Gezi Parkı, Mimarlık ve Siyaset

Türkiye'de iktidarın son dönem politikalarını ve polis şiddetini eleştirenler kendilerine bir sembol seçti: Ağaç.

Sembol

Türkiye’de iktidarın son dönem politikalarını ve polis şiddetini eleştirenler kendilerine bir sembol seçti: Ağaç. Konu elbette ağaçların ötesinde, ama ağaçların bu kadar çeşitli grubun memnuniyetsizliğini birleştirebilen güzel bir sembol olabildiğini gördük.

Türkiye’de son 7 gündür ağaç kadar mimarlık da politikanın önde gelen bir aktörü. İktidar uygulamak istediği Taksim projesini ve içindeki Osmanlı Topçu Kışlasını kendine bayrak seçmiş görünüyor. Olaylar devam ederken yazılan bir yazı eksik kalacaktır, ama bir mimar olarak mimarlık portalında, söylenecek onca söze ek olarak, Gezi Parkı direnişinin mimari ve politika arasındaki ilişki konusunda düşündürdüklerini yazıyorum.

Bu proje hem kendi anlamı hem sembolleştirdiği anlam açısından protestoların kıvılcımı, iktidarın da cevabının nesnesi. O kadar ki, Başbakan Erdoğan 31 Mayıs olayları üzerine yaptığı ilk açıklamalarında, projeyi tekrar değerlendirmeye açık olmak şöyle dursun onu daha da genişletti; Gezi parkı yerine Topçu kışlasını yapmakta ısrar ettiğini söylemekle kalmadı, AKM’yi de yıkıp yerine başka bir bina ve alana bir de cami yapacağını söyledi. Protestolar ne kadar hem park hem demokrasi içinse, Başbakanın Taksim hayalleri de hem mimari projesi hem kendi yönetim anlayışının göstergesi. Taksim Projesi’ni beğenen, beğenmeyen ya da çekimser olan onbinlerce insanı bu kadar kızdıran da, Başbakan’ın bu proje üzerinden sergilediği inat.

Katılım

“Bunun iznini birkaç çapulcudan alacak değilim.” Başbakan aynı açıklamada Taksim Projesi’ni savunurken böyle dedi. Bu tonda olsun olmasın, Taksim ve Türkiye’nin genelinde kentsel dönüşüm projelerini belirleyen sürecin en büyük sorunu işte bu şekilde katılımdan uzak olması, yani temelinde demokrasi-karşıtı bir anlayışı barındırması. Tek elden, kullanıcılara sormadan, katılım toplantıları yapmadan oluşturulan projeler, insanların açık reddine rağmen uygulanıyor.

Kent hakkı günümüz demokrasilerinin temel bir parçasıdır, ve seçilmiş bir parti bu hakkı da korumakla yükümlüdür. Düşünür Henri Lefebvre’in 1967 yılında, Fransız sömügeciliğine karşı direniş ve protesto gösterilerinin Cezayir’den Paris sokaklarına genişlemesi bağlamında yazdığı, halkın kent üzerine söz söyleme hakkını koruyan yazısı dünya genelinde temel bir metin olagelmiştir. Türkiye mimarlarından Şevki Vanlı da 1962 yılında, katılımcı proje yapma süreci üzerinde durmasa da, kırdan kente göçetme hakkı, şehri kullanabilme hakkı, şehir servislerine ulaşabilme hakkı, konut hakkı, haysiyetli iş yeri hakkı diye tanımladığı altı temel kent hakkı tanımlamıştı. Katılımcı proje kavramı ise mimarların çuvaldızı kendilerine batırmasıyla tanımlanmıştı. Mimar Giancarlo di Carlo, 1969 yılında verdiği “Mimarinin Halkı” başlıklı ünlü konferansında, şehir mekanı üzerine kararları topluma sormadan alan iktidardan ve onun mimarlarından hesap sorar. Örnekler çoğaltılabilir.

