Mekan ve İnsan

Mekanın insan ruhu ve yaratıcılığı üzerindeki etkisi...

Zaman zaman şu kısır yaşam döngüsü içinde neleri yapmak istiyoruz da ne kadarını yapabiliyoruz diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Öğrencilik yıllarımı düşünüyorum, içimizde her şeyi yapabileceğimize dair inanç ve üretme arzusu hiç bitmeyecek gibiydi. Ne zaman vazgeçtik? Bilmiyorum… Belki de zorunda kaldık. Bu düşünceler içindeyken; Goethe’ nin satırları beni biraz olsun rahatlattı:

“Kendi içinde büyük bir bütünlüğü düzene koyup tamamlamak için ne çok çaba, ne çok düşünce gücü harcanıyor ; ve sonra bunu uygun bir akılcılıkla dile getirmek için ne çok güç, hayatta nasıl sakin, rahatsız edilmemiş bir konum gerekli!”

Goethe bu sözleri edebi bir eser yaratmanın gerekleri olarak açıklıyor, ben mimarın, mimari bir eseri meydana getirirken de aynı gereklere ve hatta daha fazlasına ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum.

23 Mart 1829
“Kağıtarın arasında bir yaprak buldum’ dedi bugün Goethe, ‘burada mimariye donmuş bir müzik demişim. Gerçekten de onda bir şeyler var; mimariden yayılan ruh hali, müziğin etkisine yaklaşır. Muhteşem binalar ve odalar, prensler ve zenginler içindir. Orada yaşarken insan kendini rahat, memnun hisseder ve daha fazlasını istemez. Bu benim tabiatıma çok ters. Ben, Karlsbad’ da oturduğum gibi muhteşem bir evde hemen tembelleşir ve işten soğurum. Oysa içinde bulunduğumuz bu kötü oda gibi küçük evler, bir parça düzensiz düzenli, bir parça çingenevari, tam brabenim için, benim iç tabiatımı çalışmak, ruhumdan yaratmak için olabildiğince özgür bırakıyor.”

Mekanın insan ruhu ve yaratıcılığı üzerindeki etkisi, mekanın yaratıcıları olan mimarlar için herkesten daha önemlidir ve tahmin ediyorum ki bu satırları okuyan mimarların çoğu Goethe ile aynı düşüncededir. Bu yüzdendir ki mimarlar yaşadıkları ve çalıştıkları mekanları tasarlamak isterler ve çalışma masaları hep biraz dağınıktır. Kendini ait hissetmediği bir mekanda yaşamak ya da çalışmak mimar için dinlemek istemediği bir müziği dinlemek zorunda kalmak gibidir. Bu etkiyi fiziki çevre ve toplum boyutuna taşırsak da durum değişmez, hatta etkileri belirginleşmeye ve büyümeye başlar.

İtalya notlarından…

12 Ekim 1786
“…Bu bölgeleri ötekilere tercih etmede yalnızca iklim beni zorlar. Çünkü doğum ve alışkanlık, güçlü zincirlerdir. Burada yaşamak istemiyorum, aynı çalışmadan hiçbir yerde yaşayamayacağım gibi. Şimdi yenilik beni son derece uğraştırıyor. Mimari, mezardan eski bir ruh gibi yükseliyor, öğretilerini bana, ölü bir dilin kuralları gibi, uygulamak için ya da içinde canlı olarak tat almak için değil, geçmiş çağların saygın, ebediyen ayrılmış varlığını sessiz bir ruhla yüceltmek için inceletiyor.”

3 Aralık 1786
“… Ama her seferinde bu şahane şeylerle yeni tanışıyor gibiyim. Kendileriyle birlikte yaşamadığım, özelliklerini kapmadığım şeyler. Bazı şeyler bizi kendine zorla çekiyor, öyle ki insan başkalarına karşı ilgisiz kalıyor, hatta haksızlık ediyor. Mesala işte Panteon, Belvedere Apollonu, birkaç muhteşem büst ve en yenilerde Sixtin Manastırı ruhumu öylesine tekeline aldı ki bunların yanı sıra neredeyse hiçbir şey göremez oldum. Ama şu küçük haliyle ve küçüğe alışmışken insan, bu soylu, bu muazzam, bu aydın şeye kendini nasıl eşit görebilir ki? Ve biraz olsun kendine gelmek istediğinde muazzam bir sürü şey her yanını sarıveriyor, her adımda karşına çıkıyor ve dikkatin bütünü kendi üstüne yöneltilsin istiyor. Bu durumda kendinizi nasıl soyutlarsınız?…”

