“Önemli Tarihi Değeri ve Güzelliği Olan Bir Meydan Bu Kadar İlgisiz, Bakımsız Kalmamalıydı”

Beyazıt Meydanı düzenleme projesinin ortaya çıkması üzerine kent meydanları yine gündem oldu ve Beyazıt Meydanı projesi sosyal medyada birçok eleştiri aldı. Biz de projenin tasarım ekibinden Ali Kural'a merak edilenleri sorduk.

Arkitera: İBB ile çalışma süreciniz nasıl başladı? Projelendirme süreci ve İBB’nin bu sürece nasıl / ne kadar müdahil olduğundan bahseder misiniz?

Ali Kural: Beyazıt Meydanı Projesi, Büyükşehir Belediyesi’nin yürüttüğü bir proje ve Büyükşehir bünyesinde farklı müdürlüklerin sorumluluk alanlarını kapsıyor. Biz UrbAr Kentleşme ve Mimarlık Ofisi olarak Beyazıt Meydanı Kentsel Tasarım Projesini hazırladık. UrbAr olarak; Beyazıt Meydanı ve yakın çevresinde var olan sorunların tespiti ve farklı önerilerin değerlendirilmesini içeren iki yıla yakın bir süre boyunca analiz, alternatiflerin geliştirilmesi ve ön proje çalışması aşamalarında İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile birlikte çalıştık. Bizim hazırladığımız ve Koruma Kurulu’nda onaylanan projenin uygulama projeleri ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırılıyor. Ofisimiz UrbAr Kentleşme ve Mimarlık Ofisi kentsel tasarım ve uygulamaları, meydan tasarımı konusunda oldukça deneyimli. Bunun ötesinde hem güncel hem de tarihi kent peyzajını, özellikle 16.yüzyıl Osmanlı kent peyzajını, kent dokusunu ve kent kültürünü yorumlayabilecek donanıma sahibiz.

“Cansever’in projesinin en önemli üç unsuru uygulanmamıştır”

Sizce mevcut tasarım ve uygulamadaki problemler neler, renovasyona gidilmeyip yeni bir proje üretilmesinin sebeplerinden bahsedebilir misiniz? Turgut Cansever’in 1958’deki Beyazıd Meydanı uygulaması sizin tasarımınıza nasıl yansıdı? Korumayı seçtiğiniz yönleri var mıydı?

Bu sorulara birlikte yanıt vermek gerekiyor. Beyazıt Meydanı’na “mevcut tasarım ve uygulama vardı neden değiştirildi” diye bakılmaması gerekiyor, bunun da iki sebebi var. Birincisi, Turgut Cansever’in 1958-61 tarihli projesinin tam olarak uygulanmamış olması, ikincisi ise Beyazıt Meydanı’nın fiziki yapısının ve yakın çevresi ile olan ilişkilerinin aşırı derecede yıpranmış olması. Daha açık olarak, Cansever’in projesi zamanında tam olarak uygulanmamış ve yarım bırakılmıştır. Projesinin en önemli üç unsuru uygulanmamıştır.


Turgut Cansever’in tasarladığı Beyazıt Meydanı Düzenleme Projesi

Bunlardan ilki olan Meydan seviyesi ile Ordu Caddesi seviyesi arasında Cansever’in önerdiği, doku oluşturacak ve meydanı fiziksel olarak sınırlayacak öneri yapıların, mevcut tarihi yapıların siluetini kapatacak olması endişesi ile yaptırılmamış olması sonucunda meydanın sınırlarının belirsiz kalmasıdır. İkincisi yine Cansever’in Darülünun Caddesi’nden Meydan girişinde yapmak istediği geniş ve tarifli meydan girişinin yine zamanında inşaat alanında arkeolojik kalıntı bulunması endişesi ile yaptırılmamasıdır. O yüzden bugün meydana küçük dükkanların sıralandığı egzoz kokulu bir alt geçitten girilmektedir. Üçüncüsü ise zemin kaplamaları ile ilgili. Cansever, Meydan zemininde kırmızı tuğla ve mermer malzemeleri ile zemin kaplaması yapmak istemiş, (sebebini biz de çalışırken anladık, tarihi yapılarla tezat oluşturacak bir zemin rengi ve dokusuna ihtiyaç var ki tarihi yapılar ile bir ön plan – arka plan ilişkisi kurulabilsin), ancak dönemin yöneticileri renk ve malzeme tercihini meydan “Kızıl Meydan” olacak endişesi ile yaptırmamışlar.

