“Sürdürülebilirlik Anlayışı Kalem Daha Kağıda Değmeden Ortaya Konmalı”

Avcı Architects ve danışmanlık firması Urbanista'nın kurucusu Selçuk Avcı ile, sürdürülebilirlik odaklı yaklaşımı, Türkiye'de yeşertmeye çalıştığı entegre tasarım ve bunun için yapılması gerekenleri konuştuk.

Çiğdem Yılmazer: Kendinizden ve ofislerinizden bahsedebilir misiniz?

Selçuk Avcı: İlk olarak Londra’da başladık. Ortaokuldan beri İngiltere’deydim, 33 sene Londra’da kaldım. O yüzden mimarlığı ve diğer birçok şeyi İngiltere’de öğrendim. Orada başka şirketlerde çalıştıktan sonra kendi ofisimi kurdum. Aslında eşimle ortak olarak kurduk ama daha sonra mimarlık ve sergi tasarımı diye bir ayrım olmaya başladı. Sergi tasarımı kısmını Sanja ilerletiyor ama tasarımsal açıdan devamlı birbirimizle iletişim içindeyiz. Benim de katkılarım oluyor ama genellikle o yürütüyor.

Eşim ayrıca tiyatro ile de ilgileniyor, sahne ve kostüm tasarımları yapıyor. Yeni web sitemizde bunu ayrı bir marka olarak tanıtacağız ve Türkiye’de de uygulamaya çalışacağız. Şimdiye kadar bu işleri genelde Londra’da ve Ljubljana’da yaptık. Bu arada Sanja Sloven’dir, biz Budapeşte’de tanıştık, önce 12 yıl Londra’da yaşadık. 1998’de ailecek Ljubljana’ya taşındık ama Londra’daki ofis devam etti. Dolayısıyla Ljubljana’da da bir ofis açmak durumunda kaldık. Avrupa’nın o bölgelerinde, Macaristan’da, İtalya’da, Sırbistan’da ve Çek Cumhuriyeti’nde işlerimiz olmaya başladı. O işlerle ilişkili olarak küçük ofisler açtık. Mesela şimdi Budapeşte ve Prag’da işlerimiz devam etmediği için o ofisleri kapattık, zaten krizden sonra büyük bir azalma oldu. Ama Belgrad, Ljubljana ve tabii ki Londra’da ofislerimiz çalışmaya devam ediyor. Londra’da şimdi işleri ağırlıklı olarak gayrimenkul geliştirmeye yönlendirdik. O da yine krizden dolayı, ekonomik çalkantıdan sonra birçok şey değişti.

ÇY: Yani Londra’da tasarım devam etmiyor mu?

SA: Mimari tasarımın çoğunluğunu buradan yapmaya karar verdik. Uzaktan kumanda etmek zor oluyor. 11 sene civarında böyle devam etti fakat burada sahip olduğumuz birebir iletişim ortamı, eskiz kağıdı üzerinde tartışabilme olanağı sanal alemde yok. Aynı zamanda bu krizin etkisiyle de biraz daha buralara konsantre olmaya karar verdim. Çünkü Türkiye krizden pek az etkilendi. Ayrıca Urbanista adında bir gayrimenkul geliştirme şirketimiz var. O da bize ayrı bir açı veriyor, yani biz şirket olarak yalnızca mimarlık yapmıyoruz. Aynı zamanda müşteri nedir biliyoruz, müşterinin kimliğini kendimizden ve kendi tecrübemizden algılayarak öğrenmiş oluyoruz. Bence bu yüzden işverenler bizimle olan iletişimlerinden epeyce memnunlar, çünkü masanın her iki tarafında da oturabiliyoruz.

ÇY: Yani yürüttüğünüz 2 iş kolu birbiriyle ilişki içinde.

SA: Evet, bu da bize işverenlerin gözünde biraz ayrıcalık veriyor. Onların dertlerini kendimiz de yaşadığımız, onları anlayabildiğimiz için bize daha çok güveniyorlar. Neyse, ofisimiz 1989 civarında kurulmuştu, okuldan çıktıktan sonra 2-3 sene ARUP’ta çalışmıştım, ondan sonra hemen ofisimi kurdum. 1989’dan beri Avcı Architects çeşitli ortaklarıyla, adlarını ismine de ekleyerek çalıştı. Ancak son 6 senedir yalnızca Avcı Architects olarak devam ediyoruz.

ÇY: Peki İstanbul’a gelmeye ve burada bir ofis açmaya nasıl karar verdiniz?

SA: İstanbul’a aslında askerlikten dolayı geldim. Askerliği herkes gibi devamlı erteliyordum. Ama bıçak kemiğe dayandı, o sırada da depremden dolayı ortaya bedelli askerlik imkanı çıkmıştı. Ben de hemen karar verdim, Londra’daki ofis de uygundu. 1 aylık bir askerlik yaptım, onu da bu şekilde atlattım. Aslında askerlikten önceki 6 senelik sürede Türkiye’ye gelmedim, beni sınırda tutup kışlaya atarlar diye korktum. Aslında izinliydim ama yine de öyle bir korkum vardı.

