“Mimari Estetiğin Yanı Sıra Fiziksel Çevre ve Fonksiyon Bakımından İşleyen Binalar Yapmayı Öğretiyoruz”

İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Mimarlık Bölüm Başkanı Mehmet Oktay Cansun, Arkitera Kampüste projesi kapsamında sorularımızı cevapladı.

Arkitera: İlk sorumuz kent ve mimarlık ilişkisi üzerine. Mimarlık eğitiminin bulunduğunuz kentle ilişkisini nasıl kurarsınız?

Mehmet Oktay Cansun: Stüdyo projelerimizde kenti ele alıyoruz öğrencilerimizle birlikte. Proje grupları için her dönem İstanbul’un çeşitli bölgelerinde yer seçiyoruz, topografik haritalarını veriyoruz. Küçük bir ev projesinden başlayıp poliklinik, kültür evi, misafirhane, öğrenci yurdu, okul gibi geliştirerek projeler yaptırıyoruz. Dolayısıyla da projeleri için zaten İstanbul’u geziyor öğrenciler. Mesela bir sömestr bizim 650 dönüm civarındaki kampüs arazimizi seçtik. Buranın projeleri de şu anda hazır. Yavaş yavaş inşa edilecek. Henüz 300-320 kişilik yurt binalarımız tamamlandı. Mimarlığın da içinde bulunduğu Doğa Bilimleri ve Mühendislik Fakültesi’nin inşaatı ise bir buçuk, iki sene sonra başlayacak. Şehri tanıma, İstanbul’la bütünleşme dediğiniz zaman bir defa şöyle bir dersimiz var: “Dünya kenti İstanbul”. Dolayısıyla İstanbul’u, tarihsel geleceğini, toplumsal yapısını ve mimari açıdan gelişimini bu ders kapsamında inceliyoruz. Stüdyo projelerimizde ise Boğaz’da, Üsküdar kıyısında, Tarihi Yarımada’da, Adalar’da çalışıyoruz.

Toplamda kaç sınıfınız var?

Burası yeni bir mimarlık okulu, bu sene 3. senemiz. Her sınıfımızın kontenjanı 60 öğrenci ancak her sene kontenjanlarımız artıyor. Yatay ve dikey geçişlerle gelen öğrenciler ve yüksek lisansla birlikte toplamda 235 öğrencimiz var. Bu durumda kadromuz da genişleyerek 21 kişi oldu. Öğretim görevlisi kadromuz yeterli ancak seneye 4. sınıflarımız için kadromuzu daha da büyütmemiz gerekiyor.

İstanbul’un mimari eğitiminize katkıları nelerdir?

İstanbul’da mimarlık okumak bir avantaj. Neden? Çünkü geçmişi bilmezsen gelecek konusunda bir değerlendirme yapamazsın. Eee, bütün geçmiş burada, değil mi? Yani İstanbul tarihi eserlerle dolu. Tarihi Yarımada’da 2000 senelik eserler var, eski Doğu Roma’dan kalan eserler var, İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı’nın yaptığı eserler var. Dünyada başka böyle bir yer var mı ki? Modern binalar da var, yani hem tarih var burada hem modern var. Bunu görmek için şöyle bir çıkıp dolaşmak yeterli zaten.

Peki, eğitiminizin kente katkıları var mı?

Eğitimimizin şu anda bir katkısı olamaz. Ancak mezun olup diplomalarını aldıkları zaman ihtiyaç duydukları eğitimi biz burada veriyoruz. Örneğin, biliyorsunuz Marmara Bölgesi 1. derece deprem bölgesi. Bu yüzden eğitimlerimizde depreme dayanıklı yapılar için gerekli olan mühendislik eğitimine önem veriyoruz. Burada da kadromuz ağırlıklı olarak İTÜ’den geliyor. Aynı şekilde mekanlarda belirli konfor şartlarının sağlanması için Fiziksel Çevre Kontrolü dersimiz mevcut. Kısacası biz burada mimari estetiğin yanı sıra taşıyıcılık, fiziksel çevre ve fonksiyon bakımından işleyen binalar yapmayı öğretiyoruz.

Peki, mekan ve eğitim ilişkisi bakımından okulunuzdaki fiziksel mekanlar yeterli mi?

Mevcut mekanlarımız şu an için yeterli. Yeni inşaatlar yapılıyor. Seneye daha fazla alana, daha büyük metrekareye ihtiyacımız olacak. O zamana kadar da yeni inşaatlarımızın temeli atılmış olacak. Bu yapılar prefabrik ama gerekli konforu sağlıyor.

Daha özgürleştirici, daha yaratıcı çalışmalar için bu fiziksel mekanlarda nasıl bir iyileştirme yapılabilir sizce?

Şu anda rejeneratif mimari diye bir şey var. Biz buna yeni nesil mimarlık diyebiliriz. Bir araştırma görevlisi arkadaşımız doktorasını bunun üzerine yazmakta. Hem eskiyi yeni şartlara göre adapte etmek, hem de yeni tasarlanacak binaların da çağın şartlarına cevap verecek seviyede olması üzerine bir metot geliştirecek. O metot uygulama olarak okullarda ilköğretim ve lise düzeyinde eğitim yapıları içinde uygulanacak.

Peki, öğrencileriniz atölyelerden şu anda nasıl faydalanıyorlar?

Atölyelerimizi 24 saat kullanabiliyorlar. Ayrıca kütüphanemiz daha önce 5’te kapanıyordu onu akşam 10’a kadar uzattık. Ek olarak, projeleri olduğu zaman gerekli sınıfları açıp ihtiyaçlarını karşılıyoruz.

Etiketler

10 yorum

  • vehbi-arda says:

    Öncelikle İhsan Bilgin başta olmak üzere Arkitera Editörlerine bu yazı için teşekkür etmek gerekir. Son zamanlarda Türkiye mimarlık camiasında ve pratiğinde göremediğimiz, mimarlığın diğer disiplenler ile olan ilişkisini ve ilişkisinin gereklilğini göstermesi bakımından son derece kafa acıcı bir yazıydı. Ancak yazının en az Umberto Eco kısmı kadar değerli bir kısmı daha vardı:

    Yazı, belki de son aylarda gerek Arkitera’da gerek sosyal medyada genç mimarların Mimarlar Odası ile ilgili o veya bu sebeple memnuniyetsizliklerinin köklerinin, genç mimarların sandığından daha da gerilere gittiğini gösterir nitelikteydi. Hatta genç mimarların abilerine/ablarına diyemediğini iki kelime ile söylüyordu. ‘O ‘köhne zihniyetin’ geçmişini. Mimarlığın, mimarların hatta Umberto Eco’nun bile değiştiğini ancak Oda’nın hala kendini değiştirmediğini, değiştiremediğini. Hatta Oda’nın yayının bile değişemediğini. Hatta yazı, yarışmalar ve sosyo-politik haberlerden ileri geçip ‘Sutun’ yazısı ve eleştirisi’ gibi makalelerin yayınlandığı bir yayın okumayı beklemenin ne kadar çocukca olduğunu biz genç mimarlara hatırlattı.

    Ama yine de bugünlerde genç mimarların diline iyice dolanan o cümle ile bitirmek gerek:

    Lütfen anlaşalım artık, bitsin 50 yıllık küslük.

  • tutku-b2 says:

    Makale de yazı da müthiş olmuş. Genç mimarlar, bu durumu abartıyor diye düşünüyordum ancak cumartesi günü Studio X’te ‘Mimarın Soluğu’ mülakatındaki kalabalığı görünce, gençlerin farklı birşey aradığını, onların abilerinden/ ablalarından farklı entellektüel bir çizgi üzerinde olduğunu gördüm. Çok da mutlu oldum. Haftasonu yaşanan manzara Vehbi Bey’i destekler mahiyetteydi. Keşke mülakatta odadan birileri olsaydı ve yaşanan manzarayı görseydi.

  • nazan-11 says:

    Yorumlarda göstergebilim, yapısalcılık tartışılması beklenirken Mimarlar Odası tartışılıyor. Yazının keyfini bile çıkaramıyoruz. Bir meslek kuruluşu mesleğine başka ne türlü bir kötülük yapabilir bilemiyorum.

  • kerim-uysal says:

    Olay bu açıdan olmasa da farklı bir açıdan birkaç ay önce dile getirildi ve tartışıldı. Hatta en çok okunan, yorumlanan ve tartışılan yazılardan biri oldu. Ardından değişen birşey olup olmadığı ise süpheli:

    Yazıyı merak edenler:
    http://bit.ly/1S0H68u

  • ihsan-bilgin says:

    Bu kadar çok ve geniş açılı yorumla tek tek başa çıkmak zor, iyisi mi hepsine değinmeye çalışarak tek seferde söyleyeyim.

    Önce şu: güncel tartışmalardan habersizdim bu vesileyle farkına vardım.

    Diğeri: Arkitera’nın konusu da Oda değil, Umberto Eco’nun kaybı idi. Eco’nun çevirisi ve tanıtımı Oda’nın dergisinde yayınlandığı için konu oraya geldi. Sonra sırasıyla mimarın işi, Oda ve göstergebilim.

    Zaten benim esas vurgum da Oda’nın hikayesinden ziyade mimarların uğraş alanlarındaki değişimdi ve bürolarda ufak-tefek işler ve devlet yarışmaları dışında inşaat ve malzeme sektörleriyle şimdiki gibi içli-dışlı olmayı gerektiren iş ilişkileri de yoktu. Bu nedenle sayıları zaten az olan okul kütüphanelerinin de vazgeçilmez kaynağı Alman “wettbewerbe” [yarışma] dergisiydi ve okul projelerinin rol modelleri de aktüel binalar değil, yarışma projeleriydi. Zaten dünyanın aktüel binalarından günü gününe haberimiz de olmazdı. Zaten Uzakdoğu’nun iyice çığırından çıkardığı üç boyutlu şirket logosu ikon bina müsrifliği de daha ufukta bile gözükmemiş, mimarlar kırmızı-halı, yeşil-saha yıldızlarıyla aşık atmaya kalkışmamıştı.

    Madem açıldı Oda’dan bahsetmemek de olmaz. İstanbul Şube o zaman Gümüşsuyu’nda bir apartman dairesi olmasına rağmen, İstanbul’un okulları İTÜ, Akademi ve Yıldız’ın mimarlık içinde de sol siyasete parallel alternatif siyasa ve fikir arayan arayan öğrencileri buluşturan yerdi. Bugünün sergi, toplantı, manzaralı teras imkanlarıyla kıyaslanınca anlaşılacak bir fark üstelik bugün, sosyal medyayı paranteze alsak bile çok daha geniş sivil/gönüllü, sosyal ağlar kurma imkanları var. Bizden hemen sonraki kuşak yılda bir başka okulda örgütlenen mimarlık öğrencileri buluşmasını başlatmıştı,yakın zamana kadar da vardı. Paradoksal şekilde öğrenci ve gençlerin birarada bulunmak için Oda’ya daha az ihtiyaçları kaldığı bir sırada Oda’nın (en azından İstanbul Şube’nin olanakları genişlemiş oldu. Ama bu, İstanbul’un tüm mimarlarını bünyesine toplamış sağlam mali kaynakları da olan bir kurumdan beklentilerin olmayacağı anlamına gelmez, yeni koşulların yeni ihtiyaçlarına yanıt vermek Oda yönetimlerinin görevidir.

    Oda yönetimleri Oda’nın doğasında varolan şu yapısal çelişkiyi günün koşullarını gözeterek iyi yönetmelidirler:

    Oda, bizden de önceki kuşağın meslek üyelerini devlet, piyasa ve toplum karşısında yalnız ve aciz bırakmamak üzere cansiperane bir mücadeleyle kurduğu bir örgüt olmakla birlikte, temelde şu iç çelişkiyi de barındırıyor;bizi devletpiyasa ve toplumun dolaysız baskı ve müdahalelerinden koruyup özerkleştiriyor ama öte yandan da üyeleriyle ilişkisi ikircikli;yani gönüllü bir örgütlenme değil,üyeliği kanunla zorunlu kılınmış korporatist nitelikte bir örgütlenme. Öte yandan da yönetimine dışarıdan kimsenin karışamaması bakımından da özerk ve sivil; İsteyen herkes koşulsuzca yönetmeye talip olup tercih ettiği şekilde yönetebiliyor. Sanırım kuşaklar ve anlayışlardan da bağımsız o yaptırıma dayalı resmi yüzüyle gönüllülüğe dayalı sivil ve açık yüzü arasındaki çelişkinin yeniden-üretimi buyinelenen çelişkiler. Yeni kuşaklar doğası gereği kendilerinden önce belirlenmiş statükodan tedirgin olup onu değiştirmek isterken o sivil ve açık yanına yatırım yapıyor,eskiler ise içinde şekillenip kısmen de şekillendirdikleri statükoyu pekiştirmeye yatkın olurken yaptırımlara dayalı resmi tarafına tutunuyorlar. Bu döngüyü kırmanın yolu, yeni kuşakları statükoya ikna etmekten değil, statükoya yenilenmenin kaçınılmazlığını hatırlatmaktan geçiyor.

    Göstergebilime de haksızlık etmeyip değineyim: 60’lar Avrupası’nın baskın entellektüel eğilimi Paris kaynaklı eksistansiyalizm idi. Varoluşçuluk öncüsü J.P.Sartre’nin de yatkınlığıyla Marksizmle barışık bir siyasal pozisyon alarak varetmişti kendini.

    Etnolog C.Lewi-Strauss, Ferdinand de Seassure’nin dilbilim kuramından hareketle yapısal temelli düşünceyi antropolojinin konusu soyu tükenmiş toplulukların analizine taşırken Roland Barthes edebiyatın da ötesine, dil-dışı işaretlerin bilimi göstergebilimin inşasına koyulunca yapı çözümlemesi; 60’lardan itibaren açıkça polemiğe de girerek varoluşçuluğun rakibi bir entellektüel çekim alanına dönüştü. Marksizmin tarihsel-maddeci hamuru dilde ve topluluklardaki değişime dirençli yapıları sindirmekte zorlandığından hep sorunlu bir ilişkileri oldu. O kadar ki FKP’nin muhalif kuramcısı L. Althusser, sonradan ilk kitaplarındaki yapısalcılık ağırlığını özeleştiri konusu yapacaktı. Yapısalcılığın varoluşçuluğa ve Marksizme eitirazı esas olarak öznellikle ve akışı değiştirilebilir tarihsel belirlenimcilik eğilimleriyle ilgiliydi, onlar da yapısalcılıkta akıl temelli düşüncenin tüm zaaflarının yanı sıra teslimiyetçiliğe rızanın zeminini görüyorlardı. Yapısalcılığın Türkiye’deki adresi Tahsin Yücel, Berke Vardar çevresindeki İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi/Fransız Dili-Edebiyatı odaklı bir akademik çevreyle sınırlıydı.Adnan Benk liderliğindeki Eleştiri dergisi de akımın süreli yayın temsilcisiydi. Marksizm’in entellektüel soluğu Birikim dergisi yapısalcılığı da vazife edinip özel-sayılaştırmıştı. Göstergebilim ve yapısalcılığın mimarlıkdaki akademik adresi de hala Atilla Yücel’dir.

    “50 yıllık küslük”e gelince:
    Tam da barışa ve uzlaşmaya dünyada ve Türkiye’de ihtiyacın had safhada olduğu bir dönemeçte bir de böyle mikro-husumetler yeniden-üretilmese… Oda pratiğinde bunun yolunun, yönetimlerin yüzlerini Oda’nın hukuki yaptırımlar dünyasından yani resmiyetten,gönüllülük esaslı sivil tarafına çevirmeleriyle mümkün olacağı kanısındayım.

    İhsan Bilgin

  • mert-k12 says:

    Yazi ve yorumlar, en az yazi kadar surukleyici bir supriz daha dogurmus. Arkitera editorleri baglamdan kopmayacagini dusunurlerse ayri bir gorus yazisi olarak gormek isteriz.

  • cem-yildirim says:

    Her şey güzel de, yukarıda resmi paylaşılan Umberto Eco’nun Açık Yapıt kitabının kapağında neden Yelta Köm’ün resmi kullanılmış, onu anlamadım 🙂

  • vehbi-arda says:

    Kesinlikle mikro husumetlere gerek yok. Umarım gerekli kişilerce de okunur.

  • ihsan-bilgin says:

    Farkında değildim, sınırsız görsel depolu dijital dünyanın oyunu olmuş. Sanırım Yelta’nın çehre benzerliğine atıfla yaptığı espriye takılmışım. Hard-copy yayıncılıkta böyle şeyler de ol[a]mazdı.

  • betul-toy says:

    Bir yanlış anlaşılma var. Yazıdaki kapak, Açık Yapıt kitabının Can Yayınları 2001 yılı ilk baskısının kapağı.

Bir yanıt yazın