Kabuğunu Kırmaya Çalışan Hasret Yüklü Liman Kenti: Hull

Hull Kent Merkezi (Yücel Besim, 2018)

Şairin “son yolculuğuna uğurlandı” haberiyle bir iğne daha batarken yüreğime, farkettim ki aralık ayına gelivermişiz. Ve ben, oldum olası pek sevmediğim eylülde yaptığım geziyi ancak yazabiliyorum. Hüzünlerin ayının suçu yok elbette bu ertelemede; yola çıkmadan çok önce başlamıştı tembelliğim. Üst üste gelen başka ayrılık haberleriyle çoğalmıştı. Oysa Refik Durbaş’ın Külhani’si gibi, vurmalıydım sazıma bir an önce.

Aslında Hull’a gidişim bir gezi sayılmazdı; oğlumu üniversiteye yerleştirmek amaçlıydı. Gençlerin neden uzaklara kaçtığını tam anlayamadan, şimdi biz de bir gurbetçi götürüyorduk İngiltere’ye. Oysa çocuklarımız için topraklarımıza geri dönenlerdendik daha yakın zamanda. Bu sorgulamaları ve yoğun duyguları bir kenara koyup kenti iyi anlatabilir miyim, bilemiyorum…

Tüm yaz boyunca biriktirdiğim kuruntularımın üzerine kurguladığım kent, bir türlü düzgün telaffuz edemediğim adının anlamlarına uygun olmalıydı. Hull, İngilizce’de eş sesli bir kelime. Tekne gövdesi anlamı, liman kenti olmasına uygun. Bir diğer anlamı ise kabuğunu çıkarmak, soymak. Bu da uygun aslında. Yazdıklarımdan kentin yeni bir kimlik arayışı içinde olduğunu ve “kabuğunu kırmaya çalıştığını” anlayacaksınız.


Hull kentinin sembolü (Yücel Besim, 2018) 

Kıbrıs’tan İstanbul’a, oradan Manchaster’e, en son da trenle Hull’a uzanan yolculuk, kentle ilgili düşlerimi derinleştirmeye yetti. Neredeyse on beşinci saatte, uyur uyanık bir haldeyken gördüğüm Humber Köprüsü, kente yaklaştığımızı müjdeliyordu. Şimdilerde adı değiştirilmiş olan, ilk göz ağrımız Boğaziçi’ne ne çok benziyor. 2220 metrelik uzunluğuyla tek açıklıklı asma köprü, 1981’de açıldığında bu türleri arasında birinciliği taşıyormuş. Asil bir duruşu var doğrusu, belki daha yakından görme şansım olur.

Trenden indiğimizde, sonradan şair Philip Larkin’e ait olduğunu öğrendiğim heykel dışında, garda bizi karşılayan yoktu. Bedenimin eğri duruşunun sebebi ne uzun yoldu ne de ağır bavullar. Agatha Christie’nin kitaplarından uyarlanmış filmlere sahne olmuş bu yapının içinde hafifçe ürperdim serin havayla. İki yüzyıl öncesinin izlerini taşıyan istasyonun çıkışına ilerlediğimizde sanki kentin hüznü çarpmıştı şimdiden hasret kokan üstüme.

Gardan bindiğimiz taksinin şöförünün Türk olması birazcık rahatlattı beni. Hataylı hemşerimiz, Ali Abimiz oluverdi hemen. İki çocuğunu oradaki üniversitede ne güçlüklerle okuttuğunu anlatırken, son yıllarda bize hep itirazı olan gence öğütler verdi; sanki öncesinde bizimle konuşup anlaşmış gibi.


Hull Üniversitesi’nin çevresi (Yücel Besim, 2018)

Hull’daki otelimize kolaylıkla varıverdik. Ama odamızı bulmak için geçtiğimiz inişli çıkışlı labirentimsi koridor, sanki tüm yolculuğumuzdan daha uzundu. Cottage tarzı iki katlı otel, eklerle oluşmuştu. Temiz ama eskimiş havası, küçük adamıza büyük gelen lüks otelleri aratıyordu. Dört kişi için ufak sayılmayacak odaya ulaşınca tedirgin hallerim yeniden üstüme çöktü. Kıbrıs’tan beri taşıdığım sıkıntılar, bavulların içinden çıkıp yer tuttu sanki köşelerde. Arkadaki şirin bahçeyi göremeyecek yükseklikteki pencereler odayı ışıtmaya yetmiyordu. Dışarıdaki sisli havanın devamındaymışım gibiydim. Yol yorgunu olmamıza karşın herkes teklifimi kabul etti: Odada daha fazla kalmadan hemen çıktık. Önce alt kattaki meşhur pubda yemek yedik, sonra da tam karşıdaki ana girişten yurtlara yöneldik.

Üniversiteye girdiğimiz anda sırtlarında “happy to help” yazılı gençler hemen yardımımıza koştular. Gerçekten bize yarenlik etmekten mutlu görünüyorlardı. Karşımızdan gelen dik duruşlu diğer üniversiteliler de aynı enerjideydiler. Hepsi “casual”, sade ve rahat; ne sakallı ne topuklu; birbirine benzer. Her gün görmeye alıştıklarımdan farklı geldiği için dikkatimi çekti doğrusu.


Hull Üniversitesi Yerleşkesi Girişi (Yücel Besim, 2018)

Yurda ulaştığımızda aynı içten karşılama devam etti. Küçük bir kutuda emanetlerini aldı bizimki. İçinde, güvenlik kartının yanında bir günlük temel ihtiyaçlarını giderecek, ince düşünülmüş şeyler vardı; bir de son derece teşvik edici sözlerden oluşan “hoş geldin” notu. O an yüzünün hafifçe aydınlandığını farkettim.

Kartla açılan kapılardan geçerken yapının iç düzenine ve temizliğine hayran kaldım. Sekiz odanın dizildiği koridorların bir başında bekleme odası, sonunda ise ortak kullanılan, son derece işlevsel düzenlenmiş mutfak vardı. Yan odalardaki gençler fırladı anahtar sesine. Beklemediğim bu sıcak karşılama, odayı daha sevimli gösterdi bana.

Bir gencin dağıtamayacağı veya dağılamayacak büyüklükteki oda, diğer bloklarının da baktığı avluya manzaralanmıştı. Önceden yaptığım hazırlıklar işe yaramış; kolayca yerleştirdiğim bir göz oda, birinci geceyi geçirmeye hazır hâle gelivermişti. Yatılı okul yıllarımda göremediğim bu ortamı o kadar beğendim ki neredeyse o gece orada kalacaktım.

Keyfim birazcık yerine gelse de otele döndüğümde “…İlk kez gidilen bir şehirde akşamlar nasıl geçer? Geçer mi acaba?…” dizeleri düşmüştü aklıma. Ne çok döndüm o gece, uyur uyanık hâlimle ne çok mücadele ettim. Sonunda yenik düştü bedenim ruhuma. Sabah olmuştu işte Hull’da!


Hull Üniversitesi Yerleşkesi (Yücel Besim, 2018)

İlk gün kayıtlarla ilgili teknik konular halledilirken ben de üniversiteyi dolaştım. Yerleşke, “hak temelli” bir anlayışla, eşit kullanımlı tasarlanmış. Erişilebilirlikle ilgili her detay son derece çağdaş ve estetik çözülmüş: Tüm alan, yayalara ve bisikletlilere öncelikli. Otoparkları yeterli ve düzenli, zincirle kilitlenmiş bir araç görmedim. Girişlerde nizamiye yok, güvenlik görevlilerine hiç rastlamadım. Her yer pırıl pırıl; yerde sigara izmaritleri olmadığı gibi, yasaklı başka uyarıcı da yok etrafta.

Kampüs içindeki çalışma mekânları oldukça sessiz ve dinginken, sosyal mekânlar son derece şık ve renkli. Nasıl kırmızı tuğlalı eski yapılar ve yeniler bir arada uyum içindeyse, bu yapıların kullanımında da herkes birbirine saygılı. Mekânların yönetiminde ise ayrımcılık yok. Kadife örtülü rezerve edilmiş masalar bulunmuyor yemekhanede; hocalar, öğrenciler, ziyaretçiler bir aradalar.