Tüm bunların sonrasında Türkiye’ye gelişim aslında bence Türkiye’nin değişim noktasına rastladı. Bu tam 10 sene önce oluyor. Askerlik sonrasında da bir konferans vermem gerekti. Kışladan çıkar çıkmaz İstanbul’a gelip konferans verdim. Askerlik sırasında Türkiye’ye angaje oldum. Aslında zorunlu olarak angaje oluyorsunuz çünkü askerlikte herkes var. Kışlada Bulanık’tan gelen bir çiftçinin oğlu, öbür taraftan Hamburg’da kendi işyerini yürüten Türk, Hollanda’dan bir bakan, bir mühendis ya da bir mimar – çok enteresan bir karışım. Orada Türkiye’nin kimliğini ve potansiyelini bir anda hissettim ve o zamandan sonra Türkiye’ye daha sık gelmeye karar verdim. Her ya da 2-3 ayda bir Türkiye’ye gelmeye başladım.

Konferansı verdiğim sene, 2011’de, Markus Lehto ile tanıştım. Markus 2006 senesinde Kanyon’u açtı. O işi başarıyla bitirdi, biz de bu vesileyle bundan sonra ne yapacağını, isterse bir ortaklık kurabileceğimizi konuştuk. Gayrimenkul üzerine bir ortaklık düşündük, ama gayrimenkulun vizyonunu değiştirmek, ona bir ayrıcalık katmak amacıyla. Bunun üzerine Urbanista şirketini kurduk. Avcı Architects o sırada Londra’dan devam etti ama yavaş yavaş burada da mimarlık işlerine ilgi artmaya başladı. İsmimiz duyulmaya başladı ve ofis yavaş yavaş büyüdü, ağırlık mimarlığa kaydı. 2007’de zamanımın %50-60’ını burada harcamaya başladım. Şimdi %80’ini diyebilirim. Ama yine Londra, Ljubljana ve İstanbul arasında gidip geliyorum.

ÇY: Zor bir hayat gibi görünüyor.

SA: Epeyce zor. Aslında bunu daha evvel Ljubljana-Londra arasında yapıyordum ve o bölgedeki projeleri Ljubljana’dan yönetmek kolaydı. Mesela İtalya Floransa’daki bir proje için arabaya atlayıp ya da Budapeşte’deki bir işe 45 dakikalık bir uçak yolculuğuyla gidebiliyordum. Yani o bölge Ljubljana’dan çok kolay yönetiliyordu. Londra ve Ljubljana arası da çok yakın, uçuş mesafesi 2 saatin altında. Onun için bu durum bir alışkanlık haline gelmişti. Hafta boyu genellikle Londra’da çalışıp hafta sonunu Ljubljana’da geçiriyordum. Ama Türkiye’ye gelince o üçgeni tamamlamak daha da zorlaştı. Bir de işler başka memleketlerde de olmaya başladı şimdi, müşteri de devamlı seni istiyor, yani işi verdiği insanın gözünün önünde olmasını istiyor. Bir alttakini görmek istemiyor. Ben de bunu telafi etmek için yanımda çalışanları öne sürmeye çalışıyorum. Mesela Burak Ünder zamanla ortağım konumuna gelen biri, yaklaşık 8 senedir burada çalışıyor ve şimdi rahatça birçok noktada “Burak, sen gider misin,” diyebiliyorum. Bu durum tempoyu biraz rahatlattı.

ÇY: Peki İstanbul ya da Türkiye’de yürüttüğünüz bir proje var mı?

SA: Burada epeyce değişik projeler var. Mesela şimdi Ankara’da bir proje gerçekleşmeye başladı. Türkiye Müteahhitler Birliği’nin genel merkez binasını tasarlamak için davet edildiğimiz bir yarışmaydı. Geçen sene Kasım ayında teslim ettiğimiz bir işti ve şimdi onun uygulama projesi aşamasındayız. Kazıma bir ay sonra başlayacağız. Onun dışında İstanbul’da birkaç tane yeni proje var. Mesela İstanbul’da Hewlett-Packard Genel Merkez Ofisi projesini yaptık. Şu anda Yüksel İnşaat için Çubuklu Vadi’de master plan boyutunda bir proje yaptık. Fiba Gayrimenkul için bir “envisioning” konsept projesi yaptık. Şimdi Ata İnşaat ile çalışıyoruz. Yani birçok Türk firmasıyla çalışmaya başladık ve hepsi genellikle üst düzey, vizyonları yüksek, iyi kalitede firmalar.

ÇY: Size gelip birlikte çalışma talebinde bulunan firmalar sürdürülebilir yaklaşımınızdan haberdar olarak mı geliyorlar? Bu yaklaşımdaki projeleri kendiliğinden talep ediyorlar mı? Yoksa yönlendirmek durumunda mı kalıyorsunuz?

