Darlana

Bize tek yol sessizlik, güzel sanatsal ifadeyi alkışlamak ve "Tersane işi bana gelseydi ben de hayır demezdim" itirafıyla soslanmış "Aman kimseyle kötü olmayayım" özteskin mekanizmaları kalıyor.

“Bienal’i bu kadar mesele yapmak artık böyle sakızı çeke çeke uzatıp gevşetip yeniden çiğnemek. Tamamdır, salın, bırakın gitsin. Öef be.”

Bu bir tweet. Benim takip ettiğim bir mimar arkadaştan geldi. Yazanın ismi önemli değil, ya da amacım “Bak ne apolitik gençler var, x,y,z, ğ kuşağı işte” filan demek değil. Bu girdisi üzerine ben de bir şeyler yazıyorum, birbirimizi kırmadan tartışıyoruz onunla, katılmadığımı beyan ediyorum ve son cümleyi söylüyor;

“‘Ben’ artık ilgilenmiyorum, çünkü ilgilenilecek derinlikte bir iş olmadığını ve kafa mesaisine değmeyeceğini düşünüyorum.”

“Ben” kelimesini o tırnak içine almıştı. Arada sebebini sordum, “Muhatap cevap vermiyor ki” diyor. Aslında bir yönden haklı… Muhatap her eleştiriye cevap vermiyor. Sadece bir röportaj verdi o kadar.

Ancak genç arkadaş pek bir rahat yanılgı içinde. İlgilenilecek kadar derin bir iş bu. İş de, çıkış noktası da, dünyanın iki önemli noktasındaki tersaneler de onun tabiriyle “kafa mesaisine” değecek kadar önemli. O hürdür, isterse yazmaz, çizmez, düşünmez. Küçümser, ya da küçümsemez o onun bileceği iş.

Evet, bazıları yazmayı sevmez. Emre Arolat da “140 karakterle uğraşamam ben” diyor ama bu minvalde sıkı bir sunum yapıyor. Sunumunda “140 karaktere cevap vermiyorum, ilgilenmiyor ve takip etmiyorum” dediği sosyal medyayı endirekt de olsa oldukça sıkı takip ettiği ortaya çıkıyor ama konumuz o değil. Arolat “Kısa kısa yazmak yerine üzerine düşünmek ve öyle tartışmak gerekir bu işi” diyordu aslında ama biz 140 karakterde bazı konuları anlayabilen (ki bu bir yetenek olmadığı gibi Emre’nin yaptığı gibi küçümsenmesi doğru olmayan bir durumdur bana göre) zevat için gereklidir. Hayat artık bu tempoda ilerliyor.

Ertuğ Uçar’ın Arkitera’ya verdiği röportajın başlığı şöyle: “Bienaller Meselelerin Çözülebileceği Değil Tartışılabildiği Yerler”

Güzel başlık ve genelde sorular cevaplar yerli yerinde ama yine aynı konuşmada bir yerde, ip kopuyor;

Projenin tanıtılmasıysa, işveren de şunu diyor “projeyi belirli bir seviyeye getirene kadar ortaya çıkmasınıistemiyorum,” kaldı ki daha onaylar alınmamış, başvurular yapılmamış, bu da onun hakkı değil mi?

Doğru, onun hakkı. Onaylar alınmamış, başvurular yapılmamış, emsaller filan daha belirlenmemiş gibi gibi meseleler var. Fakat onun ortaya çıkmasını istememe hakkı varsa bizim de ortaya çıkmasını isteme hakkımız var. Burası tersane yahu, çölde bozkırda unutulmuş bir genişleme sahası değil.

Bienalin yapıldığı yere, bu şekilde, yatırımcı istemiyor hakkıdır diye “belirli bir seviyeye getirene kadar” projeyi ortaya çıkartma, gizli tut da bak ne oluyor. İtalya’da böyle bir şey yapılabilir mi? Neden Türkiye’de böyle bir hak var? Neler oluyor?

Tamam, şöyle düşünelim. Hem de iki adet güzel yazıya referans vereceğim. İlki kıskanılacak kadar güzel yazı yazan biri Nevzat Sayın’a. Yazıyı genel olarak beğendim ama satır aralarındaki ufak tefek göndermelere takıldım. Burak ve Sinan sonra Arman bunları benimle beraber ortaya koydular.

Avaz avaz bağıranların yanında, görkemli ve sakin kısık sesle bir öneri getirmek hoş bir şey tabii. Hatta tercih edilmeli. Ülke hiç olmadığı kadar kutuplaştı ve her kesim diğerini bağırarak bastırmaya çabalıyorken daha da değerli bizim için.

Yine de bu “O KADAR DA” bağımsız enstalasyon değil. Venedik’te eski tersane olan yere, içinde bulunduğu halde İstanbul’a dışarıdan bir iple bağlayan hali var. Her ne kadar Haliç, burası kadar korunmuş olmasa da bağlam çok çok kuvvetli.

