmasıydı, iki boyutlu yüzeyde. Fiziksel mekan da onun ana elemanıydı. Kompozisyon, ritim ve renk armonisi üst düzeyde olmasına karşın özellikle böyle bir konunun yorumlanması için resimlerine hep bir plan havası ya da kesit havası verilmişti. Perspektife girseydi daha fazla ipucu vermenin zorluğundan mı çekiniyordu acaba diye düşünsem de aslında bu iki boyutluluk bir çok resminde kadraj, renk, tonlama ve ışık oyunları ile onu perspektifin kucağına da zaten fazlasıyla atmıştı. Soyutlamanın da soyutlamasına girişiyordu her denemesinde. Juhani bunu bilinçli yapıyordu.


“II Sema”, 2001, acrylic on canvas, 38x138cm

“Herşeyi yapabileceğim en basit hali ile yapmaya çalıştım” demişti. Haksız da değildi. Hep çizdiği türbe, parametrelerini işin başında koyduğu, birkaç elemanı ile özetlediği basit bir yerdi. Türbe tek bir mekandı. Boşluktu. Juhani’nin yaptığı ise türbe mekanın içindeki yatanın mekanıydı. Türbe ve içindeki sanduka. Bir çok kişinin ziyaret ettiği genel bir mekan ve içinde, ortada, yerin altında birinin yattığı bir mekan. Yani mekan içindeki mekandı. Hem yerin altıydı, hem de üstüydü belki de. Juhani onun kesitini almıştı. Hep sol tarafta, iç mekanın sınırı yani yukarıdan aşağı sola doğru giden eğik bir çizgi, bazen deforme edilip yukarı doğru çekilen, yatanın yerini sembolize eden bir kare ve etrafındaki boşluk, yatanın başına dikilen düşey bir başucu, bazen de başucuna örtülen kumaş, başlık, oymalar ve üzerindeki dekoratif elemanlar ve ara sıra bu çerçeveye giren başkaları. Bu üç eleman yani eğik çizgi, kare ve uzun düşey çizgi, yani başucu bu işin özetiydi. Juhani’nin önündeki kanvasın üzerindeki kendi kanvasıydı, aşağı yukarı her türbe resmine başlamadan önce. Bir anlamda bu üçleme ve diğer ekler, kanvasın içindeki özel kanvasıydı.

Juhani resimlerini, yıllarca küçüklü büyüklü defalarca çizdi. Yaşadığı Kasımpaşa’daki herhangi bir bakkaldan aldığı sıradan kese kağıtlarının üzerine bile boyadı, resimledi. Kadrajlar değişti, boşlukların ve dolulukların bu üç temel eleman ile analizleri türlü renkleri bazen pastel bazen kontrast kullanmayı deneyerek kuzeyi ve güneyi bir araya getirdi. Işık ve gölge ile birlikte farklı biçimlerde yapıldı. Bu kesit resmin hep bu öğeleri ile ölçek değiştirmelerle, detaylamalar ile hep tekrarlanan bir tempoda renkler dünyasında bire bir şekle, renge büründü. O hep resimlerinde alt taraflarda bir yerlerde olan çapraz bir çizgi vardı. Önceleri genellikle sol tarafta olan ancak son resimlere doğru, Bursa’daki 2. Murat Türbesi’nde ışığın dönmesiyle hissettiği panaromik atmosferi anlatan resiminde sağ tarafta da yer almıştı. Bu eğik çizgi ya da çizgiler, türbeyi ilk çizmeye başladığından beri bu onun hiç değişmeyen özelliği ve adeta onun her resminin altındaki imzası oldu.


“Büyük Sema”, 2002, acrylic on canvas, 120x370cm

Tekrar etme Juhani Tuaminen sanatının esasıydı. Onun meditasyonuydu. Bizim samahlardaki sabırla dönüşler, dönüşlerin neyle çalınan melodisinin kudüm vuruşlarındaki, ve benzer danslardaki davul tokmağının ritmi gibiydi. Bu tekrarlamalarda yaratılan çeşitlemeler ise onun resminin çok boyutlu rengarenk serilerini oluşturdu. Sanatının ritmini yarattı. Resimleri genellikle hep devam eden bir hikayenin parçaları gibiydi. Sanki hepsi çinilerle kaplı dev bir duvar resminin küçük parçalarıydı. Ya da her bir küçük parça ile bütün tamamlanıyordu. Giderek dev bir metin, dev bir yazı oluşturmuştu. Yani Juhani belki de bu dualar okunan, adaklar adanan, Türk usulü meditasyonun yapıldığı bu özel odayı okumak için sanki binlerce parçaya bölünmüş, her gün bir parçası çizilmiş bir çoğu bir bütünün parçası gibi eğer ölçekleri aynı hale getirilse, tek tek yan yana, alt alta üst üste gelebilecek resimleri ile adeta yeni bir kaligrafi yaratıyordu. Son yaptığı resimlerde, notasyon adını verdiklerinde bu izler görülüyordu. Bunları yaparken sanki yolunun başında daha önce de vurgulandığı gibi varacağı yeri görürmüştü. Ama belki de İstanbul’ un ona bir sürprizi vardı.