SA: Genellikle bu gibi bağlantılar şöyle doğuyor; konferanslarda, konuşmalarda bir bilgi alışverişi olduğu zaman, kendi fikirlerimi ortaya koyma şansım olduğu zaman üzerinde durduğum konu şirket ve kişilere cazip geliyor, böylece benimle temasa geçiliyor. Türkiye’de şu anki durumda sürdürülebilirlik önemli bir konu. Önceden herkes bunu yalnızca kulağının ucuyla duymuş gibi, sanki sürdürülebilirlik bir modaymışcasına ve “Biz de şuna bir göz atsak,” gibi bir yaklaşımla ele alıyordu. Ama son 1-2 yıl içerisinde firmalar bunun çok ciddi bir ihtiyaç meselesi olduğunu hissetmeye başladı. Biz de şirket olarak, ben kişi olarak, bunun üzerinde uzmanlaştığımız için, bize bu konuyla geliyorlar. Mesela İngiliz Ticaret Odası’nın İngiliz mimarları tanıtmak amacıyla Ankara’da düzenlediği bir etkinlikte – ben de İngiliz mimar olarak burada projeler hakkında konuşmak üzere katılmıştım – Türkiye Müteahhitler Birliği’nin başkan vekili Prag’da yaptığımız bir projeyi (Zizkov Retail Centre) gördü. Orada bir alışveriş merkezinin soğutma sistemini bir labirent sistemiyle elde etmeyi düşünmüştük. O da yer altındaki mevcut doğal soğukluğu bina içerisinde kullanmak üzere tasarlanmış bir sistemdi. Kendisi bunu çok beğendi ve böyle birşey istediğini söyledi. Diyaloğumuz böyle başladı. Tabii birçok mimar alışveriş merkezi çizebilir fakat bunu sürdürülebilirliğin ilkeleriyle dengeli bir şekilde bağdaştırmak kolay bir şey değil.


Zizkov Retail Centre, Prag


Zizkov Retail Centre, Prag


Zizkov Retail Centre, Prag


Zizkov Retail Centre, Prag

Birçok mimar bu konudan pek haberdar değil ya da bilgileri çok az ve yüzeysel. Sürdürülebilirliğin neticesi birkaç solar panel ya da binaya birşey takmaktan ibaret olarak görülüyor ama hiç öyle değil. Sürdürülebilirlik çok daha kapsamlı bir kavram, sadece ekolojiyle bitmiyor ve daha başka boyutları da var. Biz de bu dengeli bakış açısını her zaman ortaya koyduğumuz için, işverenler buna çok pozitif bakıyorlar. Çünkü biz buna yalnızca mimar gözüyle bakmıyoruz. Mimarlar daha çok form-fonksiyon çerçevesinin dışına pek çıkamıyorlar. Ama mesela, biz sürdürülebilirlik adına, teknik olmayan insanlarla anlaşabilmek, iletişim kurabilmek için bir kuram yarattık. Sürdürülebilirliği “3E” prensibiyle uyguluyoruz. “3E: Ekonomi, Ekoloji ve Etik” değerleri bir araya getiriyor.


3E Prensibi

ÇY: Aynı anlamda kullanılan “ekolojik”, “yeşil”, “çevre dostu” gibi birçok moda kavram var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

SA: Sürdürülebilirliğin anlamından başlarsak, bugün yaptığımız herşey gelecek nesil için yapılıyor, kendimiz için değil. Yalnız, bu gelecek neslin çıkarları yalnızca ekolojiden ibaret değil, birçok katmanları var. Sürdürülebilirlik, bir terim olarak, hepsini bir araya getiriyor. Bu şemsiyenin altında ekoloji de var, ekolojinin de hem doğayla ilgili katmanları var hem de binaların doğa içindeki oluşumlarıyla ilgili katmanları var, binaların tasarımını etkileyen.

Bir çevre düzenlemesinde, bir tasarım projesinde ekonomik ve etik katmanların da sürece dahil edilmesi, bu olayı daha da sofistike bir şeye dönüştürüyor, onun için yalnızca solar panellerden ibaret bir şey değil bu. Bir binanın tasarımında ısı kazanımı yalnızca bir konudur. Daha önemli bir konu ise, bu bina bir çalışma ortamıysa insanların sağlıklı, birbirleriyle çalışma ilişkilerini güçlendiren bir ortamda çalışabilmelerinin sağlanmasıdır. Solar paneller bunu etkilemiyorlar. O mekanın barındırdığı kurum ya da organizasyonun sürdürülebilir bir şekilde hayatına devam etmesi için insanların orada ne yaptıklarını tamamen anlamak ve bunu destekleyen hareketler yapmak lazım. Mesela bir ofis ortamı yalnızca birkaç masa ve sandalyeden ibaret değildir. Orada ne üretmeye çalıştıklarını da anlamak, ve insanlar arasındaki yaratıcılığı destekleyici yöntemlerin kullanılması gerekiyor. Bu her çalışma ortamında olması gereken bir şey çünkü aslında birlikte çalışan insanlar bir komünite oluşturur. Bu yüzden insanların birbirlerini desteklediği bir ortamın oluşması lazım.

Bunları erken safhada düşünmek, bu anlayışı kalem daha kağıda değmeden evvel programı tanımlama esnasında ortaya koymak gerekiyor. Bunlar yalnızca tasarımla ya da yapısal unsurlarla değil, ilişkilerle de ilgili. Mesela bir ortamda renk seçimi, gün ışığının ne şekilde içeri alınacağı, bir mekanla bir diğerinin görsel ilişkisi… Çok değişik ve büyük etkiler yaratabiliyor. Bu yüzden, bu “3E” prensibi çerçevesinde birçok açıdan bakmak gerekiyor ve bu sizi zorluyor. Bir formül demek istemiyorum ama, bir işe baz prensiplerle başlarsanız, bir nevi standartlar yaratmış olursunuz. Böylece daha bütüncül, tamamlayıcı bir tasarıma ulaşabilirsiniz.

