Ya Taksim, Ya Ölüm!

Aykut Köksal'ın, XXI Dergisi'nin "Kentsel Dönüşüm" konulu Mayıs sayısında yayınlanan Taksim Meydanı hakkındaki yazısı.

Hayır hayır, konumuz Kıbrıs değil, İstanbul’un modernleşmesini simgeleyen meydan, yani Taksim Meydanı. Ama başlığın taşıdığı keskin çatışma durumu, Taksim Meydanı tartışmalarında da görülüyor. Taraflar her türden uzlaşmayı, tartışmayı bir yana koyarak kendi düşüncelerini dayatmanın peşindeler. Bu uzlaşmazlık, sonunda erki elinde tutan gücün buyurgan uygulamasını getirecek, bu da Taksim’in yitimi olacak. Peki, ilke olarak tüm aktörlerin görüşlerini dikkate alan bir “reel politik” geliştirilebilir mi? Başka bir deyişle, mutlak doğrunun peşinde olmayan, yerel yönetimin, STK’ların, koruma kurullarının, akademyanın “Taksim” tasavvurlarını anlamaya çalışan yeni bir yaklaşım ortaya konabilir mi? Bir düş gibi görünse de denemekte yarar var, öyleyse deneyelim.

Önce ulaşımdan başlamak gerek, çünkü bu konuda fiili bir durumla karşı karşıyayız: Cumhuriyet Caddesi’ni Tarlabaşı Bulvarı’na bağlayacak tünel inşaatı bitmek üzere. Bu tünelle birlikte Talimhane, Gezi, Cumhuriyet Anıtı’nın konumlandığı alan ve meydanın bir bölümü tümüyle taşıt ulaşımından arındırılarak bütünleşik bir “yaya alanı”na dönüşecek. Hiç kuşkusuz daha bu noktada Taksim Meydanı’nın büyük bir yara aldığı ortada: Taksim Meydanı’nın doğurucu öğelerinden biri olan, üstelik ana ekseninin üzerinde anıtın konumlandığı Cumhuriyet Caddesi’nin meydanla ilişkisi tamamen kopacak. Aslında anıtın Cumhuriyet Caddesi ile eksenel bütünlüğü son düzenlemelerle okunaksız hale gelmişti, ama yeni bir meydan düzenlemesiyle bu ilişki yeniden kurulabilirdi, şimdi bu tümüyle olanaksız. Ancak, bu olumsuzluğa karşın, yerel yönetimin ulaşımı yeraltına alma kararı bu noktada duracaksa, yine de bir “uzlaşma” oluşturulabilir. Yerel yönetimin ilk başta sunduğu, meydanın bütününü ulaşım araçlarından soyutlayan, “sözde-yayalaştırma” ile mekânı insansızlaştıran proje yerine, taşıtların Sıraselviler, Gümüşsuyu ve Mete caddelerinden girerek bütünleşik yaya alanını çevreleyen bir yolla meydana katılmalarına olanak verecek yeni bir proje bu uzlaşma noktasını oluşturabilir. Böylece bir yandan yerel yönetimin asıl amacı olan “Talimhane-Gezi-Meydan” bütünleşik yaya alanı oluşturulmuş olur, öte yandan, Taksim’in, kenti kent yapan tüm öğeleriyle canlılığı bir ölçüde olsun korunur.

Çözüm bekleyen asıl uzlaşmazlık konusu ise “Taksim Kışlası-Gezi” tartışmasında düğümleniyor. Bir yanda Taksim Kışlası’nın yeniden inşasını dayatan yerel yönetim (ve geride talebin gerçek sahibi olan merkezi yönetim) var, öte yanda Gezi’yi mutlak bir koruma nesnesi olarak gören ve bugünkü haliyle korunmasını isteyen STK’lar ve –önemli bir kesimiyle- akademya. Koruma kurulunun bu bağlamda aldığı kararlar ise açıklıktan epey uzak, en azından anlamlandırılmayı bekliyor; tabii bu belirsizlik durumu yeni yorumlara da kapı açıyor. Kısacası, “Gezi sorunu” tartışmaların odak noktasında duruyor. Bu sorun bağlamında da aynı soruyu yineleyebiliriz: Aktörlerden hiçbirini dışlamayan ve söz konusu yaklaşımların tümünü içselleştiren, çözüme odaklanmış bir proje geliştirilebilir mi?

Önce, Gezi’nin ortaya çıkışındaki işlevine ve anlamına bakalım. 1940’ta, Prost Vadisi ile Taksim Cumhuriyet Meydanı’nın eklemlenme noktasında yer alan Taksim Kışlası yıkıldı ve yerini bir promenade (gezi) alanına bıraktı. Bu düzenleme özellikle vadiye bir giriş kapısı oluşturmak için gerçekleştirilmişti. Prost’un 1939 tarihli projesi, Gezi’yi yapılaşmaya kapatmıyor, hem konut, ticaret ve kültür işlevlerine yer veriyor, hem de katı eksenel bir düzenlemeyle, meydana açılan, yükseltilmiş anıtsal bir giriş oluşturuyordu. Prost’un ilk projesi birkaç değişiklik ve ekle uygulandı: Gezi, yapılaşmanın yer almadığı bir park alanı olarak düzenlendi, yükseltilmiş anıtsal giriş ise (hiçbir zaman dikilemeyecek) İnönü heykeli ile anlamlandırıldı. Bu anlamlandırma bütüne de yansıyacak, Gezi’nin adı “İnönü Gezisi” olacaktı. Dönemin “buyurgan” mimari dili ise, bu anlamın mekândaki karşılığıydı.

Bugün artık ne Gezi’nin başlangıçtaki işlevinden söz etmek olası, ne de anlamından. Prost Vadisi yapılaşmalarla bugüne dek adım adım yok edildi, Gezi ise vadiyle ilişkisi kopmuş, meydana bitişik bir parka dönüştü. Son günlerde Asker Ocağı Caddesi üzerindeki zarif köprünün yıkılışı bu kopuşun simgesi gibi. Yok olan sadece başlangıçtaki işlev de olmadı; Gezi’ye yüklenen ve anıtsal giriş platformunda somutlaşan –adının da gösterdiği- anlam daha 1950’de, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle ortadan kalkmıştı. İnönü heykelini taşıyacak kaidenin (depodan taşınan heykelle birlikte), 1982’de, Maçka’ya, İnönü Evi’nin yanındaki parka yerleştirilmesi bu anlam yitiminin geç bir tescili oldu. Bugün, merdivenlerle çıkılan yükseltilmiş anıtsal giriş, parkla meydanı birbirinden koparan bir engele dönüşmüş durumda. Kısacası, döneminin mimari özelliklerini yansıtmasına ve bu niteliğiyle kent belleğinin bir parçası olmasına karşın, Gezi’nin mutlak ve “değiştirilemez” bir koruma nesnesi olarak görülmesi, hem yaşamın kendisiyle çelişiyor, hem de yerel yönetimle konuyu tartışmaya kesin bir engel oluşturuyor.

Yerel yönetimin yeniden inşa etmek istediği Taksim Kışlası’nı ise özellikle koruma kurulu kararları bağlamında ele almak gerek. Taksim Kışlası’nı “bir kültür varlığı” olarak tescil eden kurul kararı 9 Şubat 2011 tarihli. İlginç olan, koruma kurulunun, yapıyı hem “yerinde mevcut olmayan Taksim Kışlası” olarak tanımlaması, hem de korunması gerekli “bir kültür varlığı” olarak. Burada en azından bir mantık hatası olduğu açık. Koruma kurulu aynı kararda, kışlanın “ne şekilde ihya edileceği ile ilgili olarak restitüsyon ve rekonstrüksiyon [sic] projelerinin” sunulmasını istiyor. Kurul bir yandan, hiç tartışmaya gerek görmeden bir koruma biçimi olarak rökonstrüksiyonu onaylıyor, bir yandan da rökonstrüksiyonun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine projeyi gördükten sonra karar vereceğini –örtük olarak- belirtiyor.


“İnönü Gezisi”nin anıtsal girişi, 1940’lar. İnönü heykelinin kaidesi yerleştirilmiş, heykelin kendisi ise depoya kaldırılmış. Kaynak: Cumhuriyet Devrinde İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1949, s.62.

Önce, rökonstrüksiyonu koruma bağlamında tartışmak gerek. Mevcut olmayan bir yapının rökonstrüksiyonu için olmazsa olmaz iki koşul zorunlu: Yeniden inşayı meşru kılacak bir neden ve yeniden inşa edilecek yapıya ilişkin eksiksiz belgeleme. Taksim Kışlası bu iki koşulu da doğrulamıyor. Kışlaya ilişkin eldeki belgeler birkaç fotoğraf ve haritalar üzerindeki bir lekeden ibaret; bunlarla bir rökonstrüksiyon değil, olsa olsa temsili bir “dekor” yapılabilir. Nitekim koruma kurulu, 11 Aralık 2012’de, yerel yönetimin kurula sunduğu rökonstrüksiyon projesini “bilgi ve belge” eksikliğini gerekçe göstererek geri çeviriyor. Hiç kuşkusuz, kurul üyeleri kışlayı tescil ederken de yapıya ilişkin “bilgi ve belge” eksikliğini biliyorlardı. Yani koruma ilkeleri çerçevesinde rökonstrüksiyonun olanaksızlığı baştan belliydi. Öyleyse tescil kararı, zorunlu bir rökonstrüksiyon kararı olarak okunmayabilir mi?

Yeniden inşa edilecek kışlanın meydanın bugünkü mekânsal yapısıyla yaratacağı çelişki ise ayrı bir konu. Bilindiği gibi, Taksim Kışlası’nın anıtsal girişinin de yer aldığı ana cephesi Cumhuriyet Caddesi’ne -o dönemdeki adıyla Pangaltı Caddesi’ne- bakıyordu. Bugün Cumhuriyet Caddesi adını taşıyan yol, 18. yüzyıldan beri doğurucu ve yapı kurucu eksendi, üstelik bu yapı kuruculuk İstanbul’un modernleşme sürecinde de belirleyici olacak, merkez bu eksen üzerinden kuzeye doğru tırmanacaktı. Bugünkü Taksim Meydanı, yıkım sonrasında ortaya çıktı; böylece 1930’larda arka planda kalan ve ahırların yer aldığı alan, meydanın ağırlık noktası haline geldi, Cumhuriyet Caddesi ve onun ekseninde yer alan anıt da geri plana itildi. Kışla özgün yerleşimiyle yeniden inşa edilecekse, ana cephe geri planda kalan –artık cadde niteliğini de yitiren- alana bakacak, eskiden ahırlara bakan yan cephe ise kışlanın meydana bakan ana yüzü olacak.


Prost’un 1939 tarihli Gezi tasarısının aksonometrik çizimi: “Kışla alanlarının düzenlenmesinin şematik görünüşü”. Kaynak: İmparatorluk Başkentinden Cumhuriyet’in Modern Kentine: Prost’un İstanbul Planlaması (1936-1951), İstanbul Araştırmaları Katalogları 7, İstanbul, 2010, s.377.

Sonuç olarak, bir rökonstrüksiyonun, daha doğrusu sözde-rökonstrüksiyonun, hangi sorunlara gebe olduğu açıkça görülüyor. İşte bu durum –belki sorunun çözümünü de getirecek- yeni bir yoruma kapı açabilir. Bu yeni yorum önerisini şöyle özetleyebiliriz: Kışlanın, koruma kurulu kararıyla koruma planına işlenen lekesi, bir rökonstrüksiyon temsili olarak değil, Gezi’nin yeniden planlanmasında dikkate alınması gereken bir “iz” olarak değerlendirilebilir. Başka bir deyişle, değişim dinamiklerini yadsımayan çağdaş bir korumacılık anlayışıyla, bugün artık mevcut olmayan Taksim Kışlası, bellekteki iziyle mekânın bugününe taşınabilir, tabii bugünün mimari diliyle, bugünün bilgi üretimiyle. Bu “iz”in yorumu her türden soyutlamaya da açık olacaktır; “iz” mekândaki ifadesini bir parkın peyzaj düzenindeki lekede de bulabilir, bir yapının izdüşümünde de. Bunu belirleyecek olan ise öncelikle Gezi alanının yeni programı olacak, bu da tüm aktörlerin katıldığı bir çalışmayla tanımlanacaktır.

Gezi’nin yeni bir anlayışla ele alınması, Taksim Meydanı’nın da yeniden düşünülmesine olanak sağlayabilir. Günümüzde sadece bir ulaşım kavşağı görünümündeki Taksim’in, meydan karakterini kazanması için mekânı tanımlayan arayüzlerin yeniden değerlendirilmesi zorunlu. Yeni bir bakış, Gezi/Meydan arayüzünü de bu bağlamda yeniden ele almaya olanak verecektir.

Taksim Meydanı’nın, yaratıcılığa da kapı açan özgür bir yaklaşımla ele alınması için geç değil. Sadece biraz sağduyu gerek, hepsi bu.

Etiketler

Bir yanıt yazın