Eco da Mimarlığımız da Tamamen Değişmiş

Kayıplar insana geçmişi gözden geçirtiyor.

Arkitera’nın kazı yaparcasına bulup çıkardığı Umberto Eco çevirimin ve tanıtım yazımın Mimarlık’ta yayınlandığı 80 ertesinde (1985) Umberto Eco’nun henüz “Gülün Adı” vd. edebi eserlerini vermediği, dilbilimden türeme göstergebilim kuramcısı olduğu yıllardı.

Mimarlık göstergebilimden kendisini sığ determinizmlerden kurtarmasını beklediyse de bu pek gerçekleşemedi.

Türkiye’deki mimarlık ortamı ise, mimarın işiyle uğraşmasından yana olanlarla (proje çizip inşaat yapması) öteki alanlarla da ilgilenmesinden yana olanlar diye ayrıştığı bir dünyaydı. Mimarlık dışıyla kastedilen öncelikle sol-politikaydı. Mimarın işi de henüz Özal ertesi liberal açılımların gerçekleşmediği içe dönük bir ekonomi dünyasında devletçe açılan, okul, hastane ve devlet dairesi yarışmalarının çizilmesiydi. Türkiyeli sermaye henüz gayrimenkule, yapı malzemesine yatırım yapıp mimara iş ve teknik servis veremiyor, çizdiklerini inşa etmiyordu.

Öte yandan da sanal iletişimin olmadığı ve Mimarlar Odası’nın farklı ilişki ağı ve kuşakları buluşturan yegane odak olduğu bir ortamda Oda yönetimleri sol siyasal eğilimlerin rekabetiyle belirlenirken, mimarlar arasında solun seyircisi olmaktan bıkkınlığın ifadesini “işimize bakalım!”da bulmuş bir huzursuzluk da epeyce yaygındı. Bu rahatsızlık sonradan dışarıdan “yarışmacılar” diye adlandırdığımız bir çekirdek kadroyla yönetime de aday oldu hatta yönetti.

İşte bu ikilemler içinde okullarını yeni bitirmiş yolunu arayan genç bir Ankara-İstanbul karışımı grup olarak darbe ertesinin baskı ortamında içinde çalıştığımız Oda yönetiminin yayın etkinliklerine ağırlık koyarak tıkanıklıkları aşmaya koyulmuştuk. Bu aynı zamanda o köhnediği aşikar “mimar konuşmaz/yazmaz, çizer/inşa eder!” anlayışına kuram ve entelektüel birikim aracılığıyla direnme arayışıydı. Mali darlık nedeniyle 70’lerde her sayısı birer kitap hacmiyle çıkmış Mimarlık dergisinin boyutlarını iyice küçülterek koyulduk işe, Mimarlığı sol siyasetten uzaklaştırmanın karşısına; köhnemiş zihniyetlerden uzaklaştırmayı koymuştuk bir bakıma. Bu aynı zamanda, esas olarak değişimden yana olan solun yenilenmesi için de bir fırsat gibi gözüküyordu.

İşte, şimdi; otuz yıl aradan sonra geriye bakınca arşivlerden bulup çıkarılmış yazının ve artık yitirdiğimiz Umberto Eco aracılığıyla başvurulan göstergebilimin, mimarlığı sorgulama ertesinde kabullenilecek bir tasarım ve inşaat pratiğine çekme arayışının belirtik bir ifadesi olduğu anlaşılıyor.

Otuz yılda ne çok şey değişmiş Umberto Eco vefatı öncesinde “yeni kitap yayınladığımda da ‘Gülün Adı’nın satışı artıyor.” diyerek. O zamanların ertesinde de yorumculuktan yazarlığa attığı ilk adımın kendi önündeki engel haline gelişini kestirmeden ifade etmiş.

Zamanındaki kuramsal içerikli başyapıtı “Açık Yapıt” dahil hiç kitabı çevrilmemişti daha. Artık yazdıklarına Türkçe’de de kolayca ulaşılıyor.

Sadece global ölçekli ilişkiler değil, mimarlığın alımlanışı ve pozisyonlarından, yayın piyasasına Umberto Eco’nun kendisine ve bizlere kadar nasıl da hiçbir şey yerli-yerinde kalmayıp tamamen değişmiş. Üç on yıldan değil yüzyıldan bahsediyorum sanki… Arkitera’nın bulup çıkarttığı çevirimin/yazımın çağrıştırdıklarını paylaşmak istedim.