Juhani ve resimleriyle ilk defa buluştuğumuzda, ilk defa yaptıklarını bir sergi kitapçığında gördüğümde ve sonra da bir sürü dökümanında yapıtlarını incelediğimde tekrar hissettiğim gibi bana hep türbe çizse de, türbe anlatsa da, bütün yaptıklarında, anlattıklarında çok minimalize edilmiş bir İstanbul gördüğümdü. Özetlenmiş, bir mekanın içinde konmuş bir İstanbul ve onun renkleri vardı hemen her yapıtında… Türbeler içinde bütün bir İstanbul vardı sanki. Diğer kentlere önceki merkezlere Bursa’sına, İznik’ine, Edirne’sine ve diğerlerine yayılan bir kültürü sembolize eden eski imparatorluğun başkenti İstanbul. Yamuk yumuk kimilerine göre düzensizliğin, kaosun, kimilerine göre özgürlüğün, kimilerine göre spontane yaşamın sanatının yapıldığı irrasyonel sokakları, dapdaracık yolları, yol ağızları, kesitleri, kesitlerinde biribirine yaklaşan komşuları, bir yerlerden alınmış detaylar, hep bir arada, dialog halinde olma hali, sesi, gürültüsü, çeşmeleri, yan yana gelen komşulukları, yeşili, mavisi, denizi, yaşayan yaşamayan insanları, kültürleri, kimin olduğu bilinmeyen yarı yatmış mezar taşları ile rengarenk İstanbul. Öte yandan buralardan gözüken bir tarafının, aşırı heyecanlı, gürültülü tarafının tersini, madalyonun bilinmeyen yüzünü, kentlerin, insanların sessiz anlarını, sessizliğini, bir nevi meditasyonlarını izliyordu. Resmediyordu belki de her geleni, gideni, orada dua edeni, fırçası ile. Bir semazenin Dede’ nin önünde ağır ağır dönmeye başlaması, dönmesi, dönmesi, kollarını açması yine dönmesi, dönmesi gibi, çizdiği yüzlerce türbenin tekrarında olduğu gibi.

Her şey bir yana, yaptıkları ile Juhani Tuominen, çok söz edilmeyen bilinmeyen bir dünyanın gerçekliğinden de söz ediyor. Bütün yaşamına bunu yatırıyor. Bu gerçeği de yaşamın bir parçası olarak yorumluyor. Bunun yanında, o bu dünyada örneği belki de çok az bulunabilecek bir modernist. Belki de Fince de söylendiği gibi “Viimeinen Samurai” yani “Son Samuray”lardan biri. Soyutlamalarla hayat bulan bir sanatçı. Nokta atışı yapıyor. Kaç milyonluk bir kenti, kentleri, kültürü bir noktaya indiriyor. Çok şeyi bir kenara bırakıyor, unutuyor, unutuyormuş gibi yapıyor ya da hepsini topluyor bir zaman makinesinden geçirip soyutluyor. Herşeyi, bir noktada birleştiriyor, seçilebilecek en küçük bir noktada, türbe ile özetliyor. Bu soyutlamasının kentsel ölçekteki 1. aşaması. Sonra o noktayı yani türbeyi soyutlamaya sıra geliyor. O da bir kaç elemanla bir kesit halinde sergileniyor. Bu soyutlamanın 2. seviyesi. 3. aşama ise bugüne kadar gelen bitmek tükenmek bilmeyen tekrarlamalardaki sonsuz soyutlamalar. Sanki Juhani eline fotoğraf makinesini almış türbeye gitmiş, bir yere oturmuş önemli bir açıyı bulmuş ve aynı kareyi makinesi ile yıllardır çekip duruyor. İnsanlar geliyor sonra çekip gidiyor, sonra tekrar geliyor, hava değişiyor, renkler değişiyor, yıllar değişiyor, türbelerin sahipleri, içleri değişiyor, türbelerin olduğu mahalleler, kentler değişiyor ama Juhani’nin aldığı fotoğraf, onun baktığı yer, karelemesi hiç değişmiyor. Değişenler seçtiği karenin zoomlanması ileri geri çekilmesi, bazı detaylarının ele alınması bütün bunların şekilden şekile girerek renkler dünyasında ve ışıkla, gölge ile, yüzlerce kere biribirinden farklı yorumlanması. 4. sü yani en şaşırtıcı soyutlama ise bütün bunların benzer bir kadrajlama ile Juhani’nin meslek yaşamının bütününde yapılması ya da meslek yaşamının bütününe yayılması. Bunu bir ressamın yaşam biçimi haline getiriyor. Yani soyutlamanın da soyutlamasını, hatta giderek katlanan sayısız soyutlamalarını yapıyor. Sanki Juhani soyutlamayı adeta bu 4 seviyede karikatörize ediyor. 4 kademedeki soyutlamalara boğuşuyor bir dinazorla boğuşur gibi. Sonuçta belki de soyutlamanın doğası üzerine düşündürüyor ve sınırlarını da tartışmaya açıyor bütün seviyeleri ile.

