Biz Buz Gibi Göle Çıplak Girerdik

Hem de Ocak ayının ortasında, çırılçıplak...

Kasım 2014, İstanbul

Tepebaşı’nda düzenlenen İstanbul Designweek’teyim. Genç bir tasarımcının ürününü incelerken, yanımda bulunan iki kişi arasında geçen konuşmaya kulak misafiri oluyorum. 30’lu yaşlarında, bir mimarlık firması sahibi olduğunu anladığım adam diğerine “Ya ben bunun aynısını nette gördüm, adam çalmış baya” diyor, diğeri de, “Türküz abi, çalarız tabi” diyerek arkadaşını onaylıyor. Genç tasarımcının tasarlamak ve üretmek için aylarca uğraştığı ürün, saniyeler içinde çöp oluyor…

Ekim 2004, İstanbul

Taşkışla’daki kantinlerden birinde arkadaşlarımla oturuyoruz. “Abi ben üçüncü sınıfın yazı gibi ofisimi açarım büyük ihtimalle”, “Bizim hoca çok detay peşinde, geliştirememiş kendini”, “Autoban’ın tasarımları çalıntı lan, bildiğin İskandinav mobilyası” cümlelerinin havalarda uçuştuğu, özgüvenin -cahillikten- tavan yaptığı yıllar. Henüz 20’li yaşların başındayız, tasarım tarihi konusunda oldukça az bilgimiz var, piyasada neler olup bitttiği konusunda ise birçoğumuzun hiçbir bilgisi yok…

Eylül 2014, İstanbul

Şişhane’deki bir aydınlatmacıya giriyorum. Tavanda bolca taklit aydınlatma var. Tom Dixon’ın, Poltrona Frau’nun, Mooi’nin, hatta İkea’nın ürettiği aydınlatmaların taklitleri. Tam fotoğraf çekecek oluyorum, adam “Yanlış anlamayın ama fotoğraf çekilmesine izin vermiyoruz, biliyorsunuz çalmak konusunda üstümüze yok” diyor, gülüyor. “Ürünler kendi tasarımınız mı” diyorum, gülmüyorum. “Evet hepsi kendimize ait, bir çok mimarlık firmasıyla çalışıyoruz, daha geçen gün şurdakilerden (Tom Dixon’ın ünlü aydınlatmalarını gösteriyor) 20 tane, … adlı mimarlık ofisine verdik. İsterseniz sizin tasarımlarınızı da üretebiliriz” diyor. İçimden “Tom Dixon da galiba gelip size ürettirdi tasarımlarını” diyorum, dışımdan “Tabi, neden olmasın” diyorum. Çıkınca içimden söylediğimi dışımdan söylemediğime kızıyorum…

Nisan 2014, Milano

Milano Mobilya Fuarı’ndaki Moroso standındayım. Oldukça popüler bir kanepe tasarımını incelerken yanıma iki Türk geliyor. Benim Türk olduğumu bilmedikleri için samimi, bol küfürlü bir konuşmaya başlıyorlar. Ben de her zamanki gibi kulak misafiri oluyorum. Biri diğerine “Ulan bu koltuğa şimdi kimbilir kaç para istiyordur bunlar” diyor. Diğeri “Abi aynısını bizim Çağlayan’daki Kenan Usta yapıyor, ama şimdi bir sürü ofise iş yapmaya başladı, iyice g… kalktı, başka usta arıyorum oralarda” diyor…

Ağustos 2014, İstanbul

Modoko’da bir mobilyacıya giriyorum. Mies Van der Rohe’nin, Le Corbusier’in, Harry Bertoia’nın, Arne Jacobsen’in ve daha pek çok ünlü ismin mobilyalarının taklitleri satılıyor. Ben ürünleri incelerken içeriye kalbur üstü bir mimarlık ofisinin sahibi giriyor. Konuşmalardan anladığım kadarıyla, ünlü bir avmde yaptığı yeni restoran projesi için SAHTE “Bertoia Side Chair”lardan almışlar, siyah olanların boyaları atmış, değiştirmek istiyorlarmış…

Mart 2010, Lahti

İşte buz gibi göle çıplak girdiğimiz, modernizmin, soft modernizmin falan bizden sorulduğu, Finlandiya’da yüksek lisans yaptığım yıllar. Mobilya dersinde, Finlandiya’nın önemli markalarına mobilya tasarlayan hocamızla Türk tasarımı üzerine bir sohbete başlıyoruz. Tabi Türklük söz konusu olunca, muhabbet akşam barda tanıştığınız kıza “Do you know Beşiktaş? It is the biggest team of Turkey” tadında cümleler kurduğunuz bir sohbete dönüşüyor. Biz iki Türk başlıyoruz, ünlü olduğunu düşündüğümüz tasarımcıları, markaları saymaya. Milli mesele yapıyoruz hemen. Yurt dışında da işler yapan, yabancı markalar için ürün tasarlayan, uluslararası ödüller almış Türk tasarımcıları, yurt dışındaki fuarlarda boy göstermiş Türk markaları sayıyoruz, adam “ımm, bilmiyorum”, “ıııhh, tanımıyorum”, “eamm, hatırlayamadım” falan deyip geçiştiriyor. Sonra birden zamanında Autoban’da staj yapmış olan arkadaşım Autoban’dan bahsedeyim diyecek oluyor; bizim hoca “Aaa Autoban’ı bilmez miyim, çok iyi tasarımları var” deyip, kesiyor arkadaşımın lafını. Baya da gözlerinin içi gülüyor, sırtını dönse bakın Autoban dövmesi var dese şaşırmayacağız (Hani Autoban stickerları var ya, onun dövmesi de olabilir). “Lan hani Autoban İskandinavlar’dan çalıyordu tasarımları, o zaman bu İskandinav adam neden Türkiye’den bir tek Autoban’ı tanıyor, hem de işlerini çok beğeniyor” diye düşünürken, biz Türkler’in sadece Mercedes ile BMW’yi birbirinden ayırt edebildiğimiz, onda da tekinin farı yuvarlak, tekinin değil yöntemi uyguladığımız geliyor aklıma. Rahatlıyorum…

Şimdi, İstanbul

Hadi şimdi, o fuarda gördüğün genç tasarımcıya gösterdiğin tepkinin yarısını, Autoban’ın tasarımları çalıntı derkenki ukalalık ile; Çağlayan’daki, Modoko’daki, Şişhane’deki “hırsız” üreticilere, onları kullanan mimarlık ofislerine göster. Ama önce, biraz tasarım tarihi oku, tasarım dünyasını daha dolu bir şekilde takip etmeye çalış. Sonra yine kızarsın genç tasarımcılara, Autoban’a, Designweek’e, okulundaki hocana, Moroso’nun fiyatlarına…

* Yazının orjinali Ağustos, 2012’de iskandinavseveriz.blogspot.com adlı blogumda yayımlanmıştır. Bu hali, Designweek’te, genç bir tasarımcının emeğine haksızlık eden iki mimara sinirlenmem üzerine yeniden ele alınmış halidir)

** Yılmaz Vural’a ve mimiklerine teşekkürlerimi sunarım.

Etiketler

Bir yanıt yazın