Kasaba Minnet Etme Kolonunu Kendin Dik!

Türkiye’nin 81 ilinde çok büyük bir değişim yaşanıyor bu aralar. Her gün eskimiş evler yıkılıp yerine yenileri yapılıyor ve insanlar 10 m²’lik odalara hapsedilip mutsuzluğa itiliyor. Yani koskoca dünyada ufacık, karanlık, sağlıksız evlere tıkıştırılıyoruz

Uy havar !!!
Muhammed, İsa aşkına,
Yattığın ranza aşkına.
Deey, etleri un eden kasabın satırı
Haberin var mı ?
Kasap müteahhit olmuş.

Haberin var mı?  taş duvar,
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım,satırım,zincirim
Uğruna ölümlere gidip geldiğim
Zulamdaki mahsun proje
Haberin var mı?
Koyun can, kasap boş arsa derdinde.“*

“Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” der Sokrates. Biz de toplum olarak “Bildiğimiz tek şey her şeyi bildiğimizdir.” deriz. Hepimiz kendi mesleği dışında her mesleği çok iyi biliyoruz maşallah. Neşter tutabiliyorsak ameliyat bile yapacağız neredeyse, o işi doktorlara bırakmayı hiç düşünmeden hem de. Birkaç kitap okumuşsak alim oluyor, biraz renk bilgimiz var ise ressam. Biraz direksiyon sallamışsak taksici, biraz kalem tutmuşsak yazar oluyoruz. Ama durumun en acı tarafı ise biraz paramız var ise müteahhit oluyoruz. Hepimiz her mesleği “anlıyorum ama konuşamıyorum” seviyesinde biliyoruz vesselam. Velhasıl kelam biliyoruz hem de işin erbabına kafa tutacak kadar biliyoruz. Bilmediğimiz tek şey hiç bir şeyi bilmediğimiz. Bu yönümüz ile en tehlikeli toplumlar sınıfına giriyoruz aslında. Eğer ilkel bir toplum olsaydık, yada uygar ve gelişmiş bir toplum olsaydık en azından onun şartlarına göre yaşar, neyi, nasıl yapacağımızı çok daha iyi idrak ederdik. Ama bizim gibi kaosla beslenen, üretimden çok tüketen, “at izinin it izine karıştığı” toplumlar, ilkel olsa tüm doğayı talan edecek, uygar olsa tüm dünyayı nükleere boğacak kadar tehlikelidirler. Bunun nedenini eğitim, sosyolojik ve psikolojik açıdan uzun uzun irdeleyebilir, anlatabiliriz; ama ne yazık ki ben anlatacak kadar bilmiyorum.

Gelelim meselenin bizi ilgilendiren kısmına. Öncelikle şu soruyu, “Neden başka meslek sahiplerinin (özellikle bir kasabın müteahhitlik yapmaya başladığını duyduğumda şok olmuştum) müteahhitlik yapması konusuna takıldığımı” sorabilirsiniz. Cevap olarak da ilkin, müteahhitlik neden önemlidir mevzusunu irdelersek sorduğunuz sorunun cevabını bulabilirsiniz.

Konut, mimarlık sanatının en çok uygulaması yapılan yapı türüdür, her zaman zorunlu olmuştur, insanın tasarladığı ilk gereçtir. Kapitalist, her şeyin para olduğu sistemlerde ne yazık ki sözün sahibi paranın da sahibidir. Bu açıdan bakıldığında ideal bir yuva, ideal bir konut yada daha yaşanılabilir bir konut, bir mimari eser için öncelikle projeleri maddi açıdan destekleyen kişi veya kurumları ikna etmek gerekir. Aslına bakarsak mimarinin gücü tamamen para sahibinin zevkine göredir. Bu durumda mimar özgür davranamayacaktır, kafasında kurduğu ideal yuvayı gerçekleştiremeyecektir. Bu  durumun sonucunda şehirler tamamen bir konut çöplüğüne dönüşecektir. Bir müteahhitin belli vasıfları, entellektüalitesi, şehir bilgisi, mimari bilgisi, statik bilgisi, felsefe ve psikoloji bilgisi, tarih bilinci, sanat ve kültür bilgisi gibi çok çok önemli bilgi birikimi ve donanımı olmalıdır. Bir mimar kadar mimarlığı bilmeli, bir inşaat mühendisi kadar konstrüksiyon ve strüktür bilgisi olmalıdır. Kısacası bir müteahhit tam donanımlı olmalıdır. Çünkü mimar-müteahhit arasında ne kadar da şiddetli fikir çatışmaları yaşanırsa yaşansın sonuç: Müteahhit kazanacaktır ( Money talks).Yani her şey müteahhitin insiyatifine kalacaktır.

Bu kısa açıklamadan sonra “Aman canım ne olacak alt tarafı bir konut, adamın parası var tabii ki de kendi istediği gibi yaptıracaktır” tepkisini verebilirsiniz. Ama ne yazık ki olay bizim sandığımız kadar basit değildir. “Ters Lale” kitabında Selçuk Mülayim; “bir uygarlık için aranan temel özelliklerden biri şehirleşme olgusudur. Şehir yerleşmiş insan topluluğunun doğaya yaptığı en kalıcı ektir” der. Şehirler yollardan, parklardan, bahçelerden, kamu binalarından, meydanlardan, verimli topraklardan vb. doğal ve yapay donatılardan meydana gelir. Ama en çok da  Le corbusier’nin deyimiyle “makine” olan konuttan meydana gelir. Öyleyse şu sonuca varabiliriz: Müteahhitler konutlarımızın niteliğini belirtmede en önemli etkenlerden biri; konut ise uygarlığımızı belirtmede önemli etkenlerdendir. Bu bağlantı kültür, mimarlık ve sanat hayatımız için çok önemlidir. Bu bağlantıyı kuramadığımız takdirde sonuçlar gerçekten de korkutucu olabilir. Bugünlerde apaçık bellidir ki bu bağlantı kurulamamış, müteahhitlerin çoğu niteliksizleşmiş, sanat, kültür ve bilimden uzak kalmıştır. Türkiye’nin 81 ilinde çok büyük bir değişim yaşanıyor bu aralar. Her gün eskimiş evler yıkılıp yerine yenileri yapılıyor ve insanlar 10 m²’lik odalara hapsedilip mutsuzluğa itiliyor. Yani koskoca dünyada ufacık, karanlık, sağlıksız evlere tıkıştırılıyoruz.

1920’li yıllarda Le Corbusier aslında günümüz Türkiye konut mimarisini ne de güzel anlatmış “Bir Mimarlığa Doğru” kitabında. “Bir dinin gereklerini yerine getiren ama ona inanmayan kişi alçaktır, zavallıdır. Kötü konutlarda yaşadığımız için biz de mutsuz ve zavallıyız çünkü bu konutlar sağlığımızı ve ahlakımızı çürütmektedir. Hepimiz ev kedilerine dönüştük; bu bizim yazgımız aynı verem hastalığı gibi, devinimsizliğimiz süresince içimizi kemiriyor. Yakında çok sayıda sanatoryuma gereksinim duyacağız. Mutsuzuz. Evlerimiz bize bıkkınlık veriyor; evlerimizden kaçıp kahvelere, toplantılara gidiyoruz veya hüzünlü hayvanlar gibi somurtuk bir şekilde toplanıp evin içine kapanıyoruz. Ruh sağlımız bozuluyor” der. Hepimiz etrafımızdaki yapılı çevreye baktığımızda nasıl çirkin bir girdabın içinde kaybolduğumuzu düşünürüz. Mutsuz olmamak, öfkeye kapılmamak, umutsuzluğa düşmemek elde değil, çirkin bir binayı görmemek için gözlerimizi kaçırırız. Kötü, çirkin, bizi karamsarlığa iten bir bina ya da yapıyı gördüğümüzde “Bize, orta parmağını kaldırmış, hakaret edercesine” dalga geçildiğinizi düşünüp huzursuz oluyoruz.

Alain de Botton “Mutluluğun Mimarisi” kitabında “Otobanlarla çevrili bir otel odasında, yıkık dökük apartmanlarla dolu bir muhitte, delik bir fıçıdan su nasıl akıp giderse iyimserliğimiz, hayattaki amaçlarımız da öyle akıp gidiyor içimizden. Keyifli iyimser olmamız için pek çok neden bulunduğunu; isteklerimizi, arzularımızı, hayallerimizi bile unutabiliyoruz böyle yerlerde. Çevremizdeki nesneler; saygı duyduğumuz duygu ve düşüncelerin soyut birer temsili olsun, onlara baktıkça bu duygu ve düşünceleri hatırlayalım istiyoruz. İçinde yaşadığımız binaların bizi bir kalıba sokmasını, ruh halimizi biçimlendirmesini arzuluyor, bize kendimizi daha iyi tanıma fırsatı vermelerini bekliyoruz onlardan. Ruhumuzun neye gereksinim duyduğunu bize hatırlatacak (çünkü ruhumuzun gereksinimlerini unutmaya çok eğilimliyiz) nesneler istiyoruz çevremizde. Kaybolan gerçek benliğimizi duvar kağıtlarında, sandalyelerde, tablolarda, sokaklarda arıyoruz” der.

Mimarinin insanı şekillendirmesi diğer tüm sanatlardan, tüm bilimlerden, felsefe ve dinden daha fazladır aslında. Ne yaparsak yapalım kaçamıyoruz mimariden. İnsan ve toplum için çok önemli bir sanat ve bilim dalı olan mimarlığı bu kadar hoyratça ve acımasızca kullanmamız elbette gelecek için çok tehlikeli sonuçlar doğuracaktır.

Sonuç olarak; tüm bu kaosun ve düzensizliğin sebebi tabii ki de sadece müteahhit değildir. Mimarlar, mimarlık öğrencileri, mimarlık hocaları, akademisyenler, yöneticiler, siyasal oluşumlar, yönetmelikler, kanunlar, yasalar, mühendisler ve eğitimciler. Yani kısacası tüm toplum en az müteahhit kadar suçludur. Eğer bir ülkede bir kasap; elindeki köfte harcıyla inşaattaki harca karışıyorsa hiç kimse kusura bakmasın hepimiz suçluyuz, çocuklarımıza ve torunlarımıza bir özür borçluyuz.

* Bir Ahmed Arif sever olarak öncelikle tüm Ahmed Arif severlerden özür dilerim. ‘İçeride’ ve ‘Uy havar’ şiirlerinden esinlenmiştir.

Etiketler

1 Yorum

Bir yanıt yazın