Tekrar Primula’daki sohbetimize geri dönüyoruz. Juhani ile İstanbul sokaklarında arayıp bulduğumuz yokuşun sonundaki türbenin kapısındayız. Ağır kapıyı yavaşça itiyor. Türbenin eşiğindeyiz. Sabahın ilk saatleri, daha ziyaretçiler gelmemiş. Usulca ses çıkarmadan içeri giriyoruz. Yıllara meydan okuyan yaşı izlerinde saklı, kimbilir hangi devirden, kimbilir hangi uygarlıktan kalma taş döşemeyi yeni temizlemişler. Hala uçuşan tozlar, dar pencerelerden gelen ışıkların, keskin bıçak gibi uzayıp mekana düşen güneş ışıklarının önünde hala tek tük havada. Etrafta hiç ses yok. Tam ortada, loş bir atmosferde, kimin olduğu belirsiz birkaç sandukanın silüeti pencerelerin önünde. Eşikten geçtikten sonra o beni bırakıyor. İleriye doğru yürüyor. Biraz sonra gözlerim içersinin loşluğuna alışıyor. Etraftakileri daha net seçmeye başlıyorum. İlerideki Juhani duvarlara daha dikkatle bakmaya başlıyor. Çinilerin üzerine alt alta üstüste yüzlerce resmin asıldığını farkediyorum. Her yer onun bu kadar yıldır yaptıkları ile dolu. 1992’de Oulu’da sergiledilerini bile getirmiş. İşte yine Oulu’da ilk çizdiği Türbe. Roma’dan Roma’ya adlı kitap için, 1985 de ilk çizdiği mezar taşları, çarşaflı kadınlar, 1995’de, Body & Soul Sergisi’ndeki Şehzade, Karacaahmet, I. Valide, Mevlana Türbeleri. 1998′ de, Bekleme Odası adlı sergisindekiler. Yeşil Türbe, Mavi Türbe, Pembe Türbe I, II, Rüstem Paşa, Kış Türbesi, Çin, Yeşil Işık, Sessiz Işık serisi, Işıklı Türbe, Hafif Işık II, III, VI, Pembe Türbe I, II, Büyük Türbe, Yuvarlak yeşil Türbe, Ya Maria’ya yazdığı mektuplar… Bazıları açılmış, hepsi zarflarıyla sağda solda. Bütün bu dertleri başına açan Petri Vuojala’nın kitabı da yerde bir köşede duruyor. İşte kese kağıtlarına çizdiklerini sergilediği Oulu Sanat Müzesindekiler. 2004′ de, Macaristan’da, Budapeşte’deki Gül Baba, Pech’deki İdris Baba için yaptıkları, Mukabele ve Sema Serileri. Derin maviler, çivit mavileri, bordolar, kızıllıklar, şarap renkleri, yeşiller. Transit isimli sergisindeki çizgi çizgi Telli Babalar. İlerideki duvarda ise son resimleri. Sanki hepsini, bütün yaptıklarını özetlediği, bir araya getirdiği, yan yana, alt alta koyduğu notasyonları. Düşey çizgilere yataylıklar girmiş resimleri. Göğün yedi kat üstü yedi kat altı, her türlüsü gibi. Bunca yıl sonra türbelikten çıkmış türbeler, kök boyaların cesaretli renkleriyle boyanmış bizim geleneksel kilimleri hatırlatan türbeler. Juhani alfabe öğrenir gibi tek tek onlara bakıyor. Beni unutuyor sadece yıllarca yaptıklarıyla birlikte. Geldiğimiz kapıdan çıkarken, onu kuzey güney arasındaki yılları ile birlikte, türbesinde, Modernizmin Türbesi’nde bırakıyorum…