Bitirmeden yazı üzerine de birkaç şey de söylenmeli. Eco’nun sütun “eleştirisi” demişim başlığında, “yorumu” yerine. okulların mimarlık stüdyolarında hocaların müdahalesine “tashih”(düzeltme); denirdi hala. O zamanki çabalarımızdan da tamamen bağımsız olmayan şekilde artık “kritik”(eleştiri) deniyor. Öte yandan eleştiri de bir işin problemli taraflarının dökümünden ziyade bir bağlama yerleştirmek anlamına geliyor.

Eco’ya gelince zihniyet yapılarını çözümlemiş bir dil ve göstergeler kuramcısı edebiyatın içine girerek yazarlaşıp hikaye anlatmaya alışınca o zihin yapılarının gerçek hikayelerini yani tarihlerini de yazmaya başladı. Güzellikle yetinemeyecek denli iddialı olunca hızını alamayıp çirkinliği de yazdı.

Mimarlık Dergisi 211 No’lu sayısında yayınlanan yazılar (Sene: 1985, Yıl: 23, Sayı: 1)

eco’nun sütun eleştirisi üzerine (Sayfa: 19-20)

sütun (Sayfa: 20-25)

Etiketler

3 yorum

  • ihsan-bilgin says:

    Bu kadar çok ve geniş açılı yorumla tek tek başa çıkmak zor, iyisi mi hepsine değinmeye çalışarak tek seferde söyleyeyim.

    Önce şu: güncel tartışmalardan habersizdim bu vesileyle farkına vardım.

    Diğeri: Arkitera’nın konusu da Oda değil, Umberto Eco’nun kaybı idi. Eco’nun çevirisi ve tanıtımı Oda’nın dergisinde yayınlandığı için konu oraya geldi. Sonra sırasıyla mimarın işi, Oda ve göstergebilim.

    Zaten benim esas vurgum da Oda’nın hikayesinden ziyade mimarların uğraş alanlarındaki değişimdi ve bürolarda ufak-tefek işler ve devlet yarışmaları dışında inşaat ve malzeme sektörleriyle şimdiki gibi içli-dışlı olmayı gerektiren iş ilişkileri de yoktu. Bu nedenle sayıları zaten az olan okul kütüphanelerinin de vazgeçilmez kaynağı Alman “wettbewerbe” [yarışma] dergisiydi ve okul projelerinin rol modelleri de aktüel binalar değil, yarışma projeleriydi. Zaten dünyanın aktüel binalarından günü gününe haberimiz de olmazdı. Zaten Uzakdoğu’nun iyice çığırından çıkardığı üç boyutlu şirket logosu ikon bina müsrifliği de daha ufukta bile gözükmemiş, mimarlar kırmızı-halı, yeşil-saha yıldızlarıyla aşık atmaya kalkışmamıştı.

    Madem açıldı Oda’dan bahsetmemek de olmaz. İstanbul Şube o zaman Gümüşsuyu’nda bir apartman dairesi olmasına rağmen, İstanbul’un okulları İTÜ, Akademi ve Yıldız’ın mimarlık içinde de sol siyasete parallel alternatif siyasa ve fikir arayan arayan öğrencileri buluşturan yerdi. Bugünün sergi, toplantı, manzaralı teras imkanlarıyla kıyaslanınca anlaşılacak bir fark üstelik bugün, sosyal medyayı paranteze alsak bile çok daha geniş sivil/gönüllü, sosyal ağlar kurma imkanları var. Bizden hemen sonraki kuşak yılda bir başka okulda örgütlenen mimarlık öğrencileri buluşmasını başlatmıştı,yakın zamana kadar da vardı. Paradoksal şekilde öğrenci ve gençlerin birarada bulunmak için Oda’ya daha az ihtiyaçları kaldığı bir sırada Oda’nın (en azından İstanbul Şube’nin olanakları genişlemiş oldu. Ama bu, İstanbul’un tüm mimarlarını bünyesine toplamış sağlam mali kaynakları da olan bir kurumdan beklentilerin olmayacağı anlamına gelmez, yeni koşulların yeni ihtiyaçlarına yanıt vermek Oda yönetimlerinin görevidir.

    Oda yönetimleri Oda’nın doğasında varolan şu yapısal çelişkiyi günün koşullarını gözeterek iyi yönetmelidirler:

    Oda, bizden de önceki kuşağın meslek üyelerini devlet, piyasa ve toplum karşısında yalnız ve aciz bırakmamak üzere cansiperane bir mücadeleyle kurduğu bir örgüt olmakla birlikte, temelde şu iç çelişkiyi de barındırıyor;bizi devletpiyasa ve toplumun dolaysız baskı ve müdahalelerinden koruyup özerkleştiriyor ama öte yandan da üyeleriyle ilişkisi ikircikli;yani gönüllü bir örgütlenme değil,üyeliği kanunla zorunlu kılınmış korporatist nitelikte bir örgütlenme. Öte yandan da yönetimine dışarıdan kimsenin karışamaması bakımından da özerk ve sivil; İsteyen herkes koşulsuzca yönetmeye talip olup tercih ettiği şekilde yönetebiliyor. Sanırım kuşaklar ve anlayışlardan da bağımsız o yaptırıma dayalı resmi yüzüyle gönüllülüğe dayalı sivil ve açık yüzü arasındaki çelişkinin yeniden-üretimi buyinelenen çelişkiler. Yeni kuşaklar doğası gereği kendilerinden önce belirlenmiş statükodan tedirgin olup onu değiştirmek isterken o sivil ve açık yanına yatırım yapıyor,eskiler ise içinde şekillenip kısmen de şekillendirdikleri statükoyu pekiştirmeye yatkın olurken yaptırımlara dayalı resmi tarafına tutunuyorlar. Bu döngüyü kırmanın yolu, yeni kuşakları statükoya ikna etmekten değil, statükoya yenilenmenin kaçınılmazlığını hatırlatmaktan geçiyor.

    Göstergebilime de haksızlık etmeyip değineyim: 60’lar Avrupası’nın baskın entellektüel eğilimi Paris kaynaklı eksistansiyalizm idi. Varoluşçuluk öncüsü J.P.Sartre’nin de yatkınlığıyla Marksizmle barışık bir siyasal pozisyon alarak varetmişti kendini.

    Etnolog C.Lewi-Strauss, Ferdinand de Seassure’nin dilbilim kuramından hareketle yapısal temelli düşünceyi antropolojinin konusu soyu tükenmiş toplulukların analizine taşırken Roland Barthes edebiyatın da ötesine, dil-dışı işaretlerin bilimi göstergebilimin inşasına koyulunca yapı çözümlemesi; 60’lardan itibaren açıkça polemiğe de girerek varoluşçuluğun rakibi bir entellektüel çekim alanına dönüştü. Marksizmin tarihsel-maddeci hamuru dilde ve topluluklardaki değişime dirençli yapıları sindirmekte zorlandığından hep sorunlu bir ilişkileri oldu. O kadar ki FKP’nin muhalif kuramcısı L. Althusser, sonradan ilk kitaplarındaki yapısalcılık ağırlığını özeleştiri konusu yapacaktı. Yapısalcılığın varoluşçuluğa ve Marksizme eitirazı esas olarak öznellikle ve akışı değiştirilebilir tarihsel belirlenimcilik eğilimleriyle ilgiliydi, onlar da yapısalcılıkta akıl temelli düşüncenin tüm zaaflarının yanı sıra teslimiyetçiliğe rızanın zeminini görüyorlardı. Yapısalcılığın Türkiye’deki adresi Tahsin Yücel, Berke Vardar çevresindeki İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi/Fransız Dili-Edebiyatı odaklı bir akademik çevreyle sınırlıydı.Adnan Benk liderliğindeki Eleştiri dergisi de akımın süreli yayın temsilcisiydi. Marksizm’in entellektüel soluğu Birikim dergisi yapısalcılığı da vazife edinip özel-sayılaştırmıştı. Göstergebilim ve yapısalcılığın mimarlıkdaki akademik adresi de hala Atilla Yücel’dir.

    “50 yıllık küslük”e gelince:
    Tam da barışa ve uzlaşmaya dünyada ve Türkiye’de ihtiyacın had safhada olduğu bir dönemeçte bir de böyle mikro-husumetler yeniden-üretilmese… Oda pratiğinde bunun yolunun, yönetimlerin yüzlerini Oda’nın hukuki yaptırımlar dünyasından yani resmiyetten,gönüllülük esaslı sivil tarafına çevirmeleriyle mümkün olacağı kanısındayım.

    İhsan Bilgin

  • cem-yildirim says:

    Her şey güzel de, yukarıda resmi paylaşılan Umberto Eco’nun Açık Yapıt kitabının kapağında neden Yelta Köm’ün resmi kullanılmış, onu anlamadım 🙂

  • ihsan-bilgin says:

    Farkında değildim, sınırsız görsel depolu dijital dünyanın oyunu olmuş. Sanırım Yelta’nın çehre benzerliğine atıfla yaptığı espriye takılmışım. Hard-copy yayıncılıkta böyle şeyler de ol[a]mazdı.

Bir yanıt yazın