Mimarlar Papyon Tasarlarsa

Uluslararası üne sahip papyonların tasarımcısının iki başarılı mimar olduğunu biliyor muydunuz?

Derya Gürsel: Öncelikle ortalıklığınızdan başlamak isterim. Nasıl bir araya geldiniz? Bu rastlantısal birliktelik mi?

Deniz Türkeri: Bundan 7 sene önce İtalya’da ofiste tanıştık. Reyhan orada çalışıyordu zaten. Ben İstanbul ofisindeydim ve İtalya’ya gittim. Proje bitince Türkiye’ye döndüm. Reyhan da bir süre sonra Türkiye’ye döndü. Aynı ofiste bir süre daha çalıştık. Sonra başka ofislere geçtik. Aradan bir iki yıl geçti, şans eseri bir gün ben yeni ofiste çalışırken Reyhan ofise geldi.

Reyhan Uras: Bambaşka bir yerde…

DT: Bir şekilde tesadüfen yine karşılaştık. Bu süreçte yani beraber çalışırken Türkiye’deki mimarlık hayatının bizi tatmin etmediği fikrini paylaşıyorduk. Ya da o anki ruh hallerimizle tasarıma daha çok doymak istiyorduk. Sadece mimarlık değil de başka alanlarla onu beslemek istiyorduk. “Ben böyle bir şey yapmak istiyorum,” dedim laf arasında o da “Ben de böyle bir şey yapmak istiyorum,” dedi. Ama beraber bir şirket kurma bir düşüncemiz yoktu. Fakat zaman bunu gerektirdi ve biz bir araya geldik.

RU: Tamamen doğaçlama. Kafalarımızın aynı anda aynı şekilde çalışması, geleceğe dair farklı şeyler yapmak istememiz, sadece mimarlıkla sınırlı kalmak istemememiz sohbetler sırasında gelişti.

DG: Mimarlık bizi bazı noktalarda tatmin etmiyordu diyorsunuz? Hangi noktalar eksikti? Benim merak ettiğim noktalardan da birisiydi. Şimdi mimarlık hayatınızın neresinde duruyor?

DT: Aslında Arkitera gibi bir mimarlık platformunda bunları ne kadar açık söylemeli bilemiyorum (gülüyor)…

DG: Tam yeri aslında… Tartışmak istediğimiz çok şey var.

DT: Ben kendi adıma Reyhan da kendi adına konuşsun o zaman. Ben tasarımı her zaman çok sevdim. Müzikle de ilgilendim bir dönem. Benim için tasarım, müzik, görsel duyusal her şey beraber. Yediğimiz yemekten giydiğimiz kıyafete, oturduğumuz eve kadar her şey bir tasarım öğesi. Okul bittikten sonra da girdiğim iş hayatında hep böyle görmek istedim.

DG: Uzun bir süre de mimarlık yaptınız.

DT: Tabii, 8 sene durmaksızın mimarlık yaptım. Mezun oldum, çalışmaya başladım ki çalışmayı çok seven bir insanım. Ama zamanla patronlar, ofiste çalışan kişiler, projeyi alırken müşteriyle yaşanan sıkıntılar, her şeyi ucuza kapatma istekleri beni itmeye başladı. Yani geceli gündüzlü, 24 saatimi mimarlığa ayırdığımı biliyorum. En sonunda gelidiğim nokta hastalanmak oldu. Bunun karşılığında “helal olsun tebrik ediyorum süpersin” gibi sözler de almadım. AutoCAD gibi programların başından kalkamadım. Eskiz çizip konsept tasarladığım zamanlar çok sınırlı oldu, en fazla 3-4 sene. Patronlarınız ya da şirketin başındaki kişiler sizin gelişmenize bir nevi mani oluyor denilebilir. Bunlar beni açıkçası soğuttu.

Bu demek değil ki biz mimarlık yapmıyoruz. Şu anda da yapıyoruz. Ama belki de biraz şımarıklığımızın bize verdiği bir şanstır. Kendimizin patronu olup kendimizle tartışıyoruz. Bunu eğlenceli bir hale getirdik. Bu sebeple mimarlık beni geçmişte tatmin etmiyordu. Tasarıma saygısı olan insanlarla çalışmak istiyorum. Yine bizim patronlarımız, işverenlerimiz var ama daha fazla saygı görüyoruz nedense. Mimarlık Türkiye’de böyle!

RU: Ben her zaman mimar olmak istiyordum. Biraz klişe ama mimarlıktan başka bir tercih yapmamıştım. Yıldız’ı istedim Yıldız’da okudum. Bitirdikten sonra İtalya’ya endüstriyel tasarım yüksek lisansı yapmaya gittim. Tabii bambaşka bir boyut ve ölçek. Ama bir süre sonra bu ölçekte kurulan ilişkiler daha tatmin edici olmaya başladı benim için.

Ben çok hoşlanmam “Türkiye’de işler böyle yürüyor” demekten ama İtalya’da gecen 3 yıldan sonra, Avrupa’da tasarımcıya verilen önem ya da doğrusu tasarımcıyı tasarım sürecine dahil etmeleri, ona saygı duymalarını, uygulama aşamasında beraber çalışmalarını görmeme neden oldu. Türkiye’ye dönünce de çok büyük mimarlarla da çalışma fırsatı buldum. Ama açıkçası hep daha fazlasının eksikliğini hissettim. Bunun üzerine geceler gündüzler haftasonları birbirine karışınca Denizle birleştiğimiz noktaya geldik. Ama asla kopmuyoruz mimarlıktan, devam etmekte olan projelerimiz var.

Sadece masa başında, asosyalleşerek birşeyler yapmak istemediğimiz için buradayız diyebiliriz.

DT: Tasarım yapıyorsun kabul ediliyor aylar boyunca bilgisayar başında tek başına. Sonra tek sosyalleşme alanın şantiye oluyor. 2 sene 3 sene kendini kapatıyorsun bittiğinde ise her şey heryer dağılmış, hiç kimseyi bıraktığın yerde bulamıyorsun. Her önünden geçtigimizde refleks olarak baktığımız ve ışık hep yanan mimari ofisler o kadar çok ki…

DG: Ofisin kuruluşundaki teorik kısım çok net, bir araya gelişiniz bir ortak ideal… Peki ofis kurulduktan sonra ilk üretim objesi neden papyon oldu? Bu kadar spesifik bir üründe nasıl uzlaştınız?

DT: Aslında uzlaştığımız ilk nokta mimarlığın verdiği hastalıklı mükemelliyetçi ruh! Olmayan bir şey yapmaktı.

Marka Mimoco üründen sonra çıktı dolayısıyla. Mimarlık – Moda – Coopration olarak geçiyor. Ben papyon kullanmayı çok seviyordum. Reyhan da aşırı derecede kurdele kullanmayı çok seviyordu. Ben papyon bulamıyorum kendime göre yani saçma sapan şeylerden yaratıp takıyorum. “E gidelim mi bunun üzerine?”, “Tamam gidelim” dedik.

RU: “Nasıl olsun?” Unisex olsun” “fonksiyonu” vs derken…

DT: Evet bir de bizim zaten marka olarak çok önem verdiğimiz bir nokta unisex olmamız. Bu mimarlık işi de olabilir, aksesuar da olabilir, mobilya da olabilir. Cinsiyet ayrımına her ortamda karşıyız. Yaş ayrımına karşıyız.

RU: Ama bu bir reklam stratejisi olarak değil, tamamen ürünün doğasıyla ilgili bir şey olmalı diyoruz. Dolayısıyla tamam papyon yapalım dedik, hemen hop diye papyon yapamadık. 7 ay kadar fizibilite çalışması yapmamız gerekti.

DG: Daha önce modaya ilginiz var mıydı? Ya da tekstil ile ilgili bir çalışmanız?

RU: Sadece merakımız vardı.

DG: Belki endüstri ürünleri tasarımı bir şekilde daha yakın ama…

DT: İşte biz aslında her şeye ürün tasarımı olarak bakıyoruz. Yani moda mimarlık vs diye ayırmayarak, hepsine bir ürün bir proje diye bakabiliyoruz.

Yani papyon da moda ürünü değil bizce. “Kimler kullanır?”dan çıktık yola. “Nerelerde kullanılır?”. Kavramları keşfettik. Balolar, şıklık…

RU: Oradan malzeme şeçimine girdik. Farklı bir şey yapma derdimiz olduğu için baktık dünyada neler yapılmış, yapılmayan ne, onu aradık. Ondan sonra pleksi olan papyonlarımız dünyada ilk oldu zaten. Kumaşla birleşimiyle vs.

DG: Modanın üretim sürecinde farklı olan da bu sanırım değil mi?

RU: Tabi. Zaten ürünle beraber etiketini, ambalajını bile düşünüyorsunuz. Mesela ambalajlarımız olan kutularımızı açtığınızda içinde ince bir ayna var papyon takıldığında ordan bakılabiliyor, farklı şekillerde kullanılabiliyor vs. Bunların hepsi moda aksesuar değil, tamamen ürün tasarımı. Çünkü siz üretici bulduktan sonra geriye kaliteli ürünü birleştirmek kalıyor.

DT: Ayrıca sadece papyon olarak kullanılmıyor. Çok işlevli olması önemli. Yani herkesin istediği gibi kullanabileceği bir ürün tasarımı yaptık. İsterseniz kemer olarak isterseniz kafanızda kurdela olarak kullanabileceğiniz bir ürün tasarladık ve gurur duyuyoruz. Çünkü şuanda 1.000’den fazla çeşidimiz var ve dünyadaki en büyük papyon koleksiyonu ki bu sarı, kırmızı diye birbirinin farklı renkleri değil, herbiri birbirinden farklı modellerden bahsediyoruz.

DG: “Bir tasarım atölyesiyiz ve her ürünü tasarlayacağız” diyorsunuz ama en çok öne çıkan papyonlarınız. Hatta Twitter hesabınızda hayranlarınız hergün şu ünlü papyonunuzu takmış o bunu kullanmış heyecanla anlatıyor. Sizce diğer tasarımlarınız papyonun gerisinde kaldığını düşünüyor musunuz?

DT: Biz ürün bazlı hareket ediyoruz aslında. Yani bir koleksiyon hazırlamıyoruz pantolonundan, ayakkabısına kadar. Gömlekse sadece gömlek, pantolonsa sadece pantolon Mimoco’nun o sezon için öne çıkan ürünü olabilir. Moda tasarımcısı olsak belki diğer türlü olabilirdi ama biz bir ürünü tüm detaylarıyla üretmeyi tercih ediyoruz.

DG: Tasarım yaparken sınırlarınız var mı? Bunu tasarlamayız der misiniz?

DT: Asla yok. Biz İtalya’dayken bize festivalde dağıtılmak üzere kondom ambalajı teklifi geldi. Demek ki biz onlara o rahatlığı verebilmişiz.

DG: Tasarım yaparken nelerden ilham alırsınız?

DT: Biz sanırım arabada giderken bir şeyler yapmaktan hoşlanıyoruz. Çünkü vaktimizin çoğu yolda geçiyor.

RU: İnsanları gözlemleyebildiğimiz yerlerden çok hoşlanıyoruz… Ama çok farklı yerlerden ilham alabiliyoruz. Ama zaten ikimizin ilham aldığı ortak noktalar olduğu gibi çok farklı noktalar da var ki ikimiz de “Bence bu çok güzel, hadi ilham geldi aynı anda yapalım” demiyoruz.

DG: Ne kadar farklı koşullarla da olsa moda sektörüne giriş yaptınız. Kendinizi o camiaya ait, bütünleşmiş hissediyor musunuz?

RU: Hayır tam olarak değil. Zaten öyle bir iddamız da yok.

DT: Her camiadan bize karşılıklı ilham veren insanlarla çalışıyoruz, Hakan Akkaya gibi. O yüzden çok iyi mimarız demeyiz, çok iyi modacıyız demeyiz, çok iyi tasarımcıyız demeyiz.

RU: Ama şunu diyebiliriz; “Bir ürün var elde, onu en iyi şekilde çözümlemek ve sunmak konusunda iyiyiz.” Ama sektör olarak moda apayrı. Yani insanlar okuyorlar, kumaşından dikişine kadar… Biz çok sonra sonra öğrenmeye başladık, kumaş dokumasıymış, baskısıymış… Yapmak istediğimiz de buydu, yani her üründe yeni birşeyler öğrenmek kendimizi geliştirmek, bilgisayar başında asosyal bir şekilde iş yapmaktansa, her yeni hikayeyle birlikte yeni bir şeyler öğrenmek.

DT: “Yeni ürün ne?” diye de çok merak ediyorlar, hatta PR şirketimiz bile soruyor onlara dahi söylemiyoruz (gülüyor)… Herşey olabilir, kravat, şal… Onda da 6 ayda 1 milyon satış hedefliyoruz.

DG: O zaman hedeflerden bahsedelim…

DT: Tabii büyümek, yurtdışı… Aslında başladık yani Nisan ayında Milano’daydık. Design Week’e davetliydik. Türkiye’den 25 kişilik bir ekip davetliydi. Mimarından tasarımcısına. Orada çok ilgi gördü ürünümüz. Mağazalarla baya ilişki kurduk. Ardindan, cok unlu, Floransa’daki Pitti Immagine Moda Fuar’ına davet edildik ve Türkiye’den tek genç tasarımcı bizlerdik. Yani Damat Tween, Hatemoğlu gibi markaların yanında bir genç biz vardık ve bizlere bu senenin trendi siz olabilirsiniz dediler. Orada baya büyümeye başladı iş. Harvey Nichols Hong Kong geldi ve sizlerle çalışmak istiyoruz dediler. Yani dünyaya da yayıldık.

DG: Son sorumu sorayım o zaman. Artık yaptığınız tasarımlar ve içinde bulunduğunuz süreç sizi mutlu ediyor mu?

DT: Bunu mimarlar okuyacaksa ben şöyle diyebilirim. Benim benliğimi kaybettiğim zamanlar oldu. Arkadaşlarımın bana küstüğü, onlarla görüşemediğim, gözlerimin morardığı… Ama insan kendini geliştirmek istiyorsa bunu yapıyor. Biz bunu istedik ve yaptık.

RU: Tabii ki kolay bir şey değil. Okuduğunuz, bildiğiniz şeyleri bir kenara bırakıp bambaşka birşeyler yapıyorsunuz. Ama “yeter” denilen noktada zaten daha fazla verim alınamıyor ve bu camiada onu görmüyorlar.

DT: Biz yıllarca mimarlık yaptıktan sonra şunu dedik “Biz patron olduğumuz zaman asla bizimle çalışan kişilere farklı bakmayacağız, onlardan farklı çalışmayacağız, tecrübelerine saygı duyacağız,” Andımız var. Ve şimdi bunu yaptığımız için mutluyuz.

DG: Çok teşekkür ederiz, başarılarınızın devamını dilerim.

DT, RU: Biz teşekkür ederiz.

Etiketler

Bir yanıt yazın