Bugün Mimarlığın Görünmeyeni Gösterme İşlevi Her Zamankinden Fazla Önem Taşıyor

Korhan Gümüş'le kentin değişimi, dönüşümü ve mimar olarak kent algısı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Taksim dahil olmak üzere şehrin her yanı değiştirilmeye ve dönüştürülmeye devam ediyor. Yollar yeraltına iniyor, meydanlar genişletiliyor, binalar yenileniyor… Tüm bunlar kulağa hoş gelse de dönüşüm şehirde yaşayan düşük gelir grubundan insanları etkiliyor. Taksim Platformu’ndan mimar Korhan Gümüş ile kentin bu dönüşümünü, İstanbul’u ve mimar olarak kenti algısını konuştuk…

Cihan Keyif: Öncelikle sizden bahsedelim. Mimarlıkla beraber radyo programcılığı, bir dönem de olsa akademisyenlik ve bitmeyen bir STK hayatı… Siz, tüm bunlar bir araya getirildiğinde ya da ayrıştırıldığında kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Korhan Gümüş: Ben öğrenciliğimden beri, yani profesyonelliğe yönelik adımlar attığımdan beri uğraştığım konuları mesleki formasyonun uzantıları olarak görüyorum. Eğer birtakım STK’larda yer alıyorsam, kamusal işleyişle ilgili konular üzerinde çalışıyorsam, bu mimarlığı bırakıp başka konularla uğraştığım anlamına gelmiyor. Mimarlığın bugün ancak böyle yapılabileceğini düşündüğüm için bağımsız inisiyatifler içinde yer alıyorum. Bugün neoklasik dünyanın sembolik bir disiplini olarak gelişen ve piyasa içinde kurumsallaşan mesleki işleyişin topluluklara çok büyük zararlar vermeye başladığı bir dönemdeyiz. Karşımızdaki kriz çok büyük. Bugün mimarlığın görünmeyeni gösterme, örtüyü kaldırma işlevinin her zamankinden daha fazla önem taşıdığına inanıyorum.

Mimarlığın 19. yüzyılda üniversitelerdeki eğitim dönüşümünden önce kabul gördüğü gibi, bina resmi çizme işi, becerisi olmadığını düşünüyorum. Bu yalnızca mimarlık mesleği için geçerli değil elbette. Bunu küçümsediğim için değil, yalnızca bir karışıklığa yol açmamak için söylüyorum. Mimarlığın temel kazmak, duvar örmek gibi inşa eyleminin bir parçası görülmesinin profesyonellikle çeliştiğini düşünüyorum. Mimarlık yalnızca piyasa odaklı işlere yönelik bir iş değil çünkü. Nasıl para kazanmak için yapıldığı takdirde sanat nasıl sanat olmaktan uzaklaşıyorsa, bu mimarlık için de geçerli. Bu para kazanmak veya kazanmamak değil, bağımlı olup olmamak meselesi. Bugün kamusal işleyişi dikkate almadan, etkilemeden mimarlık yapılabileceğini zannetmiyorum. Mesleğin kamusal boyutuyla ilgilenmeden mimarlığın hayatı yenilemesi, bir değer üretmesi mümkün değil.

Mimarlığın piyasa odaklı işlerden olduğu kadar, elbette ki iktidardan da bağımsız olması gerektiğini düşünüyorum. Eğer bağımlı olurlarsa, olağan işleyişi içinde siyasal rejimler otoriterleşir, kamusal alan yaratıcı düşünceye kapatılır. Böyle bir durumun sanatçılar, mimarlar, araştırmacılar için değil, asıl onların hizmet verdikleri topluluklar için bir felaket olduğunu düşünüyorum.

Örneğin bir kentsel dönüşüm projesinde yer alan mimarların “Biz işimizi yaparız, sosyal konular bizi ilgilendirmez,” diyebilme lüksünün olduğunu zannetmiyorum. Şehirle ilgili konular, mimarlık, sanat, sosyal sorunlar meslek bilgisi dar bir iktidar alanından güç alan faaliyetler değil, sorgulayıcı ve disiplinler arası ilişki kurmaya dayanan işlevler. Fikir üretimi ile ilgili hangi mesleği yaparsanız yapın karşınızda iki yol var: Ya edinmiş olduğunuz bu işlevi, imkanları, bilgiyi kendi iktidarınız için kullanacaksınız ya da öznesi ile ilişkilendirmeye çalışacaksınız. Bu nedenle kendimi muhalif bir kişi olarak görmüyorum. Kolay bir yol seçmek yerine, sorunun içindeki kendi rolümü değiştirmek için kendimden başlamayı tercih ediyorum.

