19. Yüzyılda Salgın Hastalıklar Kentleri Nasıl Şekillendirdi? (I)

Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıktığı bilinen yeni tip koronovirüs, kısa sürede tüm dünyaya yayılarak bir pandemiye dönüştü. Öte tarafta, dünya dört bir yandaki depremlerle beşik gibi sallanırken apokaliptik senaryolar da baş göstermeye başladı. İnsan faaliyetinin ve “gelişme”nin afet mefhumuna karşı mukavemetinde yeni bir eşikte duruyor gibiyiz.

Deprem, yangın, sel gibi doğal afetlerin fiziksel mekânı direk çarpan ve dağıtan etkileri nedeniyle kentleri şekillendirdikleri fikrine, bunun üzerine geliştirilen kent ve mimarlık tarihi yazınına aşinayız. Bu literatür içinde çok az çalışma salgın afetlerinin kentleşme dinamiklerini nasıl etkilediğine odaklanıyor. Oysa tıpkı doğal afetler gibi, salgın afetleri de kent yönetimini ve mekân üretimini derinden etkiliyor.

Gündemi dikkate alarak hazırladığım yazı dizisinde 19. yüzyılda kolera ataklarının neden olduğu küresel kent yönetimi dönüşümünü birkaç başlık altında tartışmaya açmak istiyorum. Yazı dizisiyle niyetim yalnızca tarihe ilişkin hatırlatmalar yapmak değil. Daha ziyade bir tecrübeyi aktarmak, devamlılıkların altını çizmek, yalnızca doğal afetlerle ilişkilendirilen mekân üretiminin salgın hastalıkları dikkate alması gerektiğini vurgulamak.

Bu yazıda ise salgının direk hedef aldığı coğrafi hareketlilikleri, dolayısıyla ortaya çıkan ayrımcılığa dayalı üst ölçek sosyal-mekansal ayrışmayı tartışmaya açacağım.

Beden coğrafyaya dönüştüğünde

Oxford Epidemioloji Sözlüğü’nde, epidemi “bir topluluk ya da bölgede meydana gelen hastalık durumu” olarak açıklanıyor. Yine aynı sözlükte pandemi terimi ise, “dünya çapında, oldukça geniş bir alanda, uluslararası sınırları aşan salgın” şeklinde tanımlanır. Bu iki tıp teriminin doğrudan mekânı ve coğrafyayı işaret eden açılımları, küresel, yerel, mahalli ölçeklerde mekân politikalarını derinden etkileyen birtakım çelişkileri çağrıştırıyor olmalı. Nitekim bir salgının ortaya çıkması için mekânsal bir çerçeve, yayılımının durdurulabilmesi için ise bir dizi “somut ötesi” sınırlama getirilmelidir. Çünkü mikroorganizma duvar, sur gibi bildiğimiz fiziksel mekân sınırlayıcılarını tanımaz. Dolaşımla, insan bedeniyle, hayvan bedeniyle, suyla, rüzgarla taşınır. Bizatihi canlının kendisi ve canlıyı canlı tutan doğa bir anda insanlığın devamlılığına bir tehdit unsuru haline gelebilir. Bu durumda soru, tehdide dönüşen “bedenin” coğrafyayla nasıl örtüşeceğidir. Çünkü hastalık durumunda beden coğrafyayla örtüştüğünde sosyal, sınıfsal ve etnisiteye dayalı bir takım ayrımları ve ayrımcılıkları ortaya çıkarma potansiyeline sahiptir.

19. yüzyılın büyük kısmında kentlerin salgınla mücadelesi, karantina uygulamaları, temiz havada vakit geçirmek, beslenmeye dikkat etmek ve çevreyi temiz tutmaya yönelik bir dizi önlemle sınırlıydı. Mikroorganizma henüz bulunmamıştı, dolayısıyla insanlık mücadele ettiği varlığı iyi tanımıyordu. Bu noktada toprak ve hava kirliliği vurgusunun önemine dikkat çekmek gerekir. Çünkü hastalığın büyük ölçüde “kokudan” yayıldığı düşünülüyordu.

Salgın atağında göçmen olmak…

19. yüzyıl boyunca kolera, altı defa pandemiye dönüştü ve dünyayı kırıp geçirdi. Osmanlı İstanbul’u ise salgınla 1831 yılında, henüz bildiğimiz anlamda bir sağlık ve belediye kurumsallaşması oluşmadan tanıştı (İlk modern belediye kurumsallaşması 1857’de gerçekleşti). Dünya da kolerayı tanımıyor, üstelik Osmanlı’da olduğu gibi kentler yeni yönetim ve mekânsal sistemlerini bulmak için kıvranıyordu. Bu nedenle koleraya karşı geliştirilen önlem ve politikaların temeli tartışmalı karantina uygulamalarına dayanıyor; küresel insan ve mal akışında kısıtlamalar yaşanıyordu. Kolera Hindistan’daki Ganj nehri kıyılarından dünyaya yayılması, Doğu olarak nitelendirilen coğrafyanın modernleşme ile birlikte keskin sınırlarla ayrıştırılmasında meşrulaştırıcı bir argüman olarak kullanılıyordu.

