“Bu Halk için Bir Bienal”

İstanbul Tasarım Bienali Direktörü Özlem Yalım Özkaraoğlu, Bienali'in tasarım sürecini, bilinmeyen tüm detayları ile Arkitera.com'a anlattı.

Derya Gürsel: Bienal başladı ve bienal ekibinin bu sürece nasıl hazırlandığı merak konusu. Aslında hızlı bir süreçti denilebilir. Bize ekibinizle küratörlerle nasıl bir araya geldiğinizi, pratikte neler yaşadığınızı aktarabilir misiniz?

Özlem Yalım Özkaraoğlu: 2 yıldır hiç durmaksızın hazırlanıyoruz. Fikrin ilk aklıma düşmesi çok önceydi. Sonra İKSV’nin bu şekilde hızla fikri genişletmeye çalışmak istemesi harika bir konu olarak hayatıma girdi. O günden sonra Türkiye için bir tasarım bienali yapılmalı mı yapılmamalı mı, yapılırsa nasıl yapılır, ne zaman kimlerle yapılır gibi İKSV ile sohbetlerimiz oldu. Sonrasında karşılıklı güvenle ve çok büyük bir heyecanla yazılıp çizilmeye başlandı. Bir objeyi nasıl tasarlıyorsanız bunu da baştan o şekilde tasarlamak zorundaydık. Çünkü bazı şeyler var, belirli modelleri alırsınız onları olduğu gibi kalıbıyla uygularsınız. Bazı konularda da bunu yapamıyorsunuz. İstanbul öyle bir konu. Dünyanın bütün bienallerini gezdim. Fakat tüm yönetimi ve süreçleri biliyor olmak bunun İstanbul için de bir çözüm olduğu anlamına gelmiyordu. Bir de her tasarımcı ya da mimar nasıl yaklaşırsa ben de o şekilde yaklaştım. Beyaz kağıtlar üzerinde, diyagramlarla, eskizlerle… Çok büyük bir okuma sürecine girdim. Çünkü herkesin ne yaptığına hakim olmak istiyorsunuz, her türlü etkiliği görmek istiyorsunuz. Bütün tasarımcıları, düşünürleri, yazarları yakından tanımak istiyorsunuz. Onların kitaplarını hızlı bir şekilde okumaya çalışıyorsunuz.

Tabii ki İKSV’nin deneyimleri var. Onlarla beraber ekibimizi oluştrduk ve sanat bienalinin de modelini alıp “nerelerde ne şekilde kullanabiliriz”e baktık. Tasarım, içeriğinden ve alanlarından dolayı sanat gündemiyle çok örtüşmüyor. O anlamda çok fazla bir kullanımız olamadı.

Dünyadan da çeşitli bienallere baktık. Belirli bir modeli buraya uygulamak için onlardan da çok fazla bir kullanımımız olamadı. Dolayısıyla biz İstanbul’un ihtiyaçlarına yönelmeyi tercih ettik. İstanbul’da tasarım ve mimarlık konularındaki aktörleri deşifre ettik. Bu aktörler kimlerdir? Biz böyle bir etkinlik yaptığımızda bunu kimin için yapıyoruz? En büyük pasta dilimini toplum oluşturuyor. Toplumun haricinde kimler var? Devletin çeşitli birimleri; tasarıma, inovasyona, rekabete, patente bağlı birimler ve bunun üzerine çalışıyorlar. Rekabet, ticaretten dolayı devletin önemli kademelerinde yer edinmiş bir konu. Mesleklerle ilgili odaları, üniversiteleri araştırıp, “tasarım konusunda üniversiteler için ne yapabiliriz?”e baktık. Meslek profesyonelleri, mimarlar.. Bugün Türkiye’de ki mimarlığın durumu nedir? Mimarlar kimlerdir? Aynı şekilde tasarım. Tasarım konusunda biraz daha avantajlıyım. Çünkü son 10 senedir pek çok etkinliğin içinde bulundum. Meslek kuruluşunda çalışmalarım vardı. Ama tabi mimarlık, kentsel tasarım, moda tasarımı, medya tasarımı gibi sadece ilgi duyduğumuz, profesyoneli olmadığımız alanlara uzanmamız gerekti.

Ardından süreç başladı. Başta akademi programını oluşturmayı hedefledik. Bienal temasını Deyan Sudjic belirlemişti. Deyan’ın belirlediği tema İstanbul için iyi bir tema. Dedik ki bu temayı öğrencilerinizle uyarlar mısınız? Tüm dekanlarla yazıldı, çizildi. Herkesin kafasında bir boşluk vardı. Bölümler bunu bir fırsat olarak değerlendirdi ve öğrenciler ile organize oluruz dediler. Bazıları ne yapacakları konusunda destek istedi ve destek verdik. Derken biz 10 üniversite hedeflerken, 26 ünversitenin 76 bölümü programın katılımcısı oldu ve tamamen kendi içimizde departmanlaştı. Bence çok dinamik ve hoş işler çıktı. Şu anda bana iyi ki yapmışız dedirten en önemli şey o.

Birkaç Küratör Olması Gerekiyordu. Bu Bir Savaştı!

Bunların haricinde 2 adet sergimiz var. 1 tane de olabilirdi, 10 tane de olabilirdi. Bunun dünyada çeşitli örnekleri var. Bunların hepsi kurulumuzla beraber çok uzun saatler tartışıldı.

Mesela küratör diyorsunuz. Sanat dilinde öyle bir temahül var. Ancak tasarım öyle bir alan değil. Çeşitli dalları var. Tabii ki bir çok disiplinin ortak kelimesi tasarım. Ama günün sonunda hedefleri farklı, ilgilendikleri toplum kesimi farklı. Dolayısıyla bunu tek bir küratörle yapmak oldukça zor. Birkaç küratör olması gerekiyordu. Bu bir savaştı. Bunu anlatabilmek…

Bu iki sene böyle geçti. Her konu, her kural herkesle tartışıldı. Meslek kuruluşları ile sayısız gün ve saat geçirdik. Bazıları biz organize olamayacağız dediler. Bazıları da bekleyip görmek istedi. Çok doğal. Böyle şeylerin ikincisi her zaman daha rahat olur.

Deyan küratör olacaktı. Son dakikada değişti. Bu noktadan sonra kusurluluğu bırakmak istemedik ki elimizde belki yine çok iyi olabilecek temalar ve küratörler de vardı. Temaya inandık. Kusurluluğu en iyi kim yapabilir diye düşündük. O noktada Joseph Grima ve Emre Arolat hayatımıza girdi.

Burayı çok kısa geçmek istemiyorum ama benim için gerçekten çok zor bir dönemdi. Seçim dönemi. Sadece bana ait bir şey tabii ki değildi. Masanın üzerinde bazı isimler var, o isimlere ulaşmak, o isimlere kendinizi anlatmak… Yani biz Türkiye olarak tasarım konusunda her nekadar başarılara sahip olsak da henüz çok sözü geçen bir ülke değiliz. Türkiye’de mimarlık diye bir başlık açtığınızda özellikle yurtdışında kendinizi anlatmak için çok çaba sarf etmeniz gerekiyor. Deyan’dan Rem Koolhaas’a herkes yani neden ya da kimsin diye soruyor. Yani sen kimsin derken Özlem olarak da kimsin İKSV olarak da kimsin ülke olarak da kimsin diye soruyor anlatmak zorundasın. Türkiye’de tasarım konusunda 2 tane konferans verdim. Bir şeyleri anlatmak istiyorsunuz ve o sırada zaman geçiyor. O anlamda bir elçilik görevi üstlendik. Önceden edinilmiş bir takım intibalar da var. Dost acı söyler. Siz yepyeni bir idealle gidiyorsunuz. Ama bakıyorsunuz o insanın bir 5-10 yıllık geçmişi var. Çok da iyi anıları yok. Onları da kırmanız gerekiyor. Zorlu süreçlere rağmen iyi bir yere geldi.

İki küratörün sergisine gelirsek Musibet ve Adhokrasi. Bence gerçekten Kusurluluk’tan çok iyi kopabilmiş, bir aynadan da çok ondan türemiş durumdalar. O anlamda da gayet başarılı buluyorum. Birbirlerini tamamlamaları çok iyi oldu. Ortak bir platformda buluşabildiler. Bizim kaygımız da buydu. İşin yönetmeye çalıştığınız en zor kısmı birden fazla küratör olması. Ve tabii mesleki pratiğin içerisinden çok da gelmiyor olması lazım ki her ikisi de öyle özellikle Emre Bey.

Tasarım Alanında Küratör Olmak Biraz Farklılık Gerektiriyor!

DG: Serginin eleştirel olması anlamında da küratörler bir risk olabiliyor. Bu göz önüne alındı mı? Örneğin Emre Arolat’ın seçilmesi. Eleştirinin pozitif olması ya da negatif olması anlamında…

ÖY: Bugün bu Özlem Yalım için de var, İKSV için de var. Bu durumlar hep var ve olmalı. Orada önemli olan doğrular içinde kalabilmek. Bir şey ortaya koyabiliyorsanız onun arkasında durabilmek. Savunmamak da aynı zamanda. Sonuçta biz iki bağımsız insanın kendi bakış açısından birşeyleri yorumlamasını istiyoruz. Örneğin siz bir müzisyene bir müzik eseri verdiğinizde o onun yorumu. Biz en ideali, en güzeli, en iyiyi sunmuyoruz. Öyle bir iddiamız yok. Bienal nedir? Birşeyleri masa üzerine sermenin en keyifli yolu. Herhangi bir konuda bienal olabilir. Tıp konusunda da olabilir. Bir konuda bienal yaptığınızda “Neden bienal?” diye kurcalamanız, kazımanız gerekiyor. Dolayısıyla burada iyi, doğru vs yok. Burada bazı işlerde bir şeyler bize ne düşündürüyor, onlara bakacağız. Bazılarını biliyoruz, bazılarına ilgi göstermiyoruz, bazılarına ise sesimizi yükseltiyoruz. Bienalin bütün dünyada da geldiği nokta bu. O açıdan iki küratörün şu anda geldiği nokta iyi. Bunu sadece bir sergi düzenlemek olarak ele alan pek çok isim var. Olacaktır da. Ama tasarım alanında küratör olmak biraz farklılık gerektiriyor.

DG: Belki biraz erken olacak ama İstanbul Tasarım Bienali’nden beklentiniz neydi ve beklentilerinizi karşıladı mı? Bir ikincisi düzenlendiğinde şu şöyle olacak bu böyle olmayacak dedikleriniz var mı?

ÖY: Dediğiniz gibi çok erken. Ancak dünkü açılıştan, meslektaşlardan ve bize gelen e-maillerden edindiğim ilgi, Türkiye’de ilk defa yapılmasının ilgisi, içerik zaman içinde irdelenecek diye düşünüyorum.

DG: Belki kendi yaptığınız çalışmalar üzerinden konuşabiliriz…

ÖY: Tabi. Çalışmalar üzerinden muhakkak olacak. Birtakım ilkleri yaşamak zor. Sonrasında da onu geliştirebiliyor olmak gerekiyor. Değişmez demiyoruz. Bunu bir deney olarak ele aldık. Hangisi daha faydalı olduysa onlarla yürüyeceğiz. Çünkü genel serginin dışında 5 ayrı program yürütüyoruz. Örneğin atölyeler. Çok keyifli fakat sponsorlar olmadan devam ettiremiyoruz. Dolayısı ile bir yıl önceden sponsor arayışına mı girmeliyim yoksa bunu başka şekilde mi kurgulamalıyım. Ya da zamanlama. Bayramlar, yurtdışı etkinlikleri, Türkiye ve İstanbul gündemi.. Dolayısıyla her şey değişebilir. Bienal sonrasında tüm bunları değerlendireceğiz. İlk olduğu için çok özveride bulunduk. Ancak altını çizerek söylüyorum. Kar amacı gütmeyen bir kuruluşun desteğe ihtiyacı var. Biz 2 yıldır özel sektöre de bunu anlatmaya çalışıyoruz. İkinci bienalin çok daha kreatif ve akışkan olacağına inanıyorum.

Biz Açık Çağrı Yaptık. Bu Hiçbir Bienalde Yok!

DG: “İstanbul Tasarım Bienali’nin farkı bu, gelin!” diyebileceğiniz nokta nedir?

ÖY: Dünya üzerindeki diğer bienallere bakıldığında içim son derece rahat. İnsanlar İstanbul Tasarım Bienali’nin zengin içeriğini, ortaya yeniden çıkardıklarını ve İstanbul’un güncel yaşantısıyla nasıl bir ilişki içinde olduğunu görebilir.

Hazır bir içerik koymadık. Bu çok önemli bir fark. Bunun anlaşılması çok önemli. Yeni ve İstanbul’la ilgisi var. Çok önemli tasarımcıların eserlerini burada sergileyebilirdik. Ama hayır dedik. Bu bir fark. Diğer bienallerin bir çoğu devlet tarafından empoze edilen, finansmanı sağlanan, biraz kültürel enjeksiyon amaçlı yapılmış bienaller.

Bir ikincisi bu halk için bir bienal. Musibet’in de Adhokrasi’nin de İstanbullu’nun günlük yaşamını doğrudan ilgilendirdiğini ve ona birtakım öneriler sunduğunu görüyorum. İki küratörümüzle birlikte bunun için çok uğraştık. Küratörler limitleri korumak için çok uğraştılar. Bir üçüncüsü bizler tasarım dünyasında bienal kavramına alışkın değiliz. Yarışmalara vs alışkınız. Bienal öyle değildir. Biz açık çağrı yaptık. Bu hiçbir bienalde yok. İstanbul’a özgü demokratik bir girişim. Küratörleri buna ikna etme dünyanın en zor işi. Sadece küratörün seçtiklerini hazırlamak bambaşka bir söylem doğururdu. Onu da istemedim. Çünkü Türkiye’de çok geniş ve yaygın bir tasarım ve mimarlık potansiyeli var. Buna artık imkan vermek gerekiyor. Gelin fikirlerinizi küratörle tartışın dedik. Şubat’tan Haziran’a kadar süre vardı. Daha ilk günden itibaren bütün dünyadan proje yağdı. Türkiye’de katılımcılar Haziran’ın ikinci yarısını bekledi. Bana gelen e-mail ve telefonlardan biliyorum. Dolayısıyla biz daha bu tür şeylere alışkın değiliz. İkincisinde daha farklı olacaktır diye düşünüyorum.

Fark diye sorduğunuzun en büyük cevabı bu. Tabii ki toplumsal bir etkinlik olması çok önemli. “Gel sen küratörle tartış” diyoruz. Ama adamın istediği fikri tartış. Gelen projeleri de biliyorum. Hiç mi anlaşılmadık diye düşündüm. Metinleri değiştirdim biliyor musunuz? Emre Bey’den rica ettim metni değiştirebilir miyiz belki anlaşılmıyordur diye. Bu tabi ilk olmasından kaynaklı.

Bir sürü kızgın insan var diye tahmin ediyorum. Toplamda 600’e yakın proje var. 200’e yaknı Türkiye’den. Bence çok iyi bir rakam. Şu anda bile 100 üzerinde proje var. Bunların içinde küratörlerin davet ettikleri de var. Bu anlamda açık çağrı yapmak çok riskli. Ama yaptık. En büyük farkı da bu.

DG: Ellerinize sağlık. Biz sergiyi gezelim vakit kaybetmeden. Çok teşekkür ederiz vakit ayırdığınız için.

ÖY: Ben teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın