Bütün Şehirler Değişir Ama İstanbul Çözülüyor, Tahrip Oluyor

Ufuk Uras ile yaklaşan seçimler öncesi hem seçimleri hem de güncel kent meselelerini konuştuk.

Ufuk Uras ile medya ve sivil toplum ilişkisini anlattığı dersinin ardından Marmara Üniversitesi’nde buluştuk. Kendisine geçtiğimiz günlerde Gezi’yi örgütlemek ile ilgili Twitter’da yazdıklarına gelen tepkiyi, seçimleri ve pek çok kent meselesini sorduk. Twitter’da kendisine gelen tepkileri olumlu bulduğunu, teokilerin de Gezi’nin bir parçası olduğunu söyleyen Uras, meclis içi çalışmalarda milletvekillerinin parti politikalarına karşı aldığı tutumu da şöyle özetledi: “Bu meseleler onlar için hayati değil. 3. Köprünün sorunları çözmeyeceğini ve Kuzey Ormanları açısından ciddi bir risk içerdiğini muhtemelen görüyordurlar ama oradaki biat kültürü zaten belirlenen iktisat, ulaşım politikalarına itiraza izin vermiyor. Hukukun üstünlüğünden çok merkezi otoritenin üstünlüğünün esas olduğu bir yapılanma var. Otomobil merkezli kent tasarımı bu işin amentüsü olmuş.”

Serkan Ayazoğlu: İstanbul Sözleşmesi’ni Batman, Antalya gibi iller izledi. Şehircilik açısından bu girişimi nasıl buluyorsunuz?

Ufuk Uras: İstanbul Sözleşmesi çok olumlu bulduğum bir iş. Farklı illerde de benzer arayışların olması çok sevindirici. İstanbul Sözleşmesi adeta kentin geleceğini kendimiz belirleyelim çığlığı. Bir sivil toplum faaliyeti olarak kentin tasarımında söz, yetki, karar yurttaşın olsun gibi bir düşüncedir. Sağlıklı toplumlar ile sağlıklı olmayan toplumlar arasındaki temel ölçüt kuralların oluşumunda söz, yetki, karar sahibi oluyor mu, oluşan kurallara uyuluyor mu, yani kamusal denetim oluyor mu gibi sorulara verilen cevaplardır. Bu sözleşme de buna yönelik bir çıkıştır. Siyasi partilerin yerel seçimlerdeki adaylarına da bir taahhütname sunulması elimize somut bir done sunuyor. Buradan seçilen adaylara daha sonra bunun takibini yapma imkânı da veriyor. Bunun arkası da gelir bence.

Gezi Tamamen Örgütsüzdü

Gezi olaylarının öncesinde de yaşanan bir süreç var. Siz de bu süreçte aktif olarak yer aldınız. Sanırım siz bu süreci kastederek, Gezi’yi örgütlemek ile ilgili bir tweet attınız ve tepkiler oluştu. Bana merak olan konu Gezi örgütsüz değil miydi?

Tabi öyleydi. Gezi tamamen örgütsüz bir hareketti. Biz derken o “biz” herkesi içeriyordu. Medyada nedense o “biz”, “ben”e dönüştü. Ben Gezi’nin önceki sürecin ne kadar netameli bir süreç olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Zaten bence Gezi yeni siyasetin adresiydi, yeni bir örgütlenme şekli vardı. Gezi’nin bir özgürlükçü yanı var, bir de bildiğimiz geleneksel otoriter bir yanı var. Orada toptancı bakış açısı yerine Gezi’nin o özgürlükçü, Erdoğan’ın kibrine karşı tutumu önemli. Aydınlık için bir dakika karanlık eylemini planlarken de biz arka plandaydık. İstedik ki sivil itaatsizlik bir politik itaatsizliğe dönüşsün. Gezi’de örgütlü yapılar kendine bir alan açmaya çalıştı ama onun bir esamesi olmadı. Ben kendimi ifade ederken, insanlar alt alta bütün tweetlere bakmadığı için tepkiler oluştu. Ben gelen tepkileri de olumlu buluyorum. Gezi konusundaki “burada bir ortak alan var” hassasiyetlerini çok kıymetli buluyorum. Photoshoplar falan da çok hoşuma gitti. Bence bana gösterilen tepki de Gezi’nin bir parçası. Ben biraz da seçimler yaklaşırken Sarıgül gibi Gezi’yi alan kapmak için araçsallaştıranları kastetmiştim. Gezi sonrası gelişen birçok hareket giderek daha örgütsel hareketlere büründü. Mesela bir internet yasasıyla ilgili kendi evimin önünde görüyorum çocukları, “Mahir, Hüseyin, Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş” sloganları atıyorlar. Tamam, bu sloganı da atarsın da bunun internet yasasıyla ilgisi ne? O zaman insanlar geri çekiliyor ve sen aslında Gezi’yi kriminalize ederek AKP’nin tuzağına düşüyorsun.