ÇY: “3E” prensibini bina haricinde, bir iç mekanda ya da bir objede de uyguluyor musunuz? Bütüncül düşünme bunlara da uygulanabiliyor mu?

SA: Uyguluyoruz, bu bizim içimize işlemiş bir şey. Mesela geçenlerde Markus’la Begrad’da yaptığımız bir projeyi (River Plaza) konuşuyorduk. Markus raporu yazıyordu, “Bu projede sürdürülebilirlikten hiç bahsetmedik, burada bu konuyla ilgili ne yaptık?” dedi. Rapor yazma dönemine kadar bu konuda aramızda bir diyalog olmadı fakat tasarım sürecinde o diyalog kendiliğinden geliştiğinden ilkelerin hepsi tasarımın doğal bir parçası haline gelmiş. Ben de neler yaptığımızı anlattım Markus’a ve o da hamlelerin nasıl da hissettirmeden, doğal bir şekilde geliştiğini şaşırarak gördü.


River Plaza, Belgrad – Sırbistan


River Plaza, Belgrad – Sırbistan


River Plaza, Belgrad – Sırbistan

ÇY: Bu çok güzel bir şey.

SA: Devamlı olarak aynı şeyleri konuştuğumuz ve aynı prensipleri ortaya koyduğumuz için bunlar zamanla sürecin içine işliyor, onun için unutmak mümkün olmuyor. Bir nevi beyin yıkama. Eski alışkanlıkları bir kenara bırakmanız gerekiyor. Eskileri atmak çok zor, onları atmanın tek yolu onları yeni bir prensip düzeniyle değiştirmek ve bu düzeni sürekli tekrarlamak. Böylece o eski alışkanlıklar yavaş yavaş kaybolup gidiyor.

Mesela bir binanın yerleşimini düşünürken onu etik ve kültürel açıdan ele alıp toplumla ilişkisini düşünürüz. Konu kentsel bir problemin çözümü ise o bölgedeki ilişkiler akla gelir. Oradaki topluma nasıl destek verilebileceği, toplumla nasıl ilişki kurulabileceği düşünülür. Bunlar binanın kendi fonksiyonunun dışında olan şeyler ancak binayı şekillendiriyor, pozisyonu ayarlıyor. Daha sonra daha derinlere inmeye başlayınca, binanın kendi toplumuyla dışarıdaki toplumun arasındaki ilişkiler, bu bağladaki iletişimler ve ana faktörler nedir; geçirgen mi olmalı, dışla iletişimi yüksek mi yoksa kısıtlı mı olmalı gibi sorular formları etkilemeye başlıyor. Bu düşünce sizi bir yandan zorlarken, “Bu bina Türkiye’de, Ankara’da. Yazın çok sıcak bir iklimi var, öte yandan kışın da soğuk bir iklime sahip,” diyorsunuz. Buna nasıl bir yaklaşım olabilir diye düşünmeye başlıyorsunuz. Güneşi nasıl kullanabiliriz diye düşünüyoruz. Güneş doğal bir kaynak, bazen çok zararlı bazen de çok yararlı. Yazın zararı büyük, binayı çok fazla ısıtıyor ve soğutma ihtiyacı çok yükseliyor. Güneşle başa çıkmazsanız, çalışma ortamındaysanız ekranınızı göremiyorsunuz. Ama ilkbahar ve sonbaharda daha çok ısıtmaya ihtiyacınız olduğundan güneşi dahil etmek istiyorsunuz. Bu iki mevsim arasında karşıt düşünceler var, bu demektir ki binanın derisi, dış cephesi daha duyarlı olmalı. Cephenin bu iklim şartlarıyla başa çıkabilmesi gerekiyor. Ve bir anda bina şekillenmeye başlıyor, oryantasyonu olanak varsa güneşe göre şekilleniyor. Bu durum binayı kütle ve detay bazında etkiliyor.

Bu düşünce tarzı birçok değişik açılardan size tasarım tüyoları veriyor, eğer isterseniz tabii ki. Bence istememek söz konusu değil, bunun bir şart haline gelmesi gerekiyor. Mesela şimdi Türkiye’de, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, enerji verimliliği sertifikalandırması var. Zorunlu olarak, 1000 m²’den büyük bir binanın enerji verimliliği açısından derecelendirilmesi gerekiyor. Daha doğrusu, sadece enerjiden ibaret değil bu, sürdürülebilirlik notunu binanın dışında göstermeniz gerekiyor. Buzdolabı aldığınız zaman üzerinde yeşilden kırmızıya giden işaretler vardır ya, binalar da bu şekilde derecelendiriliyor Türkiye’de. Kanun çıkalı henüz 1 yıl oldu, bunun etkisini insanlar daha fark etmediler. Mimarlar da işverenler de bunun pek farkında değiller. Ne yapacaklarını, bunun temelde projeleri nasıl etkileyeceğini bilmiyorlar.

Zamanla, belki çok kısa bir zaman içerisinde, kullanılan enerjinin belirli bir kısmının doğal kaynaklardan gelmesi zorunlu olacak. Avrupa’da petrol ve kömür gibi kaynaklar dışında enerjinin %20’si doğal kaynaklardan elde edilmek zorunda. Bu sadece birkaç solar panel takarak gerçekleştirilemeyecek bir orantı. Onun için binanın tümüyle başa çıkmanız ve doğal kaynakların tümünü kullanmanız lazım, aynı zamanda bunu ekonomik açıdan dengelemeniz lazım. Çünkü işverenin bütçesi sınırlı.

ÇY: Maddi konularda da sürdürülebilir düşünmemiz daha mantıklı değil mi? Sürdürülebilir sistemler kurmak pahalı gibi görülüyor. Acaba bunu benimsetmek için bilinçlendirme çalışmaları mı yapmak gerekiyor? Ne de olsa “nasıl daha az masraf yaparım” anlayışıyla işe yaklaşınca ileride daha fazlasını kaybettiğimiz ortada. Bunu mu anlamamız gerekiyor?

SA: Evet, bunu da hissetmeden anlamıyor insanlar. Kendilerini etkilemedikçe, fiziki, ekonomik bir etkisi olmadıkça anlayamıyorlar. Mesela dünyada bu konu ilk defa 1973-74’teki petrol krizinden sonra gündeme geldi. O zaman OPEC ülkeleri vanaları kapadılar ve fiyatları aşırı seviyede yükselttiler. Petrolün akışı değişti tamamen. Avrupa bir anda uyandı çünkü petrol için tamamen Avrupa dışındaki ülkelere muhtaç olarak düzenlenmişti ekonomi. Bunun dışında petrol için kendi arayışlarına koyuldular. Ama bunun önemli bir getirisi binaların enerji verimliliğinin arttırılması gerekliliğini ortaya çıkarmasıydı. Krizden sonra bu konular ilk gündeme geldiğinde Avrupa topluluğu da bunu prensip edinmeye başladı. Zaman içerisinde -37 sene oldu- artık bir kanun haline geldi. Sürdürebilirlik bakış açısı, binaların yapımı yönetmeliklerine dahil oldu.

Yönetmelikler ne yapmanız gerektiğini kelimesi kelimesine size anlatıyor ve bundan kaçamıyorsunuz. Bu da tabii ki pratikte insanların karşısına çıkıyor. Bir bina yapmak istiyor ve bakıyor ki o yönetmelik yapacağı evin izolasyon orantısını bile tanımlıyor. Şimdi doğal enerji kaynaklarını kullanma zorunluluğu da bireysel olarak herkesi etkiliyor. Şunu demek istiyorum, bunu merkezden de yapmak gerekiyor, yani hükümetin de bunu benimseyip kanun yapması gerek. Ve Türkiye de bunu yapmaya başladı, dediğim gibi geçen yıl çıkan bu verimlilik sertifikası artık kanun oldu. Bu yüzden de mesela bu sene United Nations Development Programme (UNDP), Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’yla beraber bir örnek proje ilan etti. Bu örnek projede binaların enerji verimliliğini nasıl arttırılabileceği, ne gibi tasarımsal yöntemlere gidilebileceğini inceleyen bir proje. Hem de entegre tasarımın nasıl yapılacağını araştırmak adına başlatıldı.
Zaten bu sürdürülebilirlik hareketini tutarlı bir şekilde gerçekleştirebilmemiz için biz mimarlar kendi başımıza hareket edemeyiz. Mühendislerin, peyzaj mimarlarının da bunu benimseyip bizim yanımızda olmaları lazım. Bu gruba önderlik yapan kişi her zaman mimar, çünkü kağıda kalemi ilk vuran kişidir. Ama şu ana kadar alışageldiğimiz süreç “Al bunun içine birkaç şaft, boru koy, strüktürü depreme karşı yeterli midir bir kontrol et, birkaç demir at geri ver bana” şeklinde işliyordu. Mühendis yaratıcı bir unsur olarak görülmüyor. Bu her mimar için doğru değil; Türkiye’de çok iyi, artık dünyada da etkisi yavaş yavaş görülen mimarlar var, çoğu benim arkadaşım. Ama %99’u malesef böyle değil. O iyi mimarlarların sayısı iki elin parmağını geçmez. Bu orantının tam tersine dönmesi lazım.

Ben bu süreci İngiltere’de takip ettim mesela. Bu konulara okuldan beri eğiliyordum, kendiliğinden çok yakın hissettiğim konulardı. Üniversitede yaptığım projelerde bu konu hep yer alıyordu, staj için girdiğim ilk şirket, Feilden Clegg Bradley Studios- o zamanki ismiyle Architecture Shop – da bu konuyu çok benimsemiş ve uygulamaya başlamış şirketlerden birisiydi. 30 sene evvel orada hakikaten bu konuların uygulaması yapılıyordu. O zaman İngiltere’deki orantı aynı buradaki gibiydi. %5 bu uygulamaları yaparken, %95 hala aynı standart şeyleri yapıyordu. Ama tabii İngiltere’deki profesyonel seviye daha da yüksek olmuştur hep.


Al-Haram Mosque Eklentisi, Mekke


Al-Haram Mosque Eklentisi, Mekke


Al-Haram Mosque Eklentisi, Mekke


Al-Haram Mosque Eklentisi, Mekke


Al-Haram Mosque Eklentisi, Mekke

ÇY: Yani burada aynı orantıyı yakalamak daha mı fazla vakit alacak?

SA: Evet, çünkü mimari eğitimimiz değişik bir sisteme sahip. Orada mesela ancak 8 sene sonra okuldan çıkabiliyorsunuz. 3 safhadan geçiyorsunuz, buradaki lisans bölümü orada “Part 1” diye adlandırılıyor. Biz burada lisansı bitirdikten sonra gidip mimarlık yapabiliyoruz. Bu orada imkansız, kendinize mimar demek için yüksek lisans seviyesindeki 2. kısmı bitirip 3. kısımdaki profesyonel sertifikalandırmayı geçmeniz gerekiyor, ki bu da ancak 2 sene bir ofiste bir projeyi yürütüp tecrübe edindikten sonra gerçekleşiyor. “Mimar” kelimesi krallık tarafından korunan bir kelime, bunları yapmadan kendinize mimar derseniz size dava açılıyor. Yani sadece simgesel bir şey değil. Mimarlık gerçekten çok derin bir konu, biz ise burada çok yüzeysel yapıyoruz. Hemen 3-4 sene sonra mimar olup bina yapıyoruz, hem de hiç uygulama pratiği olmadan.

ÇY: Acaba eğitimimizdeki ayrıştırıcı öğrenme biçimi de bu yüzeyselliğe sebep oluyor olabilir mi? Mesela sürdürülebilirlikle ilgili dersleri de projeden bağımsız alıyorsunuz ve hatta çoğunlukla seçmeli ders olarak alabiliyorsunuz. Şimdi de bu tip bir ayrım, ekolojik yapıların, konaklama yapıları, eğitim yapıları gibi yalnızca tipolojik bir kategori gibi görülmesinde var.

SA: Evet, sanki hepsi ayrı şeylermiş gibi. Prensiplerden değil de tipolojiden bahsediyormuşuz gibi. Türkiye’de çok şeyin değişmesi lazım, ama Türkiye çok hızlı değişen bir ülke. Çok çabuk öğrenen bir ülkeyiz, mesela son 10 senede yapılan şeyler müthiş. Hepsi akılalmaz bir hızla gerçekleşti. Ben uzaktan takip edebildiğim için anlıyorum. Yani İngiltere’den, sürekli gidip geldiğim için o değişiklikler gözüme batıyor. O yüzden ümitsiz bir durum yok. Türkler bilhassa bir şeyi benimsedikten sonra çok koparıcı bir karaktere bürünebiliyor, benimsediğini tutup bırakmıyor. Benimsemek önemli ve biz de bu süreçten geçiyoruz. Ama bunu hükümetin de kökünden benimsemesi lazım. Bu dönemde bence bu oluşacak. 5 yıl sonra, bence, Türkiye’yi tanıyamayacağız.

ÇY: Oldukça umutlusunuz…

SA: Çok büyük değişiklikleri gördüğüm için. Devamlı burada yaşayanlar, aynı şeylerle başa çıktıklarından biraz ümitsizler. Hiçbir şeyin değişmediğini söylüyorlar ama aslında bu doğru değil. Aslında ben de bu değişimin bir parçasıyım. Dürtüklemek için buradayım.

ÇY: Zaten eski söyleşilerinizden birinde “Yaratıcı mühendisliğin tohumlarını atmak için buradayım,” dediğinizi okudum. Bunu ne şekilde gerçekleştirmeyi düşünüyorsunuz?

SA: Evet, öncelikle yaptığımız projelerde yaratıcı mühendislerle çalışmaya gayret ediyoruz. Mesela Müteahhitler Birliği’nin binasının konsept tasarımında, yani yarışma esnasında Londra’da beraber çalıştığımız Atelier Ten adlı şirketle çalıştık. Kurucusu da benim eski okul arkadaşım. O okulda (İngiltere Bath Üniversitesi) mühendisler ve mimarlar ilk 2 sene aynı dersleri aynı stüdyoda görüyorlar. Daha sonra konular derinleştiğinde ayrılıyorlar, ancak son projelerini, entegre tasarımı gerçekleştirmek için, yine birlikte yapıyorlar. Yani entegre düşünme tarzı ve entegre tasarım anlayışı okuldan başlıyor. Benim mezun olduğum okul da bunu ilk yapan. Kurucuları Ted Happold ve Prof. Michael Brawne, Ove Arup’tan (ARUP’un kurucusu) esinlenerek bunu yapıyor. ARUP, entegre tasarımı dünyaya benimseten ilk şirketlerden birisi. Burada mühendisler ve mimarlar bir araya gelerek tasarlıyorlar. Yaptıkları işlere sıfırdan beraber başlıyorlar. İlk münakaşalar beraber yapılıyor. Mühendis anlıyor senin mimari yaklaşımlarını, programı. Mesela burada mühendis programı pek anlamaz. Programı mimar çözer ama o programın içindeki detaylar, bu detayların incelikleri de mühendislere fikir verebiliyor. Böylece ayrıcalıklar ortaya çıkıyor. İlk baştan, konsept tasarım aşamasında beraber masaya oturulursa, onların da yaratıcılığı masaya konmuş oluyor. Burada ise mühendis, kesin proje aşamasında devreye giriyor. Konsept tasarımda mimarın yaptığı şeyleri destekleyici laflar ederek, kesin projede de yine mimarların yaptığı şeyleri kesinleştirmek üzere sürece dahil oluyor. Bundan sonra da uygulama projesine geçiliyor. Yani yaratıcılıkları kullanılmıyor. Onlar da bizim gibi büyük beyin kapasiteleri olan, yaratıcı, muhteşem insanlar (gülüyor). Ama kullanamıyoruz onları. Aslında bunu yapmak çok kolay ama süreçte bu benimsenmemiş.