Bugün Türkiye’de sayısız kentsel dönüşüm ve “çılgın” projeler ile büyük şehirlerin büründüğü yeni şekil, soylulaştırma, yerinden edilen kentliler düşünülürse, katılımcılık hakkı da en temel kent hakkı olarak benimsenmelidir. Türkiye’nin en önemli meydanı Taksim konusunda, halka açık katılımcı toplantılar düzenlemek şöyle dursun, ilgili meslek insanlarına ve kuruluşlarına bile sormadan, yarışma açmadan yapılan projelerin tepki çekmesi demokrat anlayışın çok doğal bir göstergesidir, kentlinin kentine sahip çıkmasıdır, katılımcılık talebidir.

Gerçek katılımcılığı sadece Taksim değil tüm kentsel dönüşüm projeleri için talep etmeliyiz. Gerçek katılımcılık diyorum çünkü katılımcılığın manipulasyona açık bir süreç olduğu dünya genelinde görülmüştür. Politikacıların herkesin isteğinin orta noktasını buluyormuş gibi yapıp kendi isteklerini dayatmak için hesaplı bir sahne yarattıkları durumlarla da karşılaşılmıştır, işlerin yokuşa sürülerek hiç bir sonuç alınamamasının verdiği bıkkınlıkla da. 1960’larda katılımcı süreçleri ısrarla savunan mimarlar bile, süreç boyunca kendi bilgi ve birikimleriyle verebilecekleri katkının marjinalize edilmesini eleştirip ilk heveslerini yitirdiklerini söylemişlerdir. 21. yüzyılın gerçekten katılımcı proje platformunun nasıl olabileceği belki henüz belli bile değildir; zordur, yavaştır, herkesin konuştuğundan daha çok açık fikirle ötekini dinlemesini gerektirir; mesleğin onca yıl okutup yetiştirdiği uzmanların bilgisine de, toplumun farklı kesimlerinin dillendirdiği isteklere de saygı duymayı gerektirir; ama tepeden-inme projelere karşı durmanın çaresidir. Diğer bir deyişle, bugün iş katılımcılığı kabul etmekle bitmeyecek, neredeyse orada başlayacak, 21. yüzyıl katılımcılığını, her farklı durum için etkin ve dürüst bir katılımcılığın sürecini aramayı, düşünmeyi, tanımlamayı gerektirecek.

Park Yerine Kışla

“CHP’nin yıktığı Topçu Kışlası’nı, biz geri yapacağız.” Başbakan protesto olayları üzerine yaptığı ilk açıklamada bunu söylerken projesinin iktidar istencinin bir parçası olduğunu gizlemedi.
Tarihindeki olaylar sırasında kısmen zarar görmüş Topçu Kışlası’nın 1940’lı yıllarda Henri Prost’un tasarladığı Gezi Parkı için yıkılmasına benzer kararlar, Cumhuriyet mimarlığı üzerine yazılan kitaplarda tartışılmış ve tartışılmaya devam etmelidir. Tarih hatalarla dolu da olabilir; Türkiye’de kent ve mimarlığın çok defa tepeden inme projelerle biçimlendiği zaten söylenmiştir, ve bugün tüm demokratikleşme sözlerinin telafuz edildiği ortamda bile bu şekilde devam ettiği görülmektedir. Prost’un projesi Toplu Kışlası’nı kaldırmıştır, ama kente nefes almasını sağlayan, meydanı genişleten, kentlilerin, özellikle de kadınların (Prost için önemli bir nokta) kamusal dinlence mekanını kullanmalarını destekleyen geniş bir yeşil alan kazandırmıştır– ki bu alan şimdikinden çok daha büyük ve sürekli idi. (1952-55 yıllarında yapılan mimarlık tarihinin dönüm noktası Hilton Oteli için prestijli, güzel manzaralı ama bu yeşil alanın sürekliliğini kısıtlayan bir yer seçilmesi ile ilk küçülmesini yaşamıştı.)