Üniversitesi Yerleşkesindeki yapıların iç mekânları (Yücel Besim, 2018)

Peyzajına özen gösterilmiş yerleşkenin her fakülte girişinde başka bir heykel var. Öyle törenler yapılsın ya da ‘buraları benim’ mesajı veren türden şeyler değil gördüklerim; üzerinde düşündüren sanat eserleri. Düzgün yönlendirme elemanları sayesinde kaybolmadan her yere özgürce girdim. En son, merkezde konumlanan kütüphaneye gittim. Tavanından su akmayan ferah girişinde fıstık yeşili koltuğa gömüldüm. Hull’ın ikramını yudumlarken, hevesle okuduğum üniversitemdeki çimlere uzanışlarım bana eşlik etti. Böyle mekânlarda ağırlandığım için kendimi şanslı hissettim.


Üniversitesi Yerleşkesindeki bir heykel (Yücel Besim, 2018)

Kampüsteki gözlemlerimle kaygılarım azalırken üniversiteyle ilgili bilgilerim de arttı. 1927’de kolej olan kurum, 1954’te kraliyet beratıyla üniversite olmuş. Üniversitenin, İngiltere’de 1890-1940 arası üretilmiş bilim ve sanat eserlerinden oluşan bir koleksiyonu var. Bu derlem, şehir merkezinde, tüm kentlilere ortak edilecek biçimde paylaşılmış. Maalesef bunları görme olanağım olmadı ama baskıyla üretilmemiş, emeği sonuna kadar ödenmiş yapıtlardır diye düşünüyorum.

Zaten üniversitenin öğretim dışındaki çalışmalara önem verdiği her hâlinden hissediliyor. Sanat, spor, kültür ve sosyal hizmet amaçlı eylemlerin tümü öğrenciler tarafından yönetiliyor. Kayıt haftası, bunların aktifleştirilmesine ayrılmış. En önemlisi de tüm etkinlikler dönem başından belli; son dakika işleri değil yani. Her öğrencinin ve kentlinin eline tutuşturulan kitapçıklarla, planlı tam katılım sağlanıyor.

Kayıt işlemleri kolaylıkla halledildikten sonra hemencecik “evim”e dönüşen yurt odasının ufak eksiklerini gidermeliydim. Öğrenciler için +extra uygun olduğu söylenen alışveriş merkezine gittim. Daha sonraları neredeyse her gün uğradığımız St. Stephen, küçük ölçekli pratik bir çarşı. Projesi Tabanlıoğlu’na ait, Türkiye’nin ilk AVM’si Galeria’yı merak edip, sırf bu nedenle 1988’de İstanbul’a gidişimi hatırlıyorum. O günlerden bugüne nasıl değişikler oldu, ne kadar devalaştı bu tuzak yerler. Şimdi neredeyse her yerleşimde en az bir tane var; hem de kimisi orman arazisinin içinde, kimisi sit alanlarının üstünde.


St. Stephen alışveriş merkezi tavan detayı, Hull (Yücel Besim, 2018)

Alışveriş merkezleri insanı ne kadar da yoruyor. Bir de tedirgin geçen bir önceki gecem var, yattığım yeri bilmedim. Beklediğimden küçük bir yer olduğunu kavradığım kenti gezmek için kalan günlerim fazlasıyla yeterli olacaktı. O gece kalıp gibi uyumuş kalmışım kent rehberini okurken.


Hull Kent Merkezi (Yücel Besim, 2018)

Yorkshire bölgesindeki Hull, düz bir kent. Bizimkiler gibi yedi kocalı Hürmüz değil; belki bu da sıkıcılığını artırıyor. Kuzey Denizi’nden birazcık içeride ve seviyesi azıcık yukarıda. O yüzden gel gitleri ve sert rüzgârları var. Kentin en önemli varlıklarından biri; denizden gelen bereketleri içerilere taşımaya yıllarca yardım etmiş Humber Nehri. Hem deniz kenarında hem de nehir yatağında olması, Hull’ın işlerini bazen kolaylaştırmış bazen zorlaştırmış.

Kentin tarihi, Cilalı Taş Devri’ne dek uzanıyor. Orta Çağ’da yün ticaretiyle zenginleşmeye başlamış, 13. yüzyılda İngiliz Kralı’nın kasabası olmuş. Daha sonraları bir liman kenti olarak önemsenmiş. Suyla ilgili olan her türlü iş alanı gelişmiş bu bölgede. 16. ve 17. yüzyıllarda zenginliğini korumuş. 19. yüzyılda balina avcılığı ve sonrasında derin deniz balıkçılığı önem kazanmış.