Seçimler yaklaşırken Mehmet Bekaroğlu, Topbaş ile Sarıgül arasında ne fark var demişti? Daha çok seçimler kimlik ve yaşam tarzları üzerinden mi yürütülüyor?

Bir kere Kadir Topbaş ve Sarıgül arasındaki en önemli fark yaş farkı. Onun dışında neoriberal belediyecilik anlayışı açısından bir fark görmüyorum. Zaten siyasi partilerinin adaylarının broşürlerine de baktığında hep genel seçimler ya da merkezi otoritenin çözebileceği meseleler üzerinde yoğunlaşmışlar. Yerel belediyelerle ilgili sorunları çözebilmeniz için organik dokusal bir bağınızın olması lazım. Hafta sonu Adalar’daydım. HDP’nin 12 adayı kadın. Adayları kendileri belirleyerek bence müthiş bir iş yapmışlar. Siyaseten adaylar merkezden belirlenince yerele yabancılaşma oluyor. Adalar ölçeğinde sarnıçları ne yapacağız? Faytonları ne yapacağız? Atların mezarlığı yok, onu ne yapacağız? Ulaşım, sağlık sorunları yerel düzeyde nasıl çözülecek? gibi yerel meseleler konusunda çözümler üretilmeli. Avrupa Konseyi Yerel Yönetim Özerklik şartındaki şerhler bile mecliste bir yılda 750 bin civarında ziyaretçinin gelmesine neden oluyor. Yerelde çözemediğimiz sorunlar merkeze yükleniyor. Bu sonuçta yerel seçim ve yerellere yönelik somut seçim önerileri öne çıkmalı.

Sarıgül ve Topbaş için fark yok dediniz. Sırrı Süreyya için de ciddi bir eleştiri var. Belediye Başkanı Kadir Topbaş’tan çok Sarıgül’e eleştiri yöneltmesi ile alakalı. Siz Sırrı Süreyya’nın daha çok CHP’yi hedef aldığını, asıl rakibinin Kadir Topbaş olduğunu düşünüyor musunuz?

Sırrı Süreyya Önder aslında bir üçüncü seçeneğin hep altını çiziyor. AKP ve CHP’nin “Neoliberal belediyecilik” anlayışı dışında üçüncü seçeneğin altını çiziyor. Tabii ki öncelikli eleştiri mevzumuz Adalet ve Kalkınma Partisi olmalı. Çünkü İstanbul’da belediye onlarda. Ancak burada Sarıgül üzerinden bir sahte seçenek oluşturulmasına da bir tutum alınması gerekiyor. Al birini vur öbürüne hali var. Somut bir örnek vereyim; Adalar’ın imara açılması AKP ve CHP’nin imzasıyla olmuştur. Sırrı Süreyya’ya yönelik ağırlıklı eleştiri merkezinin CHP olduğuna katılmıyorum. Bir de Sırrı o kesimden sürekli tacize uğradığı için bir tür nefsi müdafaa durumunda kalıyor. CHP’nin yoğun olduğu Kadıköy, Urla gibi yerlerde saldırıların olmasının da tesadüf olmadığını düşünüyorum.

Bu memlekette su havzaları kuruyorsa, kentsel dönüşüm insanları mağdur ediyorsa, trafikten çıldırıyorsak, temiz su bulamıyorsak bir katalog oluşturup asli meseleler ve tali meselleler diye ayıramayız

“Çevre sorunlarını bir orta sınıf eleştirisi olmaktan çıkarmamız şart” diyorsunuz bir yazınızda. Bunu nasıl başarıcağız, önünde ne gibi engeller var?

Avrupa’da da yeşil hareket başladığında ekolojik sorunlar bir orta sınıf duyarlılığı haline gelmiş. İnsanların öncelikli konusu iş, aş olabiliyor. Bu doğal. İklim krizi, bizden sonraki kuşakların hayati tehlike altında kalması, böyle bir öncelik sonralık ilişkisi içinde bakabileceğimiz mesele değil. Bu memlekette su havzaları kuruyorsa, kentsel dönüşüm insanları mağdur ediyorsa, trafikten çıldırıyorsak, temiz su bulamıyorsak bir katalog oluşturup asli meseleler ve tali meselleler diye ayıramayız. Küresel iklim krizi hangi sınıftan, hangi cinsiyetten hangi kökenden olursanız olun herkesi risk açısından eşitliyor. Yerel düzeyde bu zaten ön plana çıkıyor. Mesela “Akkuyu Termik Santrali benim bölgemde olmasın da nerede olursa olursa olsun” gibi bir tepkiyi daha genelde bir tepkiye dönüştürmemiz lazım.

Türkiye’nin nükleer enerji macerasına nasıl bakıyorsunuz?

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi kurucularından olarak biz kategorik şekilde nükleer enerjiye karşıyız. Ben mecliste de bunu ifade ettim ama anlatamadım. Pahalıdır dedik, hiçbir sigorta şirketi karşılamıyor dedik anlatamadık. AK Partililerin dilinden konuşayım diye düşünerek “Allah’ın yarattığı maddeyi parçalamaktan daha şeytani ne olabilir” dedim. Gülümsediler ama büyük bir lobi var. Japonya’daki Fukushima felaketinden sonra görüldü ki risk manyaklığı insanlığa karşı bir ayıp. Ben bu riski alabilirim diyebileceğiniz bir durum değil. Yenilenebilir enerji konusunda Avrupa’nın performansı ortada.

Biat Kültürü İtiraza İzin Vermiyor

Meclis içi çalışmalarında partilerin söylemleri ile milletvekillerinin kişisel görüşleri arasında ne kadar uygunluk var. Yani örneğin iktidar üçüncü köprünün trafik sorununu çözeceğini söylüyor ancak milletvekilleri de gerçekten böyle mi düşünüyor?

Bence tam farkında değiller. Bu meseleler onlar için hayati değil. Bunun sorunları çözmeyeceğini ve Kuzey Ormanları açısından ciddi bir risk içerdiğini muhtemelen görüyordurlar ama oradaki biat kültürü zaten belirlenen iktisat, ulaşım politikalarına itiraza izin vermiyor. Hukukun üstünlüğünden çok merkezi otoritenin üstünlüğünün esas olduğu bir yapılanma var. Otomobil merkezli kent tasarımı bu işin amentüsü olmuş. Kimse yaya merkezli bir kent tasarımını aklından geçirmiyor. Böyle bir politik kültür yok. Benim ehliyetim yok, arabam yok, bisiklet kullanıyorum dediğimde şaşırıyorlar. Bu bir mağduriyet, bir zavallılık gibi algılanıyor. Siz arabalara, bir yerden bir yere hızlı gitmek için binersiniz. Şimdi yollarda duran arabalarda zaman kaybetmek, otoban manzaralı restoranlarda yemek yemek bizim tercihlerimizin nasıl köreltildiğini gösteriyor. Benzer şehirler benzer insanları yaratır, benzer insanlar benzer şehirleri tercih eder. Bütün şehirlerin ne kadar tek tipleşmiş ve ne kadar iç karartıcı olduğunun görülmemesi çok hüzünlü bir durum.

1950’li yıllarda Menderes “Doğa çarşaf mı ki kirlensin” demiş. Bugünkü işleyişe baktığınızda çok bir şey değişmiş mi?

Bu konuşmayı Menderes 1954 yılında yapmıştı. Çok bir şey değişmedi. Bugün sadece İstanbul’u global bir kent olarak pazarlamaya kalkıyorlar. Bizim kentsel dönüşüm ya da TOKİ politikası olarak itiraz ettiğimiz yerler, “tokikondular” şaşırtıcı bir şekilde AKP’nin oy deposuna dönüşüyor. Bursa’ya gidiyorsunuz, şehrin ortasında hava trafiğini de engelleyecek bir TOKİ gerçeği var. Ucuz konut anlamına geldiğinde insanların farklı tepki gösterdiğini görmeniz lazım. Bizim solda eleştirdiğimiz pek çok şey Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından bir oy avantajına dönüşüyorsa, biz neden geniş kitleleri etkileyip bir karşı hegemonya yaratmıyoruz diye kendimizi sorgulamamız lazım. Yurttaşı aptal yerine koymayacaksak, farklı seçenekler olabileceğini, bu uygarlığın daha farklı tasarlanabileceği üzerinden başka bir siyasetin var olabileceğini neden anlatamıyoruz diye bizim de kendimizi sorgulamamız lazım.

Tam olarak anlayamadım. Burada sol, oy deposuna dönüşecek çirkin, doğayı katleden TOKİ’ler mi yapmalı?

Hayır. Şehrin dikey büyümesi yerine yatay, ayağınızın toprağa değdiği, o bölgenin yereller tarafından tasarlanabilmesine yönelik doğrudan demokrasi modeli önermemiz lazım. Bizim solda en yaygın kullanılan laf mahalle meclisleri lafıdır. Bir tane mahalle meclisi, inşa etmeden, kurmadan sürekli bu lafı etmenin manası yok. İnsanlar bunu görecek, evet kaldırımı kendim belirliyorum diyecek. Böyle örnekler verebilmeliyiz. Bu tek tük oldu. Mesela Fatsa’da oldu, Hopa’da oldu. Ama bunları çoğaltamadık. Bir de bence çok büyük haksızlık yapılıyor. Diyarbakır, Viranşehir, Batman’da çok ilginç bir deneyim yaşanıyor. Sol Latin Amerika’da ne oldu, Venezuella’da ne oldu çok meraklı. Ama burnumuzun dibinde hiç akla gelir mi? Bu kadar erkek egemen değerlerin varsayıldığı yerde kadın adaylar öne çıkıyor. Bir ezber bozuluyor.

Tuhaf bir şekilde kent tasarımında sol, kültürel değerlerin muhafazasını savunurken sağ, şehrin altüst oluşundan yana

Ekonomi inşaat ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

Doğaya bir maliyet, fayda üzerinden bakmamak gerekiyor. Şirket merkezli yerine bunun mağduru olan yurttaş merkezli bakmak gerekiyor olaya. Neden bir şirketin karının azamileştirilmesi bu ülkenin yegane seçeneği olsun. Genel olarak emperyalizm, globalizm gibi laflar üzerine değil; belki somut olarak bu şirketlerin herhangi bir kamu yararı tesis edip etmediğine bakarak, yarattıkları dışsallıklara bakarak, ekonomik doğa tahribatına bakarak geniş kesimlerin farkındalığını arttırmamız gerekiyor. Yoksa genel anlamda reçeteler üzerinden hayatı okuyarak yurttaşı ikna edemeyeceğimizi hayat bize gösterdi.

İktidarın muhafazakâr yapısı şehircilik ve kültürel anlamda ne durumda?

Muhafazakâr, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin prosedüründe zaten karı muhafaza etmek anlamına gelir. Tuhaf bir şekilde kent tasarımında sol, kültürel değerlerin muhafazasını savunurken sağ, şehrin altüst oluşundan yana. ANAP ve AKP de buna dâhil. İstanbul doğumluyum ve ilk denize Üsküdar Salacak Plajı’nda girdim. Oranın bir betona dönüşmesi faciasını yaşadım. Arnavut kaldırımlarının nasıl asfalt ile kaplandığını gördüm. Kisch tipi modernleşme üzerinden kentin nasıl tahrip edildiğini görüyoruz. İngiliz yazar diyordu ki “All cities are changing but İstanbul is dissolving.” Bütün şehirler değişir ama İstanbul çözülüyor, tahrip oluyor. Benim ailem de muhafazakâr bir aileydi. İstanbul’da, Üsküdar’da oturuyordum. Bütün konakları yıkan, apartmanlara dönüştüren de bizim insanlarımız. Lafa gelince o muhafazakârlar ahşap evde oturup ne yapacağız, kaloriferimiz gelecek diyorlar. Bakır leğenleri atıp plastik leğen alan bir kültür havuzu içinde yüzüyoruz.

Medyayı nasıl anlatıyorsunuz dersinizde? Medya STK ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gezi’de ölenlerin büyük bölümü İstanbul dışında ama burada da büyük yaralanmalar oldu. Büyük bir vandalizm oldu. Biz resmi olanına da olmayanına da karşı çıktık. Şiddete karşı çıktık. Bizim özgürlükçü dediğimiz Gezi çığlığı kadına yönelik şiddete de, cinsiyetçi sloganlara da karşı çok olumlu tepkiler verdi. Rusya’da Sovyetik rejim yıkıldığında üç kişi ölmüştü. Hükümet böyle bir şiddet merkezli tepki yerine pekala “bu da Türkiye’nin aydınlık yüzü” diye bir tutum alınabilirdi. Bu önemli bir fırsattı. İktidar devletleştiği için bu süreci de kontrol edemez hale geldi. Medyaya genelde baktığımızda bizdeki penguen medyası dediğimiz konu Avrupa’da belli bir şirket grubunun medyadaki oranı bile sınırlanmıştır. Siz medyada tam bir hakimiyet sağladığınızda ve iktidarın kaynakları paylaşması noktasında bir ilişkiniz olduğunda bir tür otosansür uyguluyorsunuz. Medyada da hürriyet vs. konularda ne kadar atıp tutan insan varsa sendikaya üye olmuyorlar. Meclise geldiğimde “Bir soru soracağım, yayınlayamayacaksınız” demiştim. “Elinizdeki kameralar sigortalı, kameramanlar sigortasız, kameralar insanlardan daha mı değerli” dedim ve kestiler.

Etiketler

Bir yanıt yazın