Özellikle ‘Ama şu küçük haliyle ve küçüğe alışmışken insan, bu soylu, bu muazzam, bu aydın şeye kendini nasıl eşit görebilir ki? ‘ sözlerini defalarca okuyorum ve anlıyorum ki, yaşadığımız mekanların, fiziki çevrenin üzerimizdeki etkisi belki de hiç düşünmediğimiz kadar büyük. Bu mekanları ve yapıları ve sonunda şehirleri tasarlayan mimarların toplum üzerindeki etkisi ve sorumluluğu mimari eser var olduğu sürece var olacaktı.

Goethe İtalya’da tanıştığı fiziki çevrenin etkilerinden bahsederken bu bölgede yaşayan insanların farklılıklarına ve iklimin insan karakteri üzerindeki etkisine de değiniyor.

Napoli, 28 Mayıs 1787
“… Kuzey insanının çalışıp çabalamaya doğa tarafından zorlanmasıyla, ev kadınının mutfağı yıl boyunca idare temek için turşu kurup et kurutmak zorunda olmasıyla. Erkeğin odun ve meyve yedeklemek, hayvanları için yemi ihmal etmemek v.b. durumunda oluşuyla en güzel günler ve saatler zevke değil çalışmaya adanır. Birçok ay boyunca insanlar açık havadan uzaklaşır; fırtına, yağmur ve soğuktan korunmak için evlere kapanır; mevsimler birbirini kovalar ve mahvolmak istemeyen herkes evinin adamı olmak zorundadır. Çünkü fedakarlık etmek isteyip istemediği burada sorulmaz bile: Fedakarlık etmek istememeğe hakkı yoktur, çünkü bunu yapamaz, doğa onu çalışmaya, hazırlığa zorlar. Şüphesiz, bin yıllarca aynı kalan doğa etkileri, bazı bakımlardan saygıdeğer kuzey uluslarının karakterini belirlemiştir.

Bir düşünün, balığı bol bu deniz ki verdikleriyle o insanlar sürekli olarak haftanın birkaç günü beslenmek durumunda, ne kadar çok yiyecek sunuyor ve her mevsim her çeşit meyve ve bahçe ürünleri fazlasıyla var, Napoli’nin bulunduğu bölge ‘Terra di Lavoro’ (iş ülkesi değil,tarım ülkesi) adını hak etmiş ve bütün bölge mutlu bölge ünvanını ( Campagnafelice) yüzyıllardır taşıyor. İşte oralarda yaşamanın ne kadar kolay olduğunu anlarsınız.”

Toplumları ve yapılarını değerlendirmek bizim işimiz elbette; konuyu mimarlık özelinde ele aldığımızda, iki farklı iklimin insanı ve bir döneme damgasını vurmuş, bu gün hala üzerimizdeki etkisini sürdüren mimari eserlerin yaratıcıları olarak Ludwig Mies van der Rohe ‘ nin ve Oscar Niemeyer’ın mimarlığına bakacak olursak, genelden özele bu etkiyi görmüş oluruz.


Barselona Pavyonu (1928-1929), S. R. Crown Hall Mimarlık Fakultesi Binası (1950 – 1956) , Farnsworth Evi (1946 – 1950), Barselona Kanepesi (Barselona Couch),1929 – Mies van der Rohe, Seagram Binası, (1954 – 1958) – Mies van der Rohe (soldan sağa)

 
Oscar Niemeyer Müzesi (2001), Alvorada Sarayı (Başkanlık Sarayı) (1957), Brasilia Katedrali (1958), “Rio” Uzanma Koltuğu (1970), Brezilya Ulusal Kongre Binası (1958) – Oscar Niemeyer (soldan sağa)

Ludwig Mies van der Rohe ‘ nin eserlerinde iklimin sert, taviz vermez ve insanı ölçülü olmak zorunda bırakan etkisini, Oscar Niemeyer’ın eserlerinde ise iklimin rahatlığını, bunun vermiş olduğu cesareti ve esneklik duygusunu sezmek mümkün.

Sanki çizgilerde temkinli, zorluklardan haberdar ve diğerinde sanki çizgiler de güneşi ve bolluğunu selamlıyor, büyüyor, kıvrılıyor… Ne dersiniz?

Kaynak: Prof Dr. Gürsel AYTAÇ; “GOTHE”, Say Yayınları

Etiketler

Bir yanıt yazın