Bir işveren, mimar ve mühendisten teklif istediği zaman verilen teklifler, dediğim gibi oluşuyor. Yani mühendis sürece kesin proje esnasında katılacağını farz ediyor. Avan proje esnasında da katılabiliyor tabii ama projeyi pek etkileyemeyeceğini bildiğinden fazla zaman vermiyor kendisine. Fiyatlandırdığımız şey süreç, bizim alıp sattığımız şey de beyin gücümüz. Ama sürece bunu katmıyor, böylece mühendislerin de mimarların da ücretleri daha az oluyor, dolayısıyla fazla zaman harcamıyorlar. Mesela Avrupa’ya giderseniz ücretlerin yapı masrafına oranı Türkiye’nin 3-4 katı. Orada mimarın ücreti yapı masrafının %5’i ise, burada bu oran %1 bile değil. Bu orantı yanlış. Bir bina düşünce ile oluşur. Düşünmeden bir şey yapamazsınız, ama burada bizim tarzımız çoğunlukla “Yapalım, sonra çözeriz,” şeklinde. Proje yeterince detaylandırılmadan, çok yüzeysel çizimlerle sahaya atlanıyor ve birçok şey sahada çözülüyor. O sofistike düşünceler kağıt üzerinde tartışılıp çözülmüyor. İmalatçılar da katılmıyor bu sürece. Kullanılan malzemenin de kısıtlamaları, değerleri, potansiyeli var. Bunları da o malzemeyi işleyen adamdan öğrenirsin. Fabrikasını ziyaret edersin, malzemeyle biraz uğraştığın zaman onunla ne yapıp yapamayacağını anlarsın. Bizde ne bu adet ne de zaman var, bu yüzden mimar ve mühendislere verilen ücret de çok gülünç seviyede. Çoğu zaman bir mühendis bana fiyat verdiğinde, “Bunu git, yükselt,” diyorum. “Çünkü ben senden çok daha fazla şey isteyeceğim. Seninle daha erken başlayacağım, epeyce tartışacağım, epeyce alışverişimiz olacak.”

ÇY: Nasıl tepkiler alıyorsunuz?

SA: Şaşırıyorlar (gülüyor). Ve bunu işverenlere de söylüyorum: “Alacağınız ürün – ki bu düşüncedir – zamanla kısıtlanıyor. Daha fazla zaman verirseniz daha çok ürün alacaksınız ve daha sofistike, daha derin fikirler elde edebileceksiniz. Ne de olsa yine aynı zamanı harcayacaksınız.” Burada çabucak bir şeyler çizip sorunları sahada çözmeye çalışıyorlar. Ve bu sorunlar, sahada, projeyle ilişkisi olmayan meçhul kişilere – saha mühendisleri ve mimarları, müteahhitin tuttuğu kişiler – bırakılıyor. Projeyi başlatan mimar ve mühendisin sahaya da devam etmesi, bu süreçte de tasarımsal sorunlara cevap vermesi lazım ama bu zaman tanınmıyor. Ve tabii bütün problemler sahaya itildiği için mimar ve mühendisler de ücretlerini buna göre belirliyorlar. Sahadaki ücretlerini yükseltmeye çalışıyorlar, biliyorlar ki işveren onlara muhtaç olacak ve sahaya gitmek durumunda kalacaklar. Ama orada kendi yarattıkları problemleri çözüyor olacaklar. Tamamen tersine işleyen bir süreç. Zamanı daha evvel harcamak lazım. Sürecin toplam zamanı aynı, ama düşünce sürecini erken bitiriliyor.

Tartışmaya mimarı, mühendisi, imalatçıyı, işvereni, kullanıcıyı, yani herkesi katmayı, tüm bunun da mimar tarafından yönetilmesini sağlamak gerekiyor. Mimarın rolü bir tür orkestra şefliğidir, ki en büyük rolü bu. O aynı zamanda tabloya uzaktan ve yakından bakan bir ressam, resmin devamlı bütünlüğünü sağlayan. Tabii bu resmin katmanları yoğunlaştıkça işi zorlaşıyor. Bu yavaş yavaş olmaya başladı. Dediğim gibi, hükümetin de bunu UNDP aracılığıyla konu edinmesi, entegre tasarımı ilke olarak sistemimize nasıl getirebiliriz sorusunu ortaya koyması iyi bir işaret. Mimarların da buna yetişmeleri lazım. Aslında bunun öncülüğünü, bu işi en çok bilen insanlar olarak, mimar ve mühendislerin yapması lazım. Arada bir protesto falan oluyor ama genelde suskunuz ve ürkek davranıyoruz.

ÇY: Peki bu bahsettiğiniz entegre sistemi, buradaki ofisinizde, burada yetişmiş çalışanlarınızla ne kadar uygulayabiliyorsunuz? Herhalde farklı disiplinlerden kişilerle de çalışıyorsunuzdur.

SA: Dışarıdan gelen mühendislerle tabii ki böyle diyaloglarımız oluyor. Anlatmakla bitmiyor ama, tecrübe de gerekiyor. Tecrübe de tabii ki yaparak oluşuyor. Şu anda çalıştığımız mühendisler bizim ne yapmaya çalıştığımızı anlamış ve benimsemiş durumdalar. Bunu da çok istiyorlar zaten, çok dışarda durdukları, sürecin hep kenarında yer aldıkları için, dahil edilmek onları memnun ediyor. Onları nasıl dahil edeceğimiz tamamen bizim tutumumuza bağlı. Her giriştiğimiz projedeki ekibe çalışma sistemimizi ve onlardan hangi aşamalarda ne beklediğimizi anlatıyoruz. Yine de tecrübe edince tam olarak ne demek istediğimizi daha iyi anlıyorlar. Ofiste de çalışanların hepsi yüzeysel çalışmadığımızı zorunlu olarak görüyorlar. Zaten bize daha çok böyle çalışmak isteyenler yönleniyor.


ÇY: Seçilen durumuna geliyorsunuz.

SA: Evet. Bir de zaten tipik bir ofis ortamımız yok, burası daha çok bir stüdyo. Herkes zamanının çoğunu burada geçiriyor. Bu katılımcı felsefe her seviyede bir şekilde işleniyor. O yüzden, bu felsefeyi yürütmek isteyen insanlar birbirlerini bir şekilde buluyorlar demek ki. Konuşuyorlar çünkü birbirleriyle.

ÇY: Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

SA: Bunu yürütmemiz için bir kişiden fazlası gerekiyor. Bizim gibi düşünen, entegre tasarımı benimsemiş birkaç mimar var. Onların bir araya gelip, iletişim kurup, bunu desteklemeleri lazım. O kitle birbirine ne kadar yaklaşırsa, diyalogları ne kadar çoğalırsa daha çabuk yol alırız. Onun için ayrı hareket etmek yanlış bence.

ÇY: Bu dediğiniz, yine daha önceki söyleşilerinizden birinde geçen Eco-Allience adlı yapılaşma ile mi ilgili?

SA: Evet. Bu gibi düşünceleri Türkiye’de bulmak zor, ama dışarıda bunun pratiğini yapan çok mühendis ve mimar var. Onları bir şekilde buraya getirmeye çalışıyoruz. Onların uzmanlıklarını kullanmak istiyoruz. Ama ücretler arasında çok büyük farklar olduğu için projenin tümünü burada yapamıyor dışarıdan gelen mühendisler. Onun için onlarla lokal mühendisler arasında bir dayanışma olması gerekiyor. “allience” (birlik) kelimesi oradan geliyor. Eco-Allience yapısını bu yüzden kurduk. Dünyanın birçok yerinde çalışan bir mühendisi burada çalışan bir mühendisle buluşturarak aralarında dayanışma yaratmayı amaçladık. Böylece o pratiği ve tecrübeyi getiren mühendis tecrübesinin süistimal edilebileceğini hissetmeyecek, dayanışmanın devamlı olacağını hissedebilecek. Bu sadece mühendisler ve mimarlar değil başka sektörlerden de kişilerin iletişimiyle, böylece bilginin çoğalmasıyla elde edilebilecek bir şey. Eco-Allience’ın işverenler arasında da olmasını istiyoruz. Yaşadıkları tecrübeleri burada da yaşatmak isteyenler, burada da yatırım yapmak isteyenler, buradaki lokal yatırımcılarla beraber çalışırlarsa o bilgi işveren tarafına da dönmüş olacak. Çünkü işverenlerin de eğitilmesi lazım.

ÇY: Son söylediklerinizi lokal kişilere ve özelliklere mimarlara bir çağrı olarak niteleyebilir miyiz?

SA: Evet.

ÇY: Teşekkür ediyoruz.

Etiketler

3 yorum

  • emine-merdim-yilmaz says:

    Ne kadar narin yapılar, ayakta nasıl durduklarını anlamak gerçekten güç…

  • yakup-onal says:

    Uçmakdere Köyü’nün Marmara Adasına uzanan dalyanları bir başka güzellik katar kıyıya.. Balıkçılar dışında, o bölgede yaşayan bir çok insan bu derme çatma demir ve tahtalardan yapılmış dalyanlara yeterli bilgiye sahip olmadan bakıyordu.. Sizler geldiniz..ben de yerel ölçekte de olsa dalyanların bulunduğu yerleşim yerindeki insanlara yaptığınız araştırmayı anlatma fırsatı buldum.. Sağolun.. Uçmakdere Köyü’ndeki Rumlardan kalma çökmeye yüz tutmuş evleri.. ya da Mürefte’de bulunan Rumlardan kalma “Mağaza” olarak adlandırılan şarap yapım yerlerini de bir gün gelir araştırır, mimari özelliklerini, üretime olan etkisini ortaya çıkarırsanız, bir başka konu da aydınlığa çıkar..

Bir yanıt yazın