Bugün Gezi Parkı’nın ortadan kaldırılıp yerine eski binanın tekrar yapılma isteğinin arkasındaki sebep bir alanı bilinen orijinal haline döndürmek olsaydı, Ayasofya’daki minarelerin kaldırılması da istenebilirdi. Binaların da bir dili vardır, ve bir bina ya da bir uslup bir anlamla yüklenmişse bu anlamın toplum belleğinde kalıcı bir etkisi olur. Başbakanın Cumhuriyet döneminde yapılmış bir parkı değil Osmanlı döneminde yapılmış bir binayı tercih etmesinin arkasındaki neden ağaç karşıtı olması değildir herhalde, ama çok da tesadüfi olmasa gerek. Burada inşaat yaparak rant sağlama isteği, binanın içi ister AVM, ister otel, ister rezidans olsun geçerlidir; kamuya açık bir alanı özelleştirmek anlamına gelir. Zaten öyle görünüyor ki, binanın ticari işlevinin detayları değil, daha Belediye Başkanı iken gördüğünü ve çok beğendiğini söylediği çizimlerindeki uslubu Başbakan için daha önemli. O Taksim Meydanı’nın cidarları Cumhuriyeti değil Osmanlıyı temsil eden bir tarzda olsun istiyor gibi görünüyor.

AKM

AKM’yi yıkma ve yerine modern uslupta olmayan belki Barok diye adlandırılan bir uslupta olan yeni bir bina yapma isteği de böyle bir meydan projesi ile örtüşüyor. Böylece Taksim Meydanı’nın çevresindeki binalar birbiriyle uyumlu (tektip?) ve Osmanlı’yı anımsatan bir tarzda olacak. Bu kadar merkezi, yakın geçmişte bu kadar olaya tanıklık etmiş bir binayı yıkmak toplumun modern belleğini silmeye çanak tutacaktır. John Ruskin “Mimarlık olmadan yaşayabiliriz, ama o olmadan hatırlayamayız” derken böyle birşeyi kastetmiş olmalı.

1956-69 yılları arasında yapılmış, 1970 yılında çıkan yangın nedeniyle başlayan onarımlar sonucunda 1977 yılında tekrar açılmış (yani çok genç), ayakta duran bir binayı güncelleştirmek yerine, yıkıp bir başkasını yapmanın ekonomi ve çevre açısından pek bir dayanağı yoktur: böyle kararların genelde hem daha pahalı hem kaynakları tutumsuz kullanan sonuçlar doğurduğu tespit edilmiştir.

Hatasız bina olmaz, ama umarım AKM’nin korunmasını uzun uzun savunmanın gerekeceği günleri görmeyiz. Her ihtimale karşı, madem söz usluptan açıldı, sadece bu konu hakkında sadece bir yorum yapayım. AKM’nin yıkımın hedefi olmasına büyük oranda iktidarın uygun bulmadığı görünümü neden olmuş gibi duruyor (yeni bir inşaatın bazı müteahhitlere kazandıracakları dışında). Oysa Cumhuriyet tarihinin önemli günlerine tanıklık etmiş, toplum belleğine kazınan fotoğrafları da gösteriyor ki AKM bir modern meydan binası. Örneğin 1 Mayıs’larda üzerine asılan büyük posteri hatırlayın. AKM’nin cephesi de çatısından asılan sessiz bir tül gibidir zaten, farkı günlerde farklı posterlerin asılmasına olanak tanıyan, hatta bunu teşvik eden bir arka zemin gibi. Girintili çıkıntılı olmayan, konsollarla, kubbelerle, yuvarlak ya da eğimli yüzeylerle süslenmeyen yalın ve düz cephesi, neredeyse önündeki meydanda olacaklara bir fon olmayı istercesine, belki de her farklı kutlama ya da protesto için farklı bir yüze bürünmeyi kabul edercesine tasarlanmıştır. Bu yüzden modern demokrasi hareketlerinin vucut bulacağı, çoksesli bir toplumun kendi kararlaştıracağı olağan ya da olağanüstü etkinlikleri düzenleyeceği bir meydan için son derece uygun bir görünümü vardır.

Etiketler

Bir yanıt yazın