Abartma, Yükleme, Kasılma: Mimarlığın Anlam Takıntısı Üzerine

Ömer Faruk Karatepe bu yazısında, günümüzde mimarlığa atfedilen anlamları ve mimarlığın rolünü irdeliyor.

Son zamanlarda mimarlık üzerine düşünürken içimde büyüyen bir rahatsızlık var. Adını koymak zor ama hissetmesi kolay bir şey. Bu rahatsızlık, mimarlık eğitiminin ve pratiğinin içine yerleşmiş bir “aşırı anlam yükleme” hâliyle ilgili. Her şeyi ama her şeyi kavramsallaştırma, kuramsallaştırma, entelektüel bir çerçeveye oturtma çabası. Sanki bir yapı sadece güzel olduğu, işe yaradığı, iyi hissettirdiği için değil; mutlaka derin bir anlam taşıdığı için var olabilirmiş gibi.

Ama bazı şeyler sadece oldukları için güzeldir.
Bir pencere açıklığı.
Yere düşen ışık.
Gölgenin sabahki haliyle akşamki hali arasındaki fark.
Ya da sadece bir duvar. Belki sadece bir nefeslik açıklık.

Biz bunlara kavramlar, metaforlar, anlatılar, temsiller yüklemeye çalıştıkça, onların varoluşundaki yalın anlamı kaybediyoruz. Ve garip bir şekilde, her şeye anlam yüklemeye çalışmak, en baştaki o doğal anlamı yok ediyor. Çünkü anlamın fazlası da bir tür körlük yaratıyor.

Mimarlık Eğitimi Bir Performansa mı Dönüştü?

Türkiye’deki mimarlık okullarında bu mesele daha da yoğun yaşanıyor. Öğrencilere sürekli “daha kavramsal düşün”, “daha kuramsal temeller kur”, “daha anlatı geliştir” deniyor. Bu yüzden de çoğu öğrenci, ayağı yere basan bir proje yerine, içinde sayısız fikir kırıntısı olan ama mekânla çok az ilişkisi bulunan kurgular üretmeye başlıyor.

Kurgu çok. Düşünce çok. Ama dokunamıyorsun. Hissedemiyorsun. Gerçek değil çünkü.

Sanki her şey bir temsil olmalı. Sanki her proje dünyayı değiştirmek zorundaymış gibi. Sanki mimar olmak, her şeyin anlamını çözen, her şeye cevap veren bir kimliğe bürünmekmiş gibi. Ama mimarlık bazen sadece iyi yerleştirilmiş bir açıklıktır. Bazen sadece yaşanası bir boşluktur. Bazen sadece birinin gölgesine oturabileceği bir duvardır.

Mimarın Rolü Büyü Yapmak Değil, Büyüyü Görmektir.

Dünyayı büyülü hale getirmeye çalışmak, onun zaten büyülü olduğunu unutmak gibi geliyor bana. Mimarlığın büyü yapan bir meslek olduğunu düşünmek tuhaf bir kibir de taşıyor. O yapı yapılmazsa dünya eksik kalacakmış gibi. O anlatı kurulmazsa kimse bir şey hissetmeyecekmiş gibi. Ama bu, dünyaya karşı bir tür güvensizlik aslında.

Dünya zaten yeterince derin.
Zaten yeterince etkileyici.
Zaten anlamlı.

Mimar, o büyüyü görmekle yetinebilir. Hatta belki sadece görmesi yeterlidir. Bazen fazla düşünmek, fazla anlatmak, fazla yüklenmek, fazlalığın kendisi haline geliyor. Oysa güzel olan şey çoğu zaman yalın olandır. Fazla kasmadan, fazla açıklamadan, fazla göstermeden.

Biraz Az, Biraz Sessiz, Biraz Gerçek

Şunu fark ettim: Mimarlığı entelektüelleştirmekle, onu entelektüel bir gösteriye dönüştürmek arasında ince ama önemli bir fark var. İlki düşünmeye, ikincisi gösterişe hizmet ediyor.

Artık kendime şu soruyu soruyorum:

Bu bina neden böyle?
Gerçekten böyle olması mı gerekiyordu?
Yoksa sadece “iyi görünüyor” diye mi böyle?
Yoksa bana “zekice bir fikir” izlenimi vermesi mi gerekiyor?

Bazen sadece “iyi hissettiriyor” demek yeterli değil mi?
Belki mimarlığın da, hayatın da biraz buna ihtiyacı var.

Son Söz

Her şeyi fazla abartma.
Her şeyi fazla anlamlandırma.
Fazla entelektüelize etme.
Zaten var olan şey, zaten güzel.

Mimarlık her zaman bir cevap olmak zorunda değil.
Bazen sadece iyi bir eşlikçi olması yeterli.
Ve belki de bu, mimarlığın gerçek anlamı.

Etiketler

Bir yanıt yazın