Ayrıca, Meydan ve çevresinde, Meydan’a ulaşan akslarda her açıdan bir yıpranmışlık söz konusu, bu kadar önemli tarihi değeri ve güzelliği olan bir Meydan, bu kadar ilgisiz, bakımsız, kalmamalıydı. Bu soru kapsamında detaya girilemez ancak Beyazıt Meydanı gerçekten metruk bir durumda ve burada çalışma yapmakta geç bile kalınmış olduğunu gördük.

İBB’nin geliştirdiği projelere karşı toplumsal bir önyargı söz konusu. Beyazıt Meydanı projesi de sosyal medyada bu yönde eleştirildi. Getirilen eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Maalesef, eleştirilerin belirli bir kısmı bilgi içermeyen genellemeler üzerine kurulu.

İstanbul’da kent meydanı projeleri çoğunlukla belediyenin ilgili birimlerince inşa edilen ve bu sebeple tasarım disiplinlerinden uzmanların pek deneyimleyemediği bir alan. Projelerin daha katılımcı platformda geliştirilmesi için nasıl yollara başvurulmalı sizce?

Çok önemli bir soru. İstanbul ile ilgili projelere yapıcı bir biçimde yaklaşmak gerekiyor. Her uzmanlık alanı ve tasarım disiplini kendi alanında İstanbul’un kentsel alanları ile ilgili araştırma, yorum, öneri ve yazılar hazırlamalı ve yayınlamalı. Katkı bu şekilde yapılabilir, yapanlar var zaten. Biz proje çalışmaları sırasında ulaşabildiğimiz her kaynaktan, yazıdan ve öneriden faydalanmaya çalıştık.

Etiketler

13 yorum

  • songul-vurdu says:

    Bu yazıdan sonra, “her biri birer heykel” diye düşündüğüm Zaha Hadid’in tasarladığı yapılara artık daha farklı bakacağım.

  • murat-kaan-salcigil says:

    Her hafta en az bir kez bu eleştirel tonda bize ayna tutan yazılara ihtiyacımız var.

  • celik-erengezgin says:

    “Mimar dediğin nedir ki insan yoksa içinde !” demiştim yıllar önce.. Bu yazının, sadece iki gün içinde ulaştığı okunma ve paylaşım sayılarına baktığımda, “mimarların içinde de ne çok insan varmış; kendisini ve mesleğini tarafsızca gözlemleyebilen diyorum” ve çok seviniyorum.. İnanın, beni hiç yanıltmadınız !…

    Her hafta mı dediniz ?.. Benden göndermesi, sizden değerlendirilmesi !.. Kim demiş paylaşımı beceremeyiz diye ?.. Hele bir masaya yatıralım sorunları, hele bir açık yürekle koyabilelim teşhisi ve gözden geçirelim davranışlarımızı, bakın o zaman neler değişiyor ülkemizde.. Ve ardından dünyada !..

    Hiç şaşırmayın !.. Sanıldığı kadar büyük ve ulaşılmaz değil dünya.. Bir doğrunun, ilk kez sizin aklınıza gelmesi ya da uygulanması, gayet olağandır.. “Vallahi bundan bizde de yok !” dediklerine çok kez şahidim.. Bu muhteşem ülkenin evlatları olarak, öncülük yakışacaktır !…

  • mert-ekin says:

    “Kim için mimarlık yapıyorum?” her mimarın devamlı sorması gereken bir soru belki de… Tepedeki %1 için mi, dergiler/yayınlar için mi, akademi için mi, “halk” için mi (kaldıysa öyle bütünsel bir halk), sadece kendi egosu için mi, doğa/gaia için mi vs. vs. Ferrari de araba Murat 124 de; müşterileri, hitap ettikleri kitleler tamamen farklı. Mimarlık da bu kadar göreceli mi tabi ki ayrı bir soru oluyor…

  • celik-erengezgin says:

    Haklısın.. “Kim için ?” temel sorudur.. Ve bu sorunun tek yanıtı; “insanlar için !”dir.. Yani; bütünsel mi bireysel mi, zengin mi fakir mi süzgecine başvurmadan, “tüm insanlar ve insanlık için..” Ve elbette içinde yaşadığımız doğa ve onun taşıyıcısı olan dünya için..