Juhani Tuominen’in son sergisi için, bir batılı gözü ile, bütününde kendi içinde oldukça tutarlı bir metin yazan Jyrki Siukonen’in yazısının hemen başındaki saptaması, sanatçının Osmanlı’dan karekteristik olmayan birşeyleri, türbeyi çekip alması düşüncesi ve yazının sonuna doğru eğitimi gereği Juhani’ nin 1960 ların sanatının popüler anlayışı olan önemsiz şeyleri önemli hale getirme anlayışından etkilenmiş olabileceği tartışmaya açık yorumlardır. Öncelikle, türbe anıtsal, formal bir obje olmanın ötesinde anısal, memorial bir mekandır. Yani hem somut olan hem de soyut düşünülen bir yerdir. Bu kültürde türbenin özel bir anlamı vardır. Tabii ki artık olmayanların, gidenlerin anısına, anıt olarak dikilmiştir, heykelleştirilmiştir ama aslında fizikselliğinin ötesine de geçen bir mekandır. Juhani’nin türbeden aldığı tarafı da budur. Yani geleneğin merkezinde olan bir konuyu, çok hassas bir konuyu İstanbul görmüş, yaşamış bir batılı gözü ile, türbeyi saran kültürün içinden yorumlar. Ayrıca Juhani’nin gördüğü ve yorumladığı sadece türbe değil, bütünüyle onu saran kültürün kendisidir ve onun başkenti, batıdan bakılan İstanbul değil batıya bakan İstanbul’dur. Yaptıklarında doğu ile batı arasındaki bir eşikte, doğuyu ve batıyı harman eden bir seyyahın içgüdüleri ve sözleri vardır. Çeyrek yüzyıla yakın, adım adım çizdikleri, bütünüyle, sonuçları ile şaşırtıcıdır… Baştan ya da bir noktadan sonra yapacağını kafaya koymuştur belki ama bizdeki bir deyiş ile abartılı bir şekilde tanımlarsak, sanki bu işin, yani soyutlamanın, suyunu çıkarır. Bu yolla, bütün bilinen soyutlama kurallarını da zorlar hatta yıkar, alt üst eder.
Sonuçta mekan adına, sanat adına ve özellikle de modernizm adına, herkesin bir yerinden alacağı bir süreç ve ucu açık ipuçları bırakır. Juhani Tuominen bu çabasıyla çeyrek yüzyıla yakın süre içinde onu yaratanları, onu hala ziyaretleriyle yaşatanları, çizdiği resmettiği bütün bu türbeleri, hiç tanımadığı başka bir kültürü Türk Kültürünü şimdi daha iyi anlamıştır, aynen her ne kadar onun öğretisi, egzersizleri, yaşam biçimi ile onun bir zamanlar kalelerinden biri, hala da bu geleneğin kokusu iliklerine işlemiş kendi ülkesi Finlandiya’da eğitilse de modernizmin kendine özgü kültürünü, doğrusunu yanlışını, daha iyi anladığı gibi belki de. Derinde bir yerlerde, modernism biterken, bitmesinden yıllar sonra, bütün bu yaptıkları ile adım adım yüzleşir, onu sorgular, sanki her köşesini çok iyi bildiği onu bıraktığım türbesinde modernizmle hesaplaşır belki de, onunla bir Fin Tangosu yapar gibi, Finlilere, buralara özgü, düşünceli, sabırlı, sessiz bir dans ile, onu defalarca kimbilir kaç kez çizerek, resmederek, tekrar tekrar düşünerek, tekrar tekrar keşfederek, kendisi için, sanatı için, artık çok gerilerde kalan modernizm ve çok ötesi için…


Soldaki Resim: “I-IV Selamlar”, 2008 acrylic on canvas, 200x80cm
Sağdaki Resim: “I-IV Selamlar”, 2010 acrylic on canvas, 260x175cm

Resimler: Arto Liiti

Referanslar:
Jyrki Siukonen, (2010), Juhani Tuominen’ in Waiting Rooms adlı sergisi için yazılan makale, 12 Mayıs – 5 Haziran 2010 da Milli Reasürans Sanat Galerisi, İstanbul

Vuojala, Petri (2009), Matkakirja Roomasta Roomaan, Kahden miehen odysseia, Lapin yliopistokustannus, Rovaniemi

Vuojala, Petri (2004), Siirtymia – Transit – Tranzit, Juhani Tuominen, Dorottya Gallery, Budapest 19.4 – 15.5.2004, Uniersity of Lapland Publications, Seven Prints Ltd, Rovaniemi

Pietlä-Juntura, Katriina, Editor (1998), Odotushuone – Waiting Room, Juhani Tuominen, articles, Katriina Pietlä-Juntura, Marja Tuominen, Petri Vuojala, Painapalvelu Ky, Aineen Taidemuseo

Vieru, Elina (1995), Henki & Elämä, Body & Soul, Reijo Hukkanen, Esko Männikkö, Juhani Tuominen, Sinnikka Tuominen, Oulun Taidemuseo, 17.5 -6.8.1995, Kirjapaino Osakeyhtiö Kaleva, Oulu

Vuojala, Petri (1992), Juhani Tuominen Maalauksia, Oulun taidemuseo 13.3 -3.5.1992, Kirjapaino Osakeyhtiö Kaleva, Oulu

Etiketler

Bir yanıt yazın