“Aslında sergiler de projeler gibi kendi koşulları içerisinde doğuyorlar”

Emre Arolat Architects (EAA), son dönemde peş peşe açtığı sergiler ile oldukça gündemde. Sergilerden güncel olanı "F A B R I K A / EAA- Emre Arolat Architects" 17 Mart'a kadar Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde gezilebiliyor.

EAA’nın hazırladığı “F A B R I K A / EAA- Emre Arolat Architects” sergisine paralel olarak düzenlenen “Mimarlık ve Gösteri” adlı panelde Uğur Tanyeli, Bülent Tanju ve Emre Arolat, Guy Debord’un “gösteri toplumu” kavramı üzerinden güncel mimarlık ortamı ve söylemi hakkında tartışacaklar. Moderatörlüğünü Ali Paşaoğlu’nun üstleneceği panel 24 Şubat Cuma günü saat 17:30’da Milli Reasürans Sanat Galerisi Konferans Salonu’nda gerçekleşecek.

“Mimarlık ve Gösteri” panelinden hemen önce “F A B R I K A / EAA- Emre Arolat Architects Sergisi”nin küratöriyal ekibinden Nil Aynalı ile sergiler, EAA’daki yeni yapılanma ve bu yapılanmanın diğer ürünleri hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.

Emre Arolat Architects (EAA) olarak son dönemde özellikle sergi açısından oldukça üretken bir dönemdesiniz. “An/Moment”, “F A B R I K A / EAA- Emre Arolat Architects” ve son olarak da “Emre Arolat Architects Anlama ve Araştırma Bursu 2011 Dönemi Sergisi”. Sergilerin ortaya çıkış ve üretim süreçlerinden bahsedebilir misiniz?

Aslında ofis içinde bu alanla ilgilenen yeni bir yapılanmanın bu üretkenliği mümkün kıldığını söyleyebiliriz. Öte yandan bunun EAA’nın bir mimarlık pratiği olarak varoluş biçimi ile de yakından ilişkisi var.

Diğer tüm kültürel üretimler gibi mimarlık üretimi de sürekli bir “pozisyon alma”yı gerektiriyor. Ayaklarınızı bastığınız zemin ya da bireysel ideolojiniz, önünüze gelen konu ile ilgili nasıl bir üretim yolu seçeceğinizi belirliyor. Giderek sıradanlaşmış, “normal”leşmiş mimarlıklar dahi aslında görünmez ideolojiler içerisinde yer alıyorlar, bu anlamda “ideolojinin dışı yok” da diyebiliriz. Burada ideoloji kelimesini politik yükünden de tamamen arındırmadan ama daha çok kelime anlamıyla, yani “idea’lara dair bilgi” anlamına gelecek şekilde kullanıyorum. Her bir mimarlık ürününü üretirken aslında sizi o ürüne doğru yönelten bir “düşünce bilgisi”de üretiyorsunuz çoğu zaman. EAA’daki mimarlık pratiğinin bu anlamda hayli verimli bir toprak olduğunu söyleyebilirim.

Bir diğer bilgi türü de yapı üretildikten sonra oluşuyor. Buna bir yorumsama-anlama etkinliği diyebiliriz. “Bir yapıyı anlamak” meselesi kulağa çok genel bir konuymuş gibi geliyor ama aslında hakiki bir problem. Bunu problem yapan şey ise bir eylem olarak “anlama”nın yokluğu. Anlamak her şeyden önce nesneye doğru yönelmiş bir ilgiyi gereksiniyor. Nesne ise kolayca sabitleyip içine bakabileceğiniz bir şey değil aslında. Bir yapıya yaklaşırken çoğu zaman nesnenin kendisiyle bile değil, onun ikinci elden temsilleriyle baş başa kalıyoruz. Tam bu noktada, yani yapıyı anlama noktasında, yapının nasıl bir maceradan geçerek orta yere geldiği, varoluş koşullarının ne olduğu, nasıl bir pozisyon içerisinden şekillendiği, nasıl bir durum kavrayışı ya da yer mefhumu üzerine temellendiği konuları, yapıya yaklaşmak için önemli bir bilgi kaynağı oluşturuyor. Bu, bir yönüyle yapının üzerindeki -eğer varsa- haleyi yok ediyor, onu dünyevileştiriyor. Bazen de tam tersinden, uzaktan oldukça dünyevi görünen, hakim ekonomik araçların, politik ideolojilerin veya yönetim biçimlerinin kurduğu sisteme yenilmiş, doğuştan ‘kusurlu’ bir yapının içinde nasıl bazı kuvveler taşıyor olduğunu, kendi koşulları içerisinde nereye doğru bir kapı açıyor olduğunu anlamak için de bir şans sunuyor. Bahsettiğiniz sergiler ve paralel etkinlikler bu türden bir “anlama” eylemine katkıda bulunursa herhalde en çok sevineceğimiz şey bu olurdu.