Doğanın getirdiği tüm güçlere uzun yıllar direnmiş Hull. Kimlere, ne kaynaklar sağlamış tarih boyunca… Limanı, Avrupa’dan göç eden ya da ettirilenler için açılan yeni bir kapı olmuş. Önemini giderek yitirse de geçmişini unutamamış. Bu yüzden suya yakın olmanın verdiği nimetleri aktarıyor elinden geldiğince. İyi sakladığı anılarını her fırsatta anımsatarak mirasını korumaya çalışıyor. Kentin bu zenginliğinin vurgulandığı birçok kentsel mekânı ve tamamlayıcıları var.

Spurn, bunlardan biri; 1927’de yapılan ve 50 yıldan fazla navigasyon amaçlı kullanılmış olan fener gemisi, limanın en güzel siyahisi. Ayrıca kentin deniz serüvenlerini anlatan birçok müzesi bulunuyor. Bunlardan birini gezme olanağım oldu. 19. yüzyıla ait tarihi yapıdan dönüştürülmüş olan Denizcilik Müzesi, fildişi oymalarına ev sahipliği yapıyor. Küçücük odalarda özellikle balina avcılığıyla ilgili yapılan canlandırmalar ve yakalanmış devlerin iskeletleri ilgi çekiciydi.


Kent içindeki anıt, Hull People’s Memorial (Yücel Besim, 2018)

Hull, Dünya Savaşlarında çok yaralanmış bir kent, yani hüznü boşuna değil. Özellikle ikincisinde havadan yapılan bombardımanlarla konutların neredeyse %95’i yıkılmış. İngiltere’den Avustralya’ya tek başına uçan ilk kadın pilotu Amy Johnson yetişememiş memleketini kurtarmaya. Bunlarla ilişkili yaşadıklarını anan güzel bir anıt var kent içinde. Küre şeklindeki metal üzerine savaşlarda ölmüş insanlarının isimleri birer yaprak gibi işlenmiş.

Yaklaşık 300.000 nüfusuyla Hull, aslında küçük ama herşeyinin de olduğu bir kent. Örneğin City Hall ve New Thearter gibi prestijli ve büyük salonları var. Hatta birinde, Ankara’da rezalet içinde izleyemediğim, gerçek Dracula müzikali oynuyordu. Ancak tüm etkinlikler kapalı gişeydi. Sanatla birlikte spor da önemli bu kentte. Bu ilgiyi, İngilizlerin çok kullandığı publardaki dev ekran televizyonlardan anlamak mümkün. 2012’de Hanseatic Futbol Ligi’ne girme başarısının yanında; yollarda, parklarda yürüyen, koşan güler yüzlü insanların çokluğu ve kent çevresindeki geniş sahaların bolluğu da buna işaret ediyor.

Hull’ın hikâyesi bizim kıyı kentlerimizinkilere benziyor biraz. Önceleri denizden gelen bereketle gelişirken şimdilerde başka arayışlar içinde. 2017 Avrupa Kültür Kenti olması da bunlardan biri belki. Şimdilerde kent, eğitim ve kültürle gelişmeye çalışıyor. Şehri hareketlendirmek için epey uğraşıldığı her noktasında seziliyor. Bunun için gerekli alt yapı hazırlanmış; plan ve projeler yerini bulmuş. Özellikle kentin tarihi dokusunun olduğu bölge yeniden ve ciddi bir şekilde elden geçmiş. Ben de rotamı ilk bu bölgeye yönelttim.


Dagger Lane Sokağı, Hull (Yücel Besim, 2018)

Eski kent ve liman, Hull’ın diğer en kıymetlilerinden. Bu sakin, ama çok özgün alanın ilgi çekicileri vurgulanmış. İngiltere’nin en küçük penceresinden tutun, Marks and Spencer’ın ilk pazarına kadar burada. Denizin içinde ama denizden yoksun olan alan, bana Mağusa Sur İçi’ni anımsattı. O yüzden “…gri bir hüzün, kolları arasına almış bütün sokakları” dizelerine uyan dinginler içinde renkli Dagger Lane Sokağı’nın büyüsünü Akdeniz’e taşımak istedim.