CK: 1950’li yılların sonlarında başlayan göç şehri nasıl dönüştürüyor?

KG: Türkiye gibi birçok ülkede, çok partili rejimler merkezileşmiş ulus-devlet siyaseti üzerinde gelişti. Bu rejimlerde şehirler sömürge rejimlerindeki gibi merkezi yönetime eklemlendi. Merkezi politikalar ile piyasa güçleri ayrıcalıklı koşullar yaratıldı ve şehirler politika, yani “kutsal amaçlar” için bir araç haline geldi. Merkezileşen siyaset şehirleri araçsallaştırarak anlamını yok etti. Şehri yönetmek, yalnızca imarı denetlemek, güvenlik sağlamak, temizlik yapmak gibi algılanmaya başlandı. İşe küresel sermaye girdiğinde ulus-devletin bir politika geliştirme imkanı kalmadığı, şehir yönetimlerinin katılım ve politika geliştirme özelliği kalmadığı için yağmanın boyutları büyüdü. Bu durumun haksızlıkları gizlediği, şehirlerin yaşam enerjisini tükettiği çok açık. Bugün bir taraftan kent yönetimlerinin güçlendirilmesinden söz ederken bir taraftan da plan tadilatları ile elde edilecek rantların Ankara’dan yönlendirilmesi bir çelişki değil mi? İşler tersine doğru gidiyor. İdeolojilerin tasarlayıcı gücü eskiden olduğu gibi görünür ve açık bir kriz yaratmıyor ama arka planda kalarak, iktidarın bir ayrıcalıklı sınıfa sunduğu sisteme bir giriş şifresi olarak iş görüyor. Sonuçta siyasetin kamusal bir niteliği kalmıyor.

CK: Bir kent olarak İstanbul ile içerisinde yaşayan bireylerin ilişkilerini nasıl buluyorsunuz?

KG: İstanbul’da büyüyen bir sınıfsal uçurum var. Siyasetçiler bunu yağmadan pay vererek aşmaya çalışıyorlar. Ancak bu, şiddetin boyutlarını artırıyor. Çünkü insanlar iş bulmak, hayata tutunmak için daha fazla bağımlı hale geliyorlar. Bu yüzden belki geçmişteki 6-7 Eylül, Varlık Vergisi gibi ırkçı uygulamaları olağanüstü olaylar olarak algılıyoruz ama olağan duruma, bugün neler olduğuna pek bakmıyoruz.

CK: 1980 darbesinden sonra hızlanan kapitalist sürecin, Avrupa ülkelerinde yıllar önce görülmeye başlayan etkilerini İstanbul’da yeni yeni görmeye başlıyoruz. Kapitalist süreç şehri nasıl biçimlendiriyor?

KG: Şehrin küresel kapitalizmin içine dahil olması ile birlikte ulus-devletin nasıl iş gördüğüne bakmak lazım. Çünkü karşımızdaki süreci biçimlendiren yalnızca kapitalizmin küreselleşmesi değil, devletin bu süreçteki dönüşümü. İdeoloji deneysellik ve katılım gerektirmediği için geri plana çekiliyor ama bu onun yok olması anlamına gelmiyor. Tam tersine müzakere edilemez kutsal bir bagaj halini alıyor. Bu durum kapitalistleşme sürecinin bir krizi olarak daha büyük bir sorunu, çok daha vahşi koşulları yaratıyor.

CK: Mutenalaştırma dediğimiz olgu da kapitalist süreçten bağımsız düşünülemeyecek bir oluşum. Sulukule, Balat, Tarlabaşı ve şimdi çanlar Taksim için çalıyor. Ne düşünüyorsunuz?

KG: Mutenalaşma, yani şehirlerdeki yerleşik nüfusu kazıyarak yerleşim alanlarını spekülasyona açma sorunu dünyanın her yerinde tıpkı çevre sorunları gibi yaşanıyor. Ama İstanbul’daki sorun bunun kamu eliyle yapılması. Japonya’da, Almanya’da, İngiltere’de, Hollanda’da yerleşik nüfusu yerinden etmeyen, ekonomik bir kopuş yaratmayan projeler de var. AB ülkelerinde bir bölgeyi yerel yönetimin önce müteahhitle dönüştürmeye kalkması mümkün değil. Önce STK’larla ne yapılacağına karar veriliyor, ihtiyaç analizi gerçekleşiyor. Sonra proje hizmeti yaratıcı bir katılıma açılıyor. Bu ilk iki aşama açık uçlu ve piyasa aktörlerine, yatırımcılara, spekülatörlere kapalı. En sonunda projeler bittikten sonra, halkı yerinden etmeyen koşullar oluştuktan sonra müteahhitlere açılıyor, o da rekabet ilişkileri içinde. İşte size başka bir kapitalist sistemdeki uygulama. Avrupa Komisyonu’nun Fener-Balat’ta yaptığı uygulama da böyleydi ancak özellikle bir örnek oluşturması engellendi.