Aslında sergiler de projeler gibi kendi koşulları içerisinde doğuyorlar. Konu, zaman, yer, ekip yapısı, sizin o dönemki zihin durumunuz kısacası o anki varoluş koşullarınızın tümü bir serginin niteliğini etkileyebiliyor. Örneğin 2011 yılı Şubat ayında Tophane-i Amire’de gerçekleşen “An” sergisi, MSGSÜ’den gelmiş bir sergi teklifiydi ve mekanın cazibesi sebebiyle de geri çevirmesi zor bir teklifti. Diğer yandan kısıtlı zaman ve ofisin içinde bulunduğu anın özgüllüğü bizi daha az tasarlanmış, daha fazla ofisin “ev hali”ni orta yere seren yani o an güncel olarak uğraşılan ne varsa dondurup Tophane-i Amire’ye getirip herkesin dolaşımına açacağımız bir sergi fikrine doğru itmişti. Yalnızca bildiğimiz temsil araçları ile değil, projelere ait yazışmalar, eskizler, koordinasyon dökümanları, tasarım toplantılarının ses ve video kayıtları gibi farklı türden medyaları paylaşma imkanı bulmuştuk. 1.000 m2’lik bir alanda, 1 ayda ve neredeyse 1-2 kişi ile gerçekleştirdiğimiz bir proje olarak bahsettiğim yeni yapılanmanın ilk denemesi idi.

FABRIKA sergisi süreci ise bundan oldukça farklı. Teklif, yaklaşık 1 yıl önce Milli Reasürans Sanat Galerisi yönetmeni Amelie Edgü’den geldi. 2004 yılındaki “…nazaran” sergisinden sonra EAA ile bir kez daha çalışmak için fırsat kolladıklarını, 2010 yılı Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü kazanan İpekyol Tekstil Fabrikası’nı konu alan bir sergiye ev sahipliği yapmak istediklerini söylüyorlardı. Serginin bir de kitabı olacaktı. İpekyol Tekstil Fabrikası, az önce bahsettiğim “ideoloji” meselesinin kendini en iyi ortaya koyduğu yapılardan bir tanesi. Projenin başında Emre Arolat İpekyol’un sahibi Yalçın Ayaydın’a “Konvansiyonel fabrikalar tıpkı hapishanelere benziyor. Bunlardan bir tane daha yapacaksak ben bu işte yokum” diyor ve işverenin “Ben de böyle bir yapı istemiyorum” demesiyle birlikte fabrikanın hikayesi başlıyor. Bu yapıda, bildiğimiz fabrika tipolojisini kökten değiştirecek önermeler var. Örneğin yönetim ve üretim birimlerinin birbirlerinden hiyerarşik olarak ayrılmadan aynı çatı altına toplanması, çalışma mekanının nitelikleri, yüksek tavanlar, geniş pencereler, çalışırken dış dünyanın görülebildiği, işçilerin boş zamanlarında vakit geçirebildiği iç avlular, sosyal mekanlar… Türkiye’deki tekstil ve konfeksiyon atölyelerinin nasıl yerler olduğunu bilen biri bu değişimi hakkıyla değerlendirebilir gibi görünüyor. Sergide bu atölyelerden bazılarının bir arada görüldüğü 36 fotoğraflık bir bölüm var örneğin. Aslında yapıyı değerlendirmemizi sağlayan bu ve benzeri konular bizi bu yapının kendi yapısal niteliklerinden daha çok içine oturduğu bağlamın, parçası olduğu olgular ağının içerisine geri konduğunda gerçekten anlaşılabileceği noktasına götürdü ve bu düşünce serginin ana motivasyonunu oluşturdu.