Şimdi bir İtalyan arkadaşınızla bu pavyonu geziyorsunuz. Onun da sizin de görüşleriniz var, hatta TR pavyonu küratörlerinden birinin meselelerin çözümleneceği değil tartışılacağı bir yer diye beyan ettiğini söylediniz ona. O da hak verdi. Fakat sonra seçici kuruldan birinin, İstanbul’da Haliç’te yapılan projenin müelliflerinden olduğu halde, orada neler yapılacağıyla bu işin bir ilgisi olmadığını yazdığını ettiğini söylediniz. Şaşırdı. “İki ayrı mekânın bağlanmasını konu eden bir sunumda, diğer tarafın akıbetini yok mu sayıyor seçici kurul üyesi?” diye sordu. Siz de “evet” dediniz. Sonra o şaşırarak bir daha sordu, “neden sorgulamıyorsunuz o zaman?” diye. Cevap?

Sonra Haydar Karabey kısa ve daha vurucu bir yazı yazdı. O kadar kısa yazamadığım için kusuruma bakmayın. Onu da beğendim. Beğenince millet de bana kızdı her yazılanı beğeniyorsun diye. Neyse. Camilerle ilgili biriyim, bilen bilir. Devamlı sitem ettiğim, sitem bile var camiler üzerine. 1000 kişilik cami hem de karşısında Tarihi Yarımada var, Süleymaniye var, Yeni Camii var, Sultanahmet var, Ayasofya var ve hatta Rüstempaşa Camii var. Şimdi merak etmez miyiz o camiyi. Yatırımcının belirli bir seviyeye getirmesi lazım değil mi en azından bu caminin durumunu öğrenmek için. “Oraya cami gerekli mi?” diye soramıyoruz. O camiyi hangi mimari grubun tasarladığını bile bilmiyoruz. Bu kadar ayıp bir şey mi bunu sormak? İşte o zaman Haydar Karabey üç satırla işte “Bienal senin neyine” der, öyle cevapsız kalırız işte.

Şu Hakan Kıran var ya, hani kibar mimar, kibar kibar, çizen, sunan mimar, hani şu Haliç’e herkese inat o çirkin taşıyıcılı köprüyü yapan… Kadir Topbaş da inadına o köprüyü yabancı kurumlarla kavga ede yaptırdı ya hani bir de ortasında durak var… Şimdi de Kabataş’a Martı filan yapıyor. Elim gitmiyor ki linki açayım projenin görsellerine bakayım. O kadar uzak kalmak istiyorum. Tam tersine bu bienalle ve tersaneyle ilgili bir konu oldu mu, ilgileniyor ve anlamaya çalışıyorum. Şimdi Hakan Kıran’ın işi diye haber gelince ne çıkacağını az çok biliyoruz. Peki ya Teğet? Diğerleri. Bir de bienal var ortada, Türkiye pavyonu var. Gideceğiz göreceğiz de hiç mi bir şey demeyeceğiz.

Herkes çok dikkatli. Kimse kimseyi kırmak istemiyor vallahi. Küratörler sevdiğimiz kişiler ama yatırımcının hakkını çok sıkı hem de çok çok sıkı koruyorlar. Belki de bir sözleşme maddesidir ne bileyim. O kadar koruyorlar ki onların hakkı var, biz meraklı mimarların pek yok. Pavyondaki iş sadece fotoğraflarla bile ben güzelim, farklıyım diyor. İnsanın işi gücü bırakıp, ilk uçakla gidesi geliyor. Hatta abartayım biraz, belki de eleştirenlerin çoğunun altından kalkamayacağı bir güzellikte (Ben kalkamazdım).

Konu da çok iyi. Fakat meseleleri çözmek yeri değil tartışma yeri derken, sessiz sakin ve görkem var diye “çokluk” tan biri mi olalım. Ya da aman “kıskanıyor işte millet” denmesin diye tartışmayalım mı. Sessiz sakin bir görkemle “çokluk” konusuna gelip, istesek de istemesek de aynı masaya oturmak ve ortak bir akıl üretmek noktasına gelelim de (Sayın’ın cümlesi) o akıl üretimini nasıl sessiz yapalım, onu çözemiyorum.

Kalkıp diyorlar ki seçici kuruldayız, bununla diğer işin ilgisi yok. Venedik Bienali işi başka, İstanbul tersanesindeki güncel tasarım ve proje işi başka çalışma. Böyle bir örtüştürmeyi saçmalama olarak bile nitelendiremeyeceğim (Çok talihsiz bir açıklama diyeceğim ama beyanatların şans oyunlarıyla ne ilgilisi var onu da bilmiyorum).

Diyelim ki bu küratörler hiç teklif vermediler, ben verdim, Uğur Tanyeli’nin üyesi olduğu seçici kurul benim sunumumu beğendiler ve bana verdiler bu işi. Benim de aklıma iki tersaneyi bağlamak gibi süper bir fikir geldi. Sessiz sakin bir görkem yaratmak için işe koyuldum ve enstalasyonun parçalarını toplamak için tersane alanına girebiliyor muyum? Hayır.

Nasıl ayıralım peki?

Bu konuda birinin yazdığını beğensen suç, diyorlar ki “mizansen bu eleştiriler, sen de çanak tutuyorsun.” Beğenmesen cevap yazsan “çok karışıyorsun” diyorlar… Sıkıca eleştirsen “kedi ulaşamadığı ciğere murdar der” oluyor. Bize tek yol sessizlik, güzel sanatsal ifadeyi alkışlamak ve “Tersane işi bana gelseydi ben de hayır demezdim” itirafıyla soslanmış “Aman kimseyle kötü olmayayım” özteskin mekanizmaları kalıyor.

Etiketler

4 yorum

Bir yanıt yazın