CK: Tüm Avrupa’da insanlar sokaklarda eğlenirken bu yaz itibariyle Taksim’de başlayan masa toplama uygulaması sadece mutenalaşma ile açıklanabilir mi?

KG: Yerel yönetim kendine göre bazı sokakları yeniden ele almak ve değerini geliştirmek istiyor. Bu amaçla piyasa odaklı bir dönüşüme kendi başına müdahale ediyor. Buna karşılık itirazlar var ama burada bir müzakere ortamı yaratalım, yasada öngörüldüğü gibi bir yönetim planı hazırlayalım, birlikte karar verelim diyen pek yok. Sorun tam da burada, çünkü kamusal müdahaleyi müzakereye açacak, kamusal işleyişi regüle edecek çıkar amaçlı olmayan faaliyetleri talep eden yok. Çıkarların temsili kamu faaliyetlerinin düzenlenmesi için yeterli olamaz, mutlaka STK’ların arayüz oluşturması, katılım alanını genişletmesi gerekir. Oysa piyasa odaklı olmayan bilgi üretimi tamamen hayırseverlik alanına izole olmuş durumda.

CK: Anıtsal yapıların da bu sürece kurban gittiğini görüyoruz. Emek Sineması bunlardan sadece biri ve gösteri (showbiz) camiasının ilgisini çeken tek yapı, bunun yanında başka birçok bina da kurban veriliyor. Tüm bunlar üzerinden kamu ile birey arasındaki ilişki ne durumda? Kamu şehirde yaşayan bireyi düşünüyor mu?

KG: Kamu kendince böyle düşünüyor. Siyasetin kasasına akan geliri artırarak kentin zenginleşeceğini zannediyor.

Beyoğlu’ndakiler değil, dünyanın her yerindeki sinemalar yalnızca gişe hasılat gelirleri ile yaşayamaz. Zaten kamu gelirlerin en az yarısını vergi olarak geri alıyor. Sinemaların, tiyatroların, kültür-sanat merkezlerinin mutlaka kamu politikaları doğrultusunda desteklenmesi gerekir. Bunu talep eden yok. Yalnızca kamu tarafı değil, sermaye de bunu istemiyor. “Devlet gölge etmesin başka ihsan istemem,” diyen ve bu haksız durumdan istifade eden özel sermaye yarışmacı bir ortamdan hoşlanmıyor. Kamu bizim dışımızdaki bir şey değil. Yönetim tek başına profesyonel alanı nasıl düzenleyebilir? Bütün meslek örgütlenmeleri, üniversiteler, STK’lar siyasetle profesyonellik arasındaki arayüzü oluşturmadan başka bir gelişmeden nasıl söz edilebilir? Burada mesele öznellikleri kapsayabilecek bir kamusallığı yaratmaktır. Ben profesyonelliğin bu şekilde resmi kamu ve özel piyasa olarak ayrışmasının bir kentin başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri olduğunu ve bu durumu değiştirmenin profesyonelliğin ana meselesi olması gerektiğini düşünüyorum.

CK: Taksim projesinin çizimleri ve maketleri basına tanıtıldı, en azından ana akım medya aracılığıyla. Bu projeler yapılırken bir danışma kurulu, ihale ilanı, proje ve uygulama danışmanlığı gibi basamaklardan geçilmiş gibi görünüyor. Siz haberdar mısınız mesela projeci hangi firma, danışma kurulu kimlerden oluşuyor ya da yüklenici firma kim?