    Karşı çıktığımız, bunun dışındaki her türlü hedeftir.. Yoksa olay, nabza göre şerbete döner ki, felaketimiz olur.. Bu durumdan bir tek, geleceğin kara listesine aday bezirgan mimarlar, yapımcılar ve siyasi ortakları kârlı çıkar.. O kârlılığın mı, yoksa insanlığın mı peşinde olacağımıza karar vermeliyiz sevgili Mert !.. Tıpkı, çok nadir de olsa; aslen adalet olmayan hukuku adaletli kılmaya çalışan hukukçular ve tıp sanayii için değil, insan sağlığı için savaş veren doktorlar gibi..

    Nasıl ki her insan bir omurga taşıyorsa, ama bedeni, yer ve zamana ve elindeki imkâna göre farklılıklar barındırıyorsa, mimarlık da mevcut koşullardan nasibini alacaktır elbet. Ama sağlam bir omurgadan; yani kurgusal namustan, işlevsel başarıdan ve evrensel kaygılardan vazgeçmeden !..

  • emre-ozkan says:

    Çelik Bey,

    LEED ve benzeri derecelendirme/standart sistemlerinin yazınızda bahsettiğiniz “insan için mimarlık” ana fikrine olumlu katkılar yaptığını düsünüyorum. Çünkü toplumda ve inşaat dünyasında çevre ve enerji konularına hassas bir mimari bir kültür oluşturmak istiyorsanız, konuyla ilgili herkesin üzerinde mutabık kaldığı ölçülebilir, belgelenebilir, test edilebilir ve gerektiğinde güncellenebilir bir “standartlar düzenini”ni oluşturmanız gerekir. Yoksa bu önemli konular bazı idealist mimar ve mühendislerin akıntıya karşı kürek cekme gayret ve söylemlerinden öteye gidemez.

  • celik-erengezgin says:

    Emre kardeşim,

    Standart sistem ya da düzen dediğimiz şey, ne mimarlığı ne de insanlığı tanımlar.. İşe buradan bakmak gerek.. Mimari kitapların ağababası Neufert, bir insan için 60 cm gerekir diye söze başlar.. Acaba hangi insan ? Yedisinde mi yetmişinde mi, şişman mı zayıf mı, yürüyen mi koşan mı ?.. Üzgün mü sevinçli mi ?.. Duvarlar ne renk, ışık nereden geliyor ve ölçüler neden “algılara bağımlı parametrelerle”, durmadan değişiyor ? Hiç sorgulamaz !.. ( Mimarlık Laboratuvarı 1997 ) Yaşamsal gereksinim ve durumlar adına değil de yazılı kurallar adına dayatılan benzer standartların, mutluluk ve başarı sağlayabileceğine inanmak mümkün değildir.. Mimar olmanın hem zorluğu hem de güzelliği işte buradadır.. Mimar, ölçüleri de hayatı da yorumlayandır..

    İnanmadığı ilacı yuttuğunda iyileşen hasta da, doktoruna güvenmeyen çocuğu tedavi edebilen doktor da görülmemiştir henüz.. Bu tespit tıbbın itirafıdır.. Önce sevgi, ardından; deneyim, idrak ve oluşan güvendir işin özeti.. Kısacası; hayatın içinden geçen bir eğitimdir önemli olan.. Dayatılan şartnameler değil..

    Konuya diğer taraftan bakarsak, yani ismi lazım değil, anlı şanlı bir firmanın, betonarme ve gökdelen olmakla ( Gökdelen Sendromu 2009 ) sahaya birkaç sıfır mağlup çıkan bir camdan sarayı, en taze tarafından platin sertifika alabiliyorsa ülkemde, daha da düşünmek gerek. En üst mertebe buysa çok çok iyi düşünmek gerek.. O projeyi hakkaniyetle masaya yatırdığımızda, benim koşullarını sıralamaya çalıştığım “enerji mimarlığı” adına hemen sınıfta kalacağı kolayca görülebilir.. Platini buysa, Allah bakırından saklasın !.. Dalga geçer gibi bir sıralama yapılıyor maalesef.. Firma reklamından başka bir işe yaramıyor ve yine maalesef bu yüzden olay, paran kadar sertifikaya dönüşüyor..

    Yine de bir; öğretici ve özendirici, halkı da bilinçlendirici basılı bilgi ihtiyacı var deniyorsa, ona ben de katılırım. Ama, mutlaka kere mutlaka yerli ve sağlık öncelikli bir çalışma yapmak zorundayız.. Elalemin merhemi ile çözülmez bu iş.. Çok iyi bilindiği gibi, yine elalemin dayattığı “öldüren köpük” bir aralar baş tacımızdı.. Hatta hala revaçta…. Bir TRT canlı yayınında fena tartıştık malum birliğin genel sekreteri ile.. Bir güzel kınadık birbirimizi.. O yüzden hala çok sevişiriz !.
    .
    Ülkemiz, bu ve benzeri, alıştıra alıştıra bünyemize zerk edilen ve sonunda “ticari markaları dayatmaya dönüşen” cazip tekliflerden çok çekti yakın tarihinde.. Bir kere yutmaya gör o zokayı.. Çırpındıkça derinlere gömülür.. Aman dikkat !..

  • cem-yildirim says:

    Şimdi! Söyleyecek çok söz var. Çelik Bey’in yazısına yapacağım eleştirilerim genel olarak Türkiye’de eğitilen insanlara karşı da bir eleştiri olarak algılanmalı.
    Arkitera reklam çalışmaları için güzel platform. Bizler üretmek, ilerlemek istediğimizi söyleyen, ancak bu ilerlemeden ziyade bunun reklamlaşmasından keyif alan, haz duyan insanlarız. Bunun altında yatan neden tembelliğimiz mi yoksa daha az yorularak daha fazla duyulmak mıdır bilemem. Şu tür bir ifadeyi Türkiye’de görmek beni artık hiç şaşırtmıyor. “El yapımı paftalarımız sandık dolusu! Üstelik bilgisayarla tanışalı 33 yıl oldu. 86’da Autocad’de çizip ruhsat aldığım proje de sanırım ilklerdendir. Bir günde almıştım ruhsatı. Çünkü İmar Müdürü “bilgisayarda çizdiğine göre doğrudur” demişti… Hayal bile edilemezken mimari programlar, tam 40 yıl önce yazmışlığım var “Bilgisayar Nedir Ne Değildir?” diye Yapı Dergisi’nde. Merak eden bulur, okur. Ayıptır söylemesi, duayen sayılırım bu mecrada. …Dünya nerede biz neredeyiz umurlarında değil bu aslanların. Nereden mi biliyorum? 400 e yaklaşan ders ve konferansımın en az elli tanesi, mimarlık bölümlerinde gerçekleşti de ondan.”
    Genel olarak araştırmacılardan beklenen tavır araştırmasını sunmasıdır, kendi reklamını bu yazının bir köşesine sıkıştırması değil. Zaten okuyucu fikirlerini beğendiği, ya da karşı olduğu -ama adam akıllı fikir sunan- yazarın neler yaptığını inceleyecektir, yazara katılmamız için onun geçmişindeki ‘başarılar’ı bilmemize çok da gerek olmamalı. Okuduğumuz her makale ve denemenin içinde yazarın kendi geçmişi ile duyduğu gururu okursak cidden zaman kaybetmiş oluruz. Bu konuyu burada yazıyorum çünkü ülkede genel olarak rahatsız olduğum bir tavır. Siyasetçisi , sanatçısı, doktoru vs… Herkes işinin uzmanı olduğunu bu tür bir tavırla anlatmak zorunda kalıyor. Restoratörler, akademisyenler… Ve ne yazık ki onların yetiştirdiği öğrenciler. Daha yakın olduğum için mimarlık dünyasından daha rahat bahsedebiliyorum. Üniversite yıllarımda birçok eğitmenimden buna benzer ‘biz bu işi biliriz’ yorumlarından bıktım, ve hatta nefret ettim. Daha da kötüsü, yaşıtım mimarlar da o eğitmenlerini taklit eder olmuşlar, bu çok üzücü. Amacım bireysel olarak bir kişiyi rencide etmek değil, genel bir yanlış tutumun bizdeki potansiyelin önüne geçtiğini vurgulamaktır. Jüri kararlarından belediye açıklamalarına her alana sızmış bir ego. Ben de bir süre bu iğrenç egonun ‘benden iyi mi bilecek’ savunmasını çokça savurdum sağa sola. Gerçekten çok iğrenç.
    ***
    İkinci bir eleştirim yazınızdaki montaj ile alakalı. Konak Belediyesi yarışma projelerinden birinin altına yaptığınız yorumunuza karşı yazdığım iki cümlelik eleştirimi alıp üç paragrafa yayarak yazınıza monte etmeniz hoş olmamış.
    Link: http://rktr.co/1PWQzcE
    Yorum: “İki tarafın da eksik yorumladığını düşünen kaç kişiyiz…)
    Estetik kurgular olmadan teknik düzenlemeleri beklemek, ev işlerinde başarılı ama dünya çirkini birine aşık olmaya benzer Çelik Bey. Olur olmasına da, tanrı neden hem güzel hem de eli iyi iş yapan insanlar yaratmasın? (Burada cinsel ayrımcılık yapmıyorum, erkeğin ev işini iyi yapanı mühendislik harikasıdır.)”
    Yazınızdan bir bölüm: “Yani bir dünya güzeli var evde, ama bir bardak su getirmeyi bile bilmiyor. Hatta dökmeden yemek yemeyi bile beceremiyor. Mesut olabilmek içini boş ver, evde derin bir nefes alabilmek için bile Allah yardım etsin yani! Önce bize akıl veren yaratıcının, böylesine aptallıklara aldırmayacağını hiç sanmıyorum. Çünkü bu durum, yaratılmış olan, yani var olan bilginin aptalca inkarıdır. Bilmem anlatabildim mi?
    Benim temel itirazım; yapılarımızın büyük çoğunlukla bir makyaj güzeli olmasına, ve içinde yaşamaya kalktığınızda, tüm boyaların akmasına! Foyasının çıkmasına… Öyle bir hanımefendinin hayatını sürdürebilmesi ise, hayli zengin ve hayli aptal bir eş gerektirmekte. İşte ülke olarak içine düştüğümüz durum budur. Evet, hem güzel olunur hem de bal gibi akıllı… Bunda hiç bir çelişki yoktur, örnekleri de çoktur. Tanrının bir itirazı olacağını da hiç sanmıyorum!
    Güzel hanımefendinin yerine, süper adaleli ve üstelik yakışıklı, fakat sap derken saman deyiveren, üç kuruş kazanmayı bile beceremeyen bir asalak ta koyabilirsiniz. Ona da itiraz ederiz… Konu, elbette cinsel ayrımcılık yapmak değildir. Benzetmede latife olsun dedik!”
    Yazınızın geri kalanında bu tür esinlenmeniz yoktur diye ümit ediyorum. Yoksa hakikaten uzun ancak çok da yeni birşey anlatmayan yazınızı okurken harcamış olduğum vaktime daha da üzüleceğim. Ne yazık ki defterlerimizde sakladığımız yüzlerce kısa deneme ve onlarca makaleyi bu tür platformlarda yayımlayamama nedenlerimizdensiniz. Lütfen okuyuculara biraz daha saygı duyun. Bu platformdakilerin kimisi gerçekten okur insanlar.
    Saygılarımla

  • celik-erengezgin says:

    İki satır yazınızı üç paragrafa yayınca nasıl bir intihal oluyor ve sizde hiddet doğuruyor hiç anlamadım beyefendi.. Patent sahibi olduğunuzu tahmin edemedim.. Bendeniz tüm öğrencilerime ve dostlarıma, “hayat boyu, bana ait olan her satırı ve projeyi dilediğiniz gibi alın kullanın hatta altına isminizi yazın.. Bu bana sadece mutluluk verir” derken, ( web sitemizin ana sayfasında yazdığı gibi.. ) iki satırınıza sadece gönderme yapmak ve yorumlamak sizi sevindireceğine, bu kadar üzdü ise vallahi özür dilerim.. Bencilliğiniz göklerde maşallah.. Hakikaten, okurken harcadığınız vakte şimdi ben de üzüldüm.. “Sen onu dedin ben bunu dedim” minvalinde, uzun uzun kopyala yapıştır yaparak bu forumu takip edenleri yormanın ne alemi vardı onu da anlamış değilim.. İki satır kanaatiniz herkese yeterdi be kardeşim.. İkili bir mektuplaşma yeri değil ki Arkitera..

    Mimarlık mikrobunu taşıyalı elli yılı aştı. Sanırım reklama ihtiyacım da hayli azaldı.. Sizin için mahzuru yoksa, hasbel kader dost zenginiyim çünkü.. İğrenç kelimesini içeren kanaatleriniz gerçekten çok acıtıcı.. Acıtıcı yerine sizin ifadeyi kullanmak çok yanlış geldi.. Başka kelime mi yoktu dağarcığınızda ?.. Maksadınızın sadece eleştirmek olduğu, ama meslek adına öneride bulunmak olmadığı anlaşılıyor.. Meslek odalarımıza benzer bir durum yani.. İtiraz kuşu olmak yetiyor onlara da..

    Sanırım içinizi döktünüz ve rahatladınız.. En azından öyle temenni ederim.. Kendi deneyim ve kazanımlarınızdan bahsedecekseniz, seve seve herkes dinler.. Harcadığımız vakte üzüldük demeyiz saygısızca.. Anlatın bakalım gençlere, neler geçti hayatınızdan meslek adına.. Neler biriktirdi, yazdı ve çizdiniz dünyaya.. Aman efendim biz mani olmayalım, paylaşmamanızın da günah keçisi olmayalım Allah aşkına !.. Bir ara soyadınızı da lütfedin mahzuru yoksa.. Yüzünüzü de görelim. Bizim için kazanım olur.. Beni merak edenden çok olur merak edenleriniz, eminim.. Hemen yazarlar internete, çıkar ahvalimiz emvalimiz..

    Herkese “gurur duyacakları geçmişler” dilerim Cem kardeş.. Bu bir günah değil, dostça temennidir… Ama ne olur, sadece kişisel eleştiri adına harcamayın zamanınızı da, bu satırları da.. Konu mimarlık. Bireysel takıntılarımız değil.. Ve buyurduğunuz gibi, size anlamsız gelse de , bunca okuyana ve paylaşana, birlikte saygı duyalım lütfen….

    http://www.erengezgin.net

  • mert-ekin says:

    Çelik hocam, işte bu “tüm insanlık” için mimaride benim sorunum. Bu şekilde genellenebilecek bir insan söylemi kalmadığını düşünüyorum, herşey paramparça oldu. Belki modernist söylemin başında, 50lerde 60larda, bu şekilde bir “genel” ve “merkezi” kuramdan ilerlenebilirdi ancak 21. yy başında, modern-sonrası dönemde, bu birlik-beraberlik yok. Mimarlar da buna göre kurgulamalı mesleklerini, dillerini.

    Şöyle de bakılabilir belki: Her büyük devrim ve değişim sonrası yeni paradigmanın klasik bir dönemi oluyor, işte modernist mimari de o klasik evresini 20. yy’da yaşadı. Sonra barok ve neo-klasik evreler geliyor, Hadid belki Barok modernizminin iyi bir örneği, “neo-klasik modernist” süslü kutucuklar da zaten heryerde (Türkiye yarışmalarının/jürilerinin de tercihi bu yönde oluyor genelde). Bu barok ve neo dönemlerinden sonra da bir devrim olup yeni paradigma yerleşiyor.

    Şu anda ise sanki o devrimin eşiğindeyiz dünyanın ve ülkenin genel haline bakılırsa, daha mimaride dillenmemiş durumda, umarım görebileceğiz ne olduğunu, olacağını…

  • celik-erengezgin says:

    Evet Mert, her şey paramparça..

    Zaten bizim görevimiz de, parçaları ustaca birleştirebilmek.. Söyleyecek sözün bittiği yerde eylem başlar.. Bırak 50’leri, 60’ları.. Bu bir sinüs eğrisidir malum.. İner çıkar, yükselir, göçer.. İşin o tarafı, insan zaafıdır.. Düzden sıkılan, detaya sarar, karmaşadan yorulan, sadeliği arar.. Görsel farklılaşmanın, temel gereksinimlerimizle pek ilgisi yoktur maalesef.. Ne var ki mimarlık tarihi, görevler üzerine değil, genellikle görseller üzerine inşa edilmiştir.. Her dönemin, göreceli olarak iyileri olmuştur elbet. Daima birileri, o davranışın piri ya da içine edeni olarak anılmıştır.. Davranışın doğruluğu ise pek sorgulanmamıştır, yine maalesef..

    Artık günümüzde, yerel faktörlerin etkisini de harmanlayarak fakat evrensel ve yaşamsal faktörleri katiyen unutmayarak çözümler üretmek zorundayız.. Akımlar, biçimsel etiketler, umurumuzda olmamalı.. Temel dürtümüz, var olmanın kuralları, bağımsız yaşamanın şartları olmalı.. Mekân, yaşama kılıftır sadece.. Onu kolaylaştıran, yaşanabilir kılan ve elbette mutluluğa da vesile olan.. Yani artık bireysel yol değil, toplumsal yol, ya da ülkemizin ve vatandaşlarımızın tüm beklenti ve gereksinimlerini karşılayacak formüller içeren çözümler olmalı tasarımlarımızın ana fikri.. Dedik ya bu işin özeti ; enerji ve ekoloji.. Güzellik göreceli olsa da, elbette arka planda değil.. Ama, yegane kurtarıcı hiç değil !.. Bence, göreceğiz bu değişimi.. Çünkü görevler alacağız hep birlikte..

    Haklısın, o devrimin eşiğindeyiz..

  • emre-ozkan says:

    Çelik Bey,

    Benim kastettiğim Neufert gibi ölçü standartları veya katı imar kuralları, yönetmelikleri değil. Yeşil mimari uygulamalarının inşaat sektörünün ilgili her kesimi tarafından anlaşılıp kolayca uygulanabilir hale getirecek referans standartlar. Bu referanslar belli bir marka dayatmazlar. Mesela verdiğiniz boya örneğinden yola çıkarsak, elbette mimar tecrübeleri ışığında mekan için en uygun boyayı seçer ama acaba seçilen boyanın içindeki kimyasallar insan sağlığına zararlı mı, mekanın en verimli şekilde aydınlatılması için hangi kriterleri dikkate almak gerekli gibi konularda tasarımcı, uygulayıcı, kullanıcı ve imalatçıları ortak bir zeminde buluşturmaya yardımcı olan ölçülebilir ve kontrol edilebilir referansların olması lazım. Rahmetli mimar Turgut Cansever de mahalli mimarimizden örnekler verip “standartlar düzeni” oluşturmamız lazım derken bunu kastediyordu bence.

    Bahsettiğiniz cam bina hangi bina bilmiyorum, ama söz konusu referanslara gerçekten uyulduysa en üst seviyeden sertifika almaya hak kazanmış olabilir. Şu zamana kadar bu standartların yerli olanının geliştirilmemiş olması çok üzücü bir durum.

  • celik-erengezgin says:

    Kireçten plastiğe giden yolda, çoğu boyanın yatacak yeri olmasa da, ben boya örneği vermedim sevgili meslektaşım.. Köpük dedim.. Düpedüz polistiren köpük dedim.. Yüksek yangın riskine ilaveten, hava da geçirmeyen bu malzeme, senin bahsettiğin “kendisini yeşil sanan” standartlarca en az elli yıldır fena halde desteklendi dünyada ve Türkiye’de.. Nereden mi biliyorum ?.. Tam 51 yıl önce Almanya’da çalıştığım mimarlık bürosunda iken sakladığım reklam sayfasında, çok ünlü bir köpük markası, fotoğrafladığı mürekkep geçirme testi sonucunda, aşağıya damlatanın yanında kendisini “hiç damlatmayan” marka olarak gösteriyor yani “hiç hava geçirmediği” ile övünüyordu..

    Ve bu ticari odaklı bilgisiz destek maalesef bu kez, “en iyi köpük vallahi benim köpük” söylemi ile bal gibi marka dayatmasına dönüştü.. Hollandalı bilim adamı Michael Braungard; “iyi halt ettik, mükemmel bir yanlış yaptık. Çünkü Avrupa’da çocuklarda astım oranı % 50 arttı” diyene kadar..

    Ülkemizde de bazı cahil bankalar ve kınadığım örgüt, “imalatçıları da üyeleri arasında olduğu için” ortalık yerde ve her defasında benle kavgayı göze aldı.. Canları sağ olsun !.. Doğru bir tanedir..

    Duvar yüzeyinde veya aralığında, yıllar içinde kendiliğinden ya da sadece ses titreşiminden çöken ve en küçük lif boyu 5 mikronun altında olduğunda, nefes yolu ile ciğerlerimize giren ve dolayısı ile kanserojen olan izolasyon şiltelerine hiç girmiyorum.. Bütün bunların doğru alternatifi yok mudur ?.. Elbette vardır.. Hatta daha ekonomik olanları bile.. Ama önemli olan, hangilerinin daha kârlı olduğudur maalesef..

    Sevgili Turgut Cansever hocamı ben de rahmetle anıyorum.. Kendisinin çok değerli katkısı ile, ülke planlamasına dair önemli hesaplamalarımız oldu.. Her konferansımda kullandığım, ülkeyi boydan boya geçen yaklaşık 10 km eninde bir alanda, 70 milyon insanın iki katlı bahçeli evlerde yaşayabileceği gerçeği çıktı ortaya.. Yani ülke alanının % 1.75’inde.. “06-03 Bir Ülke Nasıl Yenilenir 2002” başlıklı makalemdeki tablolar detaylı açıklama içerir..

    Mahalli özellikleri standartlara kavuşturmak değildi Turgut hocamın amacı.. O özellikler; yerel, coğrafi ve iklimsel koşullar olarak mimariyi ister istemez zaten etkiler.. Kurallara bağlanarak değil.. Yoksa, günümüzde marifet sanılan, içeriksiz; Osmanlı-Selçuk özentisi binalar çıkar ortaya..

    Farklı firma ve mimarlara ait birçok benzerleri gibi o dediğim bina da, Rönesans İnşaatın öğündüğü ve geçenlerde Leed Platin alan binasıdır. Evet, cam enerji üretir. Ama bu detaylara sahip, yani o enerjiyi bile kullanamayan, tersine, o fazlasından kurtulmak zorunda olan bir camdan sarayın, “yeşil binayım” deme şansı, eşyanın tabiatına aykırıdır.. Lütfen birkaç makaleme göz atınız.. Tek başına ısıtmak ve soğutmak derdi, dev bir sorun haline geliverir çünkü. Özetle ve tekraren; enerjisinin yarısını bile üretemeyen, tek şansı olarak, satın aldığı fosil ya da pek yakında alacağı nükleer enerjiden %38 tasarrufla övünebilen, bu kadarı da platine yeten bir binadan bahsetmekteyiz..

    Adeta her gün “bir büyük” deviren alkolik, “bir duble” eksik içmeye başladığında, “alkolden kurtuldu çok şükür !” diye sevinmemize benziyor bu durum..

    Evet mevcut standartlara uyduğu için almıştır o ödülü.. Benim temel itirazım da zaten o standartların yetersiz ve eksik olduğuna dairdir.. Elbette yerlisine, ama terazisi doğru olanına ihtiyacımız var.. Sanırım üç beş yüz sayfa yazdım sadece bu konuda ve yıllarca anlattım her platformda..

    Yine elbette mimarlık, laf üretme sanatı değildir.. Enerji Mimarlığı içerikli projelerim de 90’ı buldu çok şükür.. Lütfen bu sözleri marifet sergileme olarak almayınız.. Hepsi web sitemde, görselleri ve “03-77 Enerji Mimarlığı Serüveni 2014” başlığı altında, gerekçeleri ile kayıtlıdır.. Sanırım Arkitera’da bir sonraki paylaşımım “Enerji Mimarlığının Temel Gerekçesi 2015” başlıklı, sondan bir önceki yeni makalem olmalı.. Yıllar boyu anlattıklarımın özeti niyetine !..

    Bu açıklamalara vesile olduğunuz için teşekkür ederim..

Bir yanıt yazın