Şüphesiz dünyanın salgın hastalıklarla amansız mücadelesi 19. yüzyılda başlamadı. Veba başta olmak üzere pek çok salgın tarih boyunca kentleri şekillendirdi. Ancak yine de 19. yüzyılı özgün kılan birkaç nokta var. Kentsel mekân açısından baktığımızda bunlardan belki en önemlisi, daha önceki yüzyıllardaki -endüstri devrimi gibi- gelişen paradigma değişiminin büyük oranda özellikle 19. yüzyılda kentsel mekânda sistemleşmesidir. Salgınların da bu sistemleşmede payı büyüktür.

Bildiğimiz üzere, kırdan kente artan göç, kent yönetimi kapasitesini zorluyordu. Küresel dolaşımın artması kentlerde yeni ayrışım kümeleri oluşturuyor ve topluluklar arası çatışma yeni boyutlar kazanıyordu. Bu noktada, koleraya karşı geliştirilen önlemlere eşlik eden coğrafi söylemlerin yeni küresel sınırlar çizdiğini, bu küresel sınırların ise özellikle göçmen bedenleri üzerinden kentsel mekânda yeni bir toplumsal-mekânsal ayrışma kutbu oluşturduğunu söylemek mümkün.

Puck Karikatürü

Yukarıdaki 1883 tarihli Puck karikatürü, yüzyıl sonunda, bu ayrımın ne kadar keskinleştiğini gözler önüne seriyor.[1] Karikatür görselinin altında şu cümle yer alıyor: Kabul etmeyi göze alamayacağımız türden göçmen [The kind of assisted emigrant we cannot effort the admit]. Azrail olarak görselleştirilen salgın imgesinin peştemal giyip, fes taktığını ve net bir şekilde oryantalist doğu temsiline sahip olduğunu görüyoruz. Sahilden yaklaşan salda ise New York sağlık komisyonu ellerinde hidrolik asitlerle bekliyor.

Salgının ortaya çıktığı yüzyıl başından yüzyıl sonuna kadar düzenli aralıklarla gerçekleştirilen Dünya Sağlık Konferansları’nda yürütülen tartışmaların bilimsel vaka analizlerinden çok ülkelerin sınırları çizme motivasyonu içerdiğini söylemek bu anlamda iddialı olmaz. Valeska Huber’in 19. yüzyıl Dünya Sağlık Konferansları’nı incelediği makalesi bu tartışmaları sorunsallaştıran ilginç bir kaynaktır. Ülkelerden bir diplomat, bir bilim insanının temsil edildiği bu toplantılarda, koleradan en çok etkilenen bölge Ortadoğu olmasına rağmen yeterince temsil edilmemesi, katılımcı ülkelerin yoğunluklu Avrupa ülkeleri olması bu tartışmanın temelini oluşturuyor. Toplantılarda tartışılan konular da genellikle Avrupa’yı salgından korumaya odaklanıyordu. [2] Aylar süren toplantılar, tüm insanlığa bir kurtuluş yolu aramaktan çok, yeni güç dengelerinin kurulduğu hegemonik çekişmelerle şekilleniyordu.

Edmunt Charles Wendt, Asya Kolerasına İlişkin Bir Tez, 1885 Aktaran: Valeska Huber, “Unification of the Globe by Disease? The International Sanitary Conferences on Cholera, 1851-1894”, Historical Journal 49/2 (2006)

1866’da İstanbul’da düzenlenen Dünya Sağlık Konferansları’nın üçüncüsü, bu hegemonik çekişmelerin zirve yaptığı etkinliklerden biridir.

İstanbul’da Dünya Sağlık Konferansı görseli. Osmanlı bürokratlarından Ali Paşa’nın Dünya Sağlık Konferansı başlangıç seramonisi için Galatasaray Lisesi kapısından girişi Kaynak: Vahdettin Engin, “Galatasaray Mekteb-i Sultanisi”, Journal of History and Civilization 35 (1997)

Avusturya, Fransa, Belçika, Danimarka, İspanya, Vatikan, Amerika, İngiltere, Yunanistan, Hollanda, Portekiz, Prusya, İsveç, Norveç, Rusya, İran ve Osmanlı temsilcilerinin katıldığı toplantıda ana başlık Hac hareketliliğinin salgını yayma potansiyeliydi. Hacıların Mısır’ı geçmesiyle salgının Avrupa’ya yaygınlaşmasının kolaylaşacağı bu nedenle hacıların çölde bırakılması gibi insanlık dışı öneriler hararetli tartışmalara neden olmuştu. [3] Dolayısıyla pandemi tehdidinde dolaşım halinde olan bedeni, jeopolitik çekişme içinde refakatsiz ölüme terk etme niyeti ve iradesi, ne yazık ki bugün olduğu gibi 19. yüzyılda da kendini gösteriyordu.

Güçlü bir ayağı küresel hareketlilik olan bu tartışmaların ve üretilen söylemin kentsel mekândaki tezahürü göçmen ve yoksul mahallelerin potansiyel “hastalık” merkezleri olarak görülmesine de neden oluyordu. Ortaya çıkan sosyal-mekânsal ayrışmanın Osmanlı İstanbulu’ndaki tecrübesi, Dr. Mongeri’nin kolera haritası, kolera kaynağı olarak işçi mahalleleri üzerine Osmanlı basınındaki tartışmalar bu yazı dizisinin bir sonraki bölümünün konusu olacak.

Son olarak…

Yukarıda bir kısmını anlatmaya başladığım tecrübeden salgınların yalnızca tıp biliminin değil, küreselden sokak ölçeğine mekân çalışmalarının ve üretiminin de sorumluluğunda olduğunu vurgulamaya çalışıyorum. Hiçbir tarihsel dönemin aynısı ya da benzerini yaşamıyoruz. Öte yandan dünya pandemiyi ilk defa tecrübe etmiyor. Dolayısıyla doğru dersleri çıkarmak ve bireysel önlemler almaya devam ederken bu mecranın muhatabı olduğu mekânsal pratikleri kolektif olarak sorgulamak, kanımca, önemli bir başlangıç noktası.

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin sınır kapılarını “açmasıyla” başlayan sınıra sıkışan göçmen krizi, salgınla birleştiğinde yeni bir sınır söylemi ve pratiği kuruyor. Bu açık olan. Sorgulanmayı bekleyen noktalar ise; halihazırda politika ve pratik hattının çöktüğüne net bir şekilde tanık olduğumuz küresel kurumların bu mekânsal çekişmede nasıl bir tutum alacağı ve nasıl bir söylem geliştireceği. Devamında yavaş yavaş biriken kent içi mekânsal sınırlarla nasıl başa çıkacağımız…

Kaynaklar:

Gizem Kıygı, “The Transformation of Beyoğlu Muslim Cemetery: Sanitazing, Beautifying and, Reproducing the Memory of the City”, Boğaziçi Üniversitesi (Yayınlanmamış yüksek lisans tezi), 2019.

[1] NOVA, History of Quarantine www.pbs.org/wgbh/nova/…

[2] Valeska Huber, “Unification of the Globe by Disease? The International Sanitary Conferences on Cholera, 1851-1894”, Historical Journal 49/2 (2006)

[3] Bu tartışmalar hakkında daha detaylı okumalar yapmak isteyenler için önereceğim iki kaynak:

Nermin Ersoy, Yüksel Güngör and Aslıhan Akpınar, “International Sanitary Conferences from the Ottoman Perspective (1851-1938)”, Hygiea Internationalis: An Interdisciplinary Journal for the History of Public Health, 1 (2011)

Orhan Koloğlu, “Osmanlı Basınında Kolera Salgını, İstanbul Sağlık Konferansı ve Mirza Malkom Han”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, 2 (2005)

Etiketler

1 Yorum

  • Zuhal Nakay says:

    Merhaba Gizem Hanım,
    Öncelikle yazınız için kaleminize sağlık, çok önemli bir konuyu ele almışsınız. İkincisi olarak, yazınızın benim önceki yazım olan “Mimarlar Odasına %10 Yetiyor Olmalı” gibi cep formatında sola doğru biraz küçülmüş olarak çıkıyor. Bunun nedeni de verdiğiniz “www.pbs.org/wgbh/nova/typhoid/quarantine.html” içerikli linkin uzunluğu. Daha doğrusu açık link adresleri hep uzun olduğundan, cep formatında sağa doğru normal sayfa düzeninin dışına taşıyor ve yazıyı da sola doğru küçültüyorlar. Günümüzde de yazılar daha çok cepten okunduğundan, size bildirmek istedim. Yazıda veya yazının sonunda konunun başlığını verip “Ekle” menüsünden “Köprü” seçeneği ile link vermek sayfa düzenini koruyor. Büyük ihtimal zaten biliyorsunuzdur, ancak yine de diğer yazar arkadaşların da aynı sorunu yaşamamaları adına hatırlatmak istedim. Benim söz konusu yazımda okunma sayılarında da iki defa üst üste uzun süreli duraklama oldu, sanırım aynı teknik nedenle. Oysa linkleri kısa vererek bunu önlemek mümkün.
    Güzel yazılarda buluşmak dileğiyle.
    Sevgiler,
    Zuhal Nakay

Bir yanıt yazın