“An/Moment” sergisi ofisin son dönemdeki projelerine odaklanırken “F A B R I K A / EAA- Emre Arolat Architects” sadece Ağa Han Ödülü’nü kazanan İpekyol Tekstil Fabrikası’na odaklanıyor. Fabrikayı ödülün hemen ardından ARKİV Buluşmaları kapsamında gezme şansı bulmuş, binanın çalışanların üzerindeki pozitif etkisini görmüştüm.

Sergiye dönecek olursak kavramsal çerçevesi nasıl oluşturuldu? Sergiye kimlerin katkısı oldu?

Yapıları, genellikle bir mimarın kalemi kağıda değdirdiği yerde yaratılan nesneler olarak algılamaya meyilliyiz. Biz İpekyol Tekstil Fabrikası’nı anlamak ve anlatmak için tersinden bir yol izledik. Çok soyutlayarak baktığımızda, bir yapıyı birbirinden farklı birçok durum, aktör ve tarihsel olgunun birbiri üzerine etkidiği bir kuvvetler bileşkesi olarak görmek mümkün. İşveren, program, yer, kullanıcı diye başlayan ve daha uzatılabilecek bu olgular silsilesinin oluşturduğu durum, mimar tarafından ele alınıp kendi ideolojik çerçevesi bağlamında bir noktaya taşınıyor ve fizikselleşiyor. Olgulardan bazıları kendi tarihsel ya da ekonomik yükleri ile geliyor. Örneğin fabrika olgusu ya da İpekyol’un parçası olduğu moda endüstrisi ya da mimarlık ile birlikte içinde bulunduklarını iddia edilebileceğimiz “kültür endüstrisi”… İşverenin gündemi, mimarın kendi dünyası, yerin ruhu aslında birbirinden ayrılması zor bileşkeler olarak o yapıya etkiyor ve yapının varoluş koşullarını oluşturuyor. Sergide İpekyol Tekstil Fabrikası’nı anlamak için onu oluşturan aktörlerin, olguların ve durumların kendi özgül dünyalarının içine girmeye çalışıyoruz. Bir tekstil fabrikasının ne demek olduğundan, fabrikanın sağladığı üretim kalitesinin moda sektörünün güncel üretim ritmi ile nasıl bir ilişki içinde bulunduğu ve fabrikada üretilenlerin moda dünyası denen ekonomi içerisinde nasıl bir yerde durduğuna kadar pek çok soruya değiyoruz. Dünyadaki güncel mimarlık yönelimleri ve bunların Türkiye emlak piyasasına yansıması bir yanda dururken diğer yandan mimarın kendi entellektüel problemleri var. Fabrikanın yer aldığı Edirne kenti ise Türkiye’nin sosyal yapı açısından özgün kentlerinden birisi. Bu fabrika başka bir kentte yapılmış olsaydı belki kullanıcıları ile böyle bir ilişki kuramayacaktı. Sergide bu yapıyı oluşturan, yapının içinde yaşayan ve ona değen olgulara attığımız bakışlarda aslında yapıyı görme fırsatı yakalıyoruz. Bunu 17 tane video, bir film ve onlarla ilişkilenen nesneler aracılığıyla yapıyoruz. Yapının fotoğrafları, üç boyutlu modeli ve maketi de bildiğimiz temsil araçları olarak bize eşlik ediyorlar.

Serginin kavramsal çerçevesini uzun süre önce oluşturmuştuk. Bunu üretime dökme ve küratöryal olarak geliştirme aşamasında Ali Paşaoğlu’nun da ekibe katılımıyla verimli ve zevkli bir çalışma sürecimiz oldu. Tuba Özkan, Ali Aslan, Zeynep Gül Söhmen, Betül Şimşek’ten oluşan sergi ekibinin de süreçte büyük emeği var. 17 ekranda yer alan videoların çoğunu Sinem Serap Duran ve Özden Demir’den oluşan Video Tezgahı ekibi hazırladı. Serginin epilogueunu oluşturduğunu düşündüğümüz Fabrika filmini Can Tanyeli, müziklerini ise Erhun Erdoğan yaptı. Uğur Tanyeli süreç boyunca kritik yorumlarıyla bize dönüştürücü kırılmalar yaşattı. Emre Arolat’ın varlığı, yönlendirmeleri ve her şeyden önemlisi fırsat vermesi ve cesaretlendirmesi olmasa böyle bir işe başlamak zaten mümkün olmazdı.

Sergiye paralel bir de panel düzenleniyor. Ondan da kısaca söz edebilir misiniz?

Uğur Tanyeli, Bülent Tanju ve Emre Arolat’ın konuşmacı olarak katılacağı panel 24 Şubat Cuma günü Teşvikiye Milli Reasürans Konferans Salonu’nda gerçekleşecek. Moderatörlüğünü Ali Paşaoğlu’nun yapacağı bu panelde sergideki ana kanallardan biri olan gösteri toplumu-mimarlık ilişkisini konuşacağız. Guy Debord, 1972’de yayınladığı Gösteri Toplumu isimli kitabında, günümüzde zihin dünyamıza tamamen hakim olmuş görünen “görüntü egemenliği rejimi”nin kahince bir tasvirini yapıyordu. Debord, Gösteri Toplumu’nu “bütünün kaybolduğu”, “gerçekliğin parçalanarak temsillerle indirgendiği” bir toplumsal-zihinsel rejim olarak tanımlıyor ve her türden entelektüel emeğin ve niteliğin yerini yalnızca görünürlüğün aldığını söylüyordu. Bu zihinsel rejim, bugün sınırlarını ve etkisini o gün olduğundan daha da genişletmiş görünüyor.

Bu durum kafamızda bazı sorular canlandırıyor: Mimarlık mesleği de bu “gerçeklik ekonomisi” içinde var oluyor ve üretimini bu dünya içinde yapıyorsa bu durum, mesleği ve mimarlık ürününün niteliğini nasıl etkiliyor? Gösteri Toplumu’nda “uykuda” olarak tanımlanan dünya, basitçe mimarlığın da artık bir gösteri olduğunu ilan etmemize izin veriyor mu? Günümüzden ve eleştirel bir mesafeyle metne bakmak “içine doğduğumuz” bu söylem dünyasına karşı bize nasıl araçlar kazandırabilir? Panelistlerle birlikte bu soruların peşine düşeceğiz.

Ağa Han Mimarlık Ödülü’nün bir başka uzantısı da “Emre Arolat Architects Anlama ve Araştırma Bursu (EAAB)” oldu. Kazanılan maddi ödül, bir seyahat bursu olarak değerlendirildi. Bursun nihai sonucu olarak bir de sergi açıldı. Burstan ve sergiden söz edebilir misiniz?

Bursun amacı Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğrencilerinin mimari proje atölyesinde karşılaştıkları ilk aşama olan yer ve konu belirleme sürecini problematize ederek bu aşamayı destekleyecek bir araştırma projesi hazırlamalarını teşvik etmek ve bu projenin bir parçası olarak kurgulayacakları gezi programlarını gerçekleştirmelerine destek sağlamak. Bursun en önemli özelliklerinden biri, öğrencilerin bursun ilanından itibaren istedikleri zaman projeleri hakkında burs kurulu ile görüşebilmesi idi. Bildiğimiz gibi geleneksel burs organizasyonlarında, bursun çerçevesi ilan edilir, başvuruların toplanır ve jüri tarafından değerlendirilerek sonuçlar duyurulur. Bu, jürinin genel anlamda pasif olduğu bir yöntem. EAAB ise öğrencilerin bursa başvuru ve burs projesi hazırlama aşaması sırasında öğrencilerle bir araya gelip, fikir alışverişinde bulunmak ve mimarlığa ilişkin farklı konularda tartışmalar açmayı önemsiyor ve bunu bir tür eğitim/paylaşım platformu olarak görüyor. Bu durumda burs organizasyonu, sadece bir “seçim” olmaktan çıkıp bir etkileşim kanalına dönüşüyor.

2011 dönemi, bursun ilk dönemi olması açısından heyecan verici idi. Mirza Vranjakovic, Cansu Bulduk, Tuba Özkan, Selen Kandemir ve Altan Başık burs başvurusunda belirledikleri araştırma konuları kapsamında New York, Pekin, Los Angeles, Tokyo, Mexico City, Barselona, Lyon, Londra, Berlin, Paris ve Amsterdam’da araştırma yapma fırsatı buldular. Araştırma konuları arasında kentsel dönüşüm, güncel metropol dinamikleri, endüstri kentlerinin yeniden dönüşümü, tüketim kültürü gibi mimarlık dünyasının güncel tartışma konuları kadar iç/dış diyalektiği ve sınır kavramı gibi daha kavramsal olarak adlandırabileceğimiz ilgi alanları da bulunuyordu. Öğrencilerin burs kapsamında yaptıkları araştırmalara dair ilk üretimleri 13-20 Şubat 2012 tarihleri asarında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde sergilendi.

Bir süredir Emre Arolat Architects’in kavramsal üretimiyle ilgileniyorsunuz? Bu görev tam olarak neyi kapsıyor?

“Kavramsal üretim” olarak adlandırdığımız faaliyet aslında ofisin varoluş biçimine içkin bir durum… Benim Emre Arolat ile ilk karşılaşmam 2005 yılında Bilgi Üniversitesi Mimari Tasarım Yüksek lisans programına başlamam ile olmuştu. Yürütücüsü olduğu benim de içinde olduğum proje grubunda bir yeri ve durumu olabildiğince yetkin bir şekilde ele alma ve ona karşı derinleşmiş bir kavrayış geliştirme meselesini, proje stüdyosunun ilk haftalarını “kaleme dokunmadan” yalnızca konu üzerinde konuşarak geçirmeyi önerecek kadar önemsiyordu. 2010 yılında EAA’ya katıldığımda ilk hissettiğim şey özellikle ofis içi tasarım toplantılarının okuldaki proje atölyesi ortamından çok da farklı olmadığı olmuştu. İş hacmi bu denli geniş olan bir ofiste zamanın oldukça kıymetli olduğu aşikar. Fakat tasarım toplantılarında bazen saatler süren tartışmalar yaşıyoruz ve bu tartışmaları tetikleyen araştırmalar ve çalışmaların da oldukça kayda değer olduğunu düşünüyorum. Örneğin Database’de yayınladığımız Maçka Oteli’nin iç mekan tasarımı projesi için Nişantaşı bölgesinin tarihsel gelişimini, Adolf Loos, Ruhlman, Osman Hamdi Bey ve 1920’ler estetiğini ve bunların yanında “hip otel”in aslında ne olduğunu konuştuğumuz her biri uzun saatler süren toplantılar yaptığımızı biliyoruz. Böyle bir ortamda gereken tek şey aslında birinin bu tartışmaları açmayı, yeri geldiğinde beslemeyi ve paylaşılabilir bir hafıza oluşturmayı kendine dert edinmesi. Yürütülen faaliyet temelde bu motivasyondan besleniyor. Bunun yanında EAAB-Emre Arolat Architects Araştırma Anlama Bursu mimarlık eğitimine de benzer bir kanaldan dokunmayı amaçlıyor. İstanbul Tasarım Bienali’ndeki küratoriyal pozisyon ise sanırım şu anki işlerimiz arasında en geniş kitle ile ilişkiye geçecek ve pek çok farklı disiplinden kişi ile güncel mimarlık durumları hakkında söz üretme şansına ulaşabileceğimiz bir fırsat olacak.

Bu yeni görev tanımı için OMA/AMO benzeri bir oluşumun ilk sinyalleri diyebilir miyiz?

AMