Bence İstanbul kültürel anlamda çok eski moda

Arkitera Mimarlık Merkezi olarak İngiliz mimar, akademisyen, teorisyen ve radikal mimari grup Archigram'ın kurucularından Peter Cook ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Dilek Öztürk: Herşeyden önce, size sadece “mimar” diyebilmek neredeyse imkansız. İçinde bulunduğunuz meslek dalına karşı pek çok eleştiri, teori ve farklı yaklaşımlar geliştirdiniz. Mimarlığı sorgulamanız ne zaman ve nasıl başladı?

Peter Cook: Mimarlık eğitimime 16 yaşımdayken başladım. Klasik mimari çizgilerin hepsine bakmak zorundaydım. 20 yaşıma geldiğimde bütün bu klasik tazrdaki şeyleri biliyordum.

Düşündüğümüzde benim kraliçeden bir ödül almış olmam gerekebilir. İkonik bir mimar olarak kabul edilebilirim, çok zengin olduğum düşünülebilir, ama ben çok yapı inşa etmiş olan bir mimar değilim. Akademisyenim ama tam olarak değil, bir çeşit tasarımcıyım ama bina tasarlamıyorum. Yaptığı binalarla tanınan mimarlar var, ama çok sabırlı olmanız ve çok bina tasarlamanız lazım. Ben daha çok kim olduğumla biliniyorum.

DÖ: Mimarlık ve kent yaşamına dair, kendi kendine yeten yaşama birimleri ve taşınabilen kentsel alanlar tasarladınız. Bu “ütopik” düşünceleriniz, günümüz mimarlık ve kent yaşamı anlayışına karşı nasıl bir tepkiydi? Yoksa siz de, 16. yüzyıldaki ütopistler gibi aslında bu yaklaşımlarınızı, kentsel yaşam ihtiyaçlarından kaynaklanarak mı gerçekleştirdiniz?

PC: Birçok insan bunu ütopya olarak tanımlayıp sorular soruyor… Ama ben bunları gayet gerçekçi buluyorum. Bu kadar…

DÖ: Bütün bu alternatifler ve eleştirilere rağmen, siz de takdir edersiniz ki, global anlamda bir “popüler mimarlık” ve “popüler mimar” kavramları var. Siz bu duruma nasıl bakıyosunuz?

PC: Bence bunda bir sorun yok. Halkın içinde olan popüler mimar mı, yoksa entelektüel çevrede olan popüler mimar mı? Mesela, mimarlık dünyasındaki herkes Zaha Hadid’i biliyor. Aslında onu kişisel olarak tanımıyorum. Sokaktaki adam da tanımıyordur. Hadid, farklı tasarımlarla, modayla birlikte popüler oldu. Mesela Channel’e yaptığı tasarımlar gibi… Popülerliğin tanımı da oldukça karışık. Popüler derken tam olarak neyi kastediyorsunuz?

DÖ: Çevrenizdeki herkesin bildiği isimler: Frank Gehry, Norman Foster gibi. Bir mimarlık öğrencisine sorduğunuzda verebileceği cevaplar…

PC: Anlıyorum.. Belki de bu insanların popülerlikle bir sorunları hiç yoktu. Gehry, çok ilginç, çünkü zaten bilinen bir mimarken kendi manevrizmasını değiştirdi. Hem de 50’li yaşlarının sonunda. Bir bakıma daha “vahşi” bir yola girdi, ama, çok ciddi bir mimardı. Bunun dışında, Zaha, daha öğrenciyken çok ünlüydü. 45 yaşına kadar da çok büyük bir yapı yapmadı. Önemli olan insanları şaşırtmak. Özel bir hayal gücüne sahip olmanız lazım. Belki bu kişiler bu yüzden bu kadar popüler. Böyle olmak için illa ki mimarlıkta uzman bir kişi olmanız gerekmiyor.

DÖ: Küratörlüğünü yaptığınız başka bir sergi daha var. Southern California Institute of Architecture’daki “London Eight” sergisi… Londra’da son 30 yılda gelişen deneysel mimarlığa bir bakış olarak da nitelendirebileceğimiz bu sergide, mekan ve mimar (ya da sanatçı diyelim) seçiminiz nasıl oldu?

PC: Bu sergideki seçim çok daha kolay oldu, çünkü mimarları tanıyordum. Üç grup lideri seçtim. Üç grup da birbirinden farklı… Ayrıca bir tanesi New Trens’teydi. Bir grup ekolojik kentleşme üzerine eğildi. Diğerleri peyzaj tasarımı ve dijital tasarımla ilgiliydi. Her gruba belirli bir bölgede görevler verdim.

DÖ: Mimarlık kültürünün hala batı merkezli bir kültür olması konusunda ne düşünüyorsunuz?

PC: Bir fikrim var, emin değilim ama, bana göre batıda kişisel görüşler daha saygı görüyor ve daha özgür bırakılıyor. Politik, kültürel, dini, sanatsal, entelektüel düşünceler… Hikaye yazmak, ilişki kurmak… Bu konularda daha özgürüz. Sempatik olmak ya da öyle gözükmekle ilgili herhangi bir derdimiz yok. Bir yandan bizde de, yani batıda, çok gelenek var. Kilise gibi mesela… Gelenekleri seviyoruz ama onlardan nefret de ediyoruz, bazen görmezden geliyoruz. Bir mimarlık öğrencisinin bütün bir kiliseyi elinde metreyle ölçmesi gerekiyor. Bunu ben de yaptım. Gelenekçiyiz, ama bir o kadar da gelenekten kaçıyoruz. İngiltere’de çok kilise var ve biz bu kiliselerle ne yapacağımızı bilmiyoruz.

DÖ: Akademide ders vermekten daha mı çok keyif alıyorsunuz?

PC: Her zaman değil. Akademi güvenli bir cennet gibi, ama çoğu zaman bir zaman kaybı da olabiliyor. Bu, çok küstahça bir cevap olabilir. Çünkü, akademide çok fazla enerji sarfediyorsunuz, hem de hiç ilginizi çekmeyen insanlara… Bazı öğreciler tabii ki ilginç. İlginç olan öğrenciler, kolay, yani ona daha az zaman harcıyorsunuz. Yıllar önce bir öğrencim vardı. Teori öğrettiğim senede, bu öğrenci okula bir ya da iki kere geldi, ama sonra oldukça ünlü bir mimar oldu. Adı Mark Fisher. Pink Floyd, Rolling Stones, Jean Michel Jarre için konser ve sahne tasarımları yaptı. Pop festivalleri için mimarlık anlamında bir uzman oldu. AA’de benim öğrencimken de çok ilginç çalışmalar yapıyordu. Ama, benimle çok diyaloğu olmadı. Yılda belki de üç kere konuşuyorduk. Her gün masasında oturan bir öğrenci değildi, kendi işini yapıyordu.

DÖ: İstanbul’a 2. gelişiniz. Sizce İstanbul deneyselliğe ne kadar açık?

PC: Emin değilim. Buradaki zamanım buna karar vermeye yeterli değil. Bu konuda şüphelerim var. Mimarlık sahnesi, kültür sahnesi ile ile ilgili şüpheler… Bence İstanbul kültürel anlamda çok eski moda.

Etiketler

Bir yanıt yazın