KG: Bir düşünün: Kültür Bakanı çıksın, bir kamusal alana yapılacak heykelin nasıl olacağına, sinemalarda gösterilecek filmin senaryosuna karar versin. Bu tür bir yönetim anlayışının dünyada artık örneği kalmadı. Bunun 1930’larda kışlayı yıkan otoriter zihniyetten bir farkı yok. Taksim için siyasal otorite önce karar alıyor, sonra bu karara göre proje geliştiriliyor. Karar süreci tamamlandığında sıra fikir geliştirmeye geliyor. Karar araştırma yapılmadan, bilgi üretimi gerçekleşmeden alınıyor. Siyasetçiler gözleri kapalı karar veriyorlar. Tasarımcılar, plancılar karara göre fikir üretiyorlar. Bir kamusal alana böyle bir müdahale, olsa olsa otoriter rejimlerde görülebilir. Yüklenici ise gene Büyükşehir Belediyesi’nin atadığı, daha önce Beyoğlu’ndaki skandallara imza atmış bir bürokrat. Kendileri dışında kimseye danıştıklarını zannetmiyorum. Öyle olsaydı, Gezi zaten kültürel faaliyetler için kullanılır, otopark ve ticari faaliyetler için kullanılmazdı.

CK: İstanbul 2010 Kültür Başkenti Projesi’nde de görev almıştınız. Toptan değerlendirdiğinizde etkinlikler bütünü içinize sindi mi?

KG: Kültür Başkenti başlangıçta çok aktörlü bir yönetim deneyimi idi. Zaten Taksim projesi, AKM, Sulukule gibi projelerdeki sorunu çözmek için STK’lar tarafından geliştirilmişti. Yönetim bunu kabul etti ama merkezileşen politikanın güdümüne soktu. Buna kendi hesabını yapan bazı kuruluşlar da seslerini çıkarmadılar. Sonuçta STK’ların zorladığı birkaç önemli gelişme dışında bir yenilik yaratılamadı, bu deneyimi yalnızca bir kaynak transferi aracı olarak değerlendiren statüko hakim oldu.

CK: Mimarların yerel ve merkezi yönetimlerle olan ilişkisi nasıl kurgulanıyor?

KG: Bu soru mimarlığın kamusal sistemin işleyişi üzerindeki etkilerini ilgilendiriyor. Sistem merkeze kilitlendiği için mimarlık kamusal alanda iş görsün, ihtiyaç karşılansın diye gerçekleşen teknik bir işlev gibi algılanıyor. Örneğin Taksim ile ilgili projeye bir bakalım: Önce karar alınıyor, bir ihtiyaç analizi yapılmadan, katılım ve müzakere olmadan. Mimarlığa tanınan alan da son derece sınırlı. Mimarların da buna göre bir proje üretmesi isteniyor. Kentsel dönüşüm projeleri de böyle. Önce tepeden inme bir biçimde bir alan belirleniyor ve yatırımcı-müteahhit devreye giriyor. Sonra fikir üretimi başlıyor. Özelleştirme projeleri de öyle. Profesyonellik mekanizmalarının işleyişi açısından bir skandalla karşı karşıyayız. Ancak bu skandal piyasa odaklı mimarlık üretiminin mantığı ile örtbas ediliyor. Oysa ki düşünselliği, deneyselliği desteklemek şöyle dursun, iptal eden, tıpkı bir sansür sistemi gibi çalışan bir kamu var karşımızda.

Bu yüzden UNESCO ile ilgili kriz bile İstanbul lehine dönüştürülemedi, kötü yönetildi. Bu fırsatın kaybedilmesinde güya duyarlılık taşıdığını söyleyen ama gerçekte iktidardan daha tepeden inmeci STK’ların da payı var. Yıllarca Haliç Metro Köprüsü’nün boynuzları tartışıldı ama sürecin dönüşmesi için hiçbir şey yapılmadı. Tersine, karşımızdaki ayan beyan ortada olan skandal örtbas edildi. Yönetimin tepeden inmeciliğini meşrulaştırıcak bir biçimde “Sen bilmiyorsun biz daha iyi biliyoruz!” tavrı sergilendi. Demek ki muhalefet ile iktidar arasında da bu konuda bir anlaşma var. Çünkü bu tür bir katılım kamusal işleyişe müdahale etmiyor. Yapılan hatalardan ders çıkarmak mümkün olmuyor, Yalnızca kendi kamu yararını savunan bir topluluk olarak algılanıyor.

Meslek kuruluşlarının ve STK’ların görevlerini yapmadığını düşünüyorum. İktidarla türdeş bir ilişki içinde, ister iş birliği yapın, ister muhalefet, bu sorunu çözmek mümkün değil. Bu zihniyetle iktidarın otoriter uygulamalarını dönüştürmenin ancak bir hayal olduğunu söyleyebilirim. Mesleki örgütler sorunu basit bir siyasal tercih gibi göstererek kamu yönetimlerinin merkeziyetçi bakışını meşrulaştırıyor. O zaman bu sorunun mimarlıkla ilgili değil, yönetimin tercihi ile ilgili olduğunu zannediyoruz.

Etiketler

Bir yanıt yazın