Eski kent bölgesindeki bir restoranın içi (Yücel Besim, 2018)

Buradaki birçok tarihi yapının işlevi değiştirilmiş. Ölçekleri küçük de olsa sergileme mekânlarına dönüştürülenler var. İçinde dört farklı müzeyi barındıran ve Tripadvisor’da en iyiler arasına giren “Museums Quarter” bunlardan biri. Çoğunluğu ise dinlenme noktalarına dönüşmüş kafeler. İç mekânları çok özenli olan bu mekânlar vazgeçilmez konaklarımızdı. Biraz boş görünseler de girdiklerimizin hepsinde hoş karşılandık, iyi servis aldık ve güzel lezzetler tattık.

Limandan içeriye doğru yürüdükçe hem hareket artıyor hem Kraliçe’nin kudreti hissediliyor. Merkezdeki Victoria Meydanı’nda volta atıp bahçesine doğru salınıyorum. Bahçe dediğime bakmayın. Bir zamanlar onun gemilerine mekân olmuş bu alan, 4 hektar büyüklüğünde bir kent parkı. Trafik seviyesinden düşük olduğundan, oldukça korunaklı ve mahrem. Kraliçe’nin bahçesindeki güçlü aksla, kent konseyinin olduğu The Guildhall’a yöneliyorum. Savaşta aldığı darbeleri çoktan atlatmış olan etkileyici yapı, korunması gerekenler listesinde. Parkın bitiminde köle ticareti için mücadele vermiş parlemento üyesi William Wilberfoce’un heykeliyle sonlanan bir obelesk var. Önündeki suyun duruluğu, arkasındaki yapının ciddiyetiyle sanki daha da vurgulanmış bu cesur adamın yaptıkları.


Eski kentiçi, Hull (Yücel Besim, 2018)

Güneşi çoktan uğurlamış saatlerde geri dönerken epey üşüyor, ayağıma dolanan köpekleri okşayarak ısınıyorum. Bizde açılışları büyük bir reklamla yapılan ne sahil yürüyüş yollarında ne de “Milli” parklarımızda köpeğimi dolaştıramadığımdan, sevenlerine imreniyorum. Sonra evimde beni bekleyen sevimli dostlarım geliyor aklıma. İki gün sonra döndüğümde onlarla avunacağım ümidiyle otele dönüyorum.

Hull’daki bir sonraki günümüzü The Deep isimli yere ayırdım. 2002’de açılan kıyı yapısının bir kısmının deniz altında olabileceğini hayal etmiştim.  İstanbul’dakine göre biraz daha büyük olan akvaryum, aslında karşı olduğum hayvanat bahçelerinden. Her ne kadar “denizler temiz ise kara da temiz olur” mesajını vermeye çalışması hoş olsa da, penguenlerin zavallı duruşları hâlâ gözlerimin önünde.

The Deep ve içindeki sergileme biçimleri, barındırdığı yedi tür köpekbalığının varlığıyla etkilenmiş. Asıl farklılığı ise özellikle küçükleri eğitmeye yönelik, eğlenceli buluşlar içeren akıllı donatıları. Alt katta okyanusların içindeymişcesine gezerken son kattan Hull’ın öz varlıklarını seyredebiliyorsunuz. Biz de yukarıya çıkıyoruz. İngilizlerin meşhur “fish and chips” menüsünü yerken ne balığını bizim ekmek arasındakilerine ne de hırçın denizini bizim mavimize benzetiyoruz.

Deniz, tam tamına koyu kahverengi ve ürkütücü burada. Sürüldükten sonra çamur içinde kalmış, sizi de içine alıverecekmişçesine, uçsuz bucaksız bir tarla sanki. The Deep’ten ayrılırken girişteki köpekbalığı heykeli koca dalgalarla boğuşuyor, rüzgâra karşı yere tutunmaya çalışıyordu. Cep telefonlarından turuncu alarmla sürekli uyarıldığım fırtınanın şiddetini, yapının çevresinde dolanırken hissettim gerçekten. Belki de kentin denize küskünlüğü bu sebepten.


The Deep ve çevresi, Hull (Yücel Besim, 2018)

Beklediğim kadar da derin olmayan bu gezimizden sonra kentin en can alıcı noktasına geldim. Trinity Quarter denilen bölge, 13. yüzyıldan kalma. Fruit Market ve ambarların bulunduğu alanın en yaşlısı 700 yaşından büyük Holy Trinity Kilisesi. Diğer adıyla Hull Minster, önündeki meydanda tasarlanan su birikintisiyle görkemini katlamış. Yapının tavan süslemeleri, Orta Çağ’a ait karamsar görünümünü kırıp bir salime dönüştürmüş. İlk kez içinde kafe bulunan neşeli bir kilise görmenin şaşkınlığıyla ayrılıyorum.


Hull Minster ve tavan detayı (Yücel Besim, 2018)

Sonra sanki bir köprü gibi bu bölgeyle kent merkezini birbirine bağlayan yapının yanına çıktım. Oldukça büyük olan Princes Quay, eski rıhtım (Prince’s Docks) üzerine kurulmuş bir ada gibi. İnşa edildiği 90’ların başında daha canlıydı herhalde. Ama özel konumundan ve kötü hava koşullarında kapalı bir ortamda alışveriş olanağı verdiğinden ötürü yine de kalabalık. Yorgun günü bitirmek için iyi bir durak oluyor bana.


Princes Quay ve çevresi, Hull (Yücel Besim, 2018)

Hull’daki son günümde tek başıma bir parka gitmeyi planladım. Zaten sakin bir şehirdeydim ama kendi kendimle, “sessiz” kalmak istedim sanırım. Pearson Park, üniversiteye en yakın olanıydı. Uyuyamadığım ilk gecedeki şiirin devamıyla hızla geçtim sıra evli caddeleri. Girişte gri bulutlara atılacak bir fişek gibi duran heykel durdurdu beni. Kalın bir kütük üzerine işlenmiş yüzlerde, beni anlayacak sanatçının gözlerini aradım ilk. Güzün tüm renklerini içine sığdırmış olan parkın içine sokulduğumda yerle gök birmişçesine gibi geldi.

Bebeklerini tasasızca gezdirenlere takıldım sonra. Şimdi on sekizini dolduranımı, bir zaman Ankara’nın karlı yokuşlu sokaklarından çıkararak Seymenler’e ulaştırmayı başardığımdaki ufak sevinçlerim geliyor aklıma. İşte o zaman ortadaki gölcüğe dostluk eden ağaçlara yaslıyorum gövdemi. Sarılmak isteyip de başka deryalarda olanlarım da arkamda. Uçuşan su kuşlarının kanatlarına verdim kulağımı. Saçıma düşen birkaç kuru yaprağı çıtırdattım avuçlarımda. “Ayrılık da neymiş bu devirde” diye teselli etmeye çalıştım kendimi. Hatta en son, “başka acı vermesin” diye korkutarak sonlandırdığımı zannettim yangınımı.


Pearson Park, Hull (Yücel Besim, 2018)

Hull’dan erkenden ayrılırken kendiyle paylaştıklarımı orada bırakmak istiyorum. Şair bırakmıyor ki peşimi, küllerimi eşelemek için vagonda yanıma oturuyor. “Kuşların, çiçeklerin, eylüllerin, gurbetlerin dilini çok iyi bildiğini unutuyorsun” diyor; ne uzun zamandır “denizlerle donatılmış bir şehirde” olduğumu söylüyor.

Önce hiç cevap vermiyor, yüzümü pencereye dönüyorum. Tren uzaklaşırken kenti saran engin yeşiline, birlikte bir teşekkür mektubu bırakmayı teklif ediyorum. Gözüme biraz durgun görünse de güvenli bir kent olduğunu yazarız; denizin kızgınlıklarını içine almıyor, sıcak fısıltılara çeviriyor mekanlarında diye ekleriz. Bir de bu kadar işinin arasında benim gibilerin hasretini taşımaya devam ettiği için şükranlarımızı sunarız. Sonuna not da düşeriz senin şiirinden esinlenerek:

İki elim vardı, birini sana bıraktım. İki gözüm vardı, ilkini sana sakladım” diyorsun ya sen, ben de ondan rica ederim: “İyi bak iki gözümün ilkine, Ona da liman ol!”

Etiketler

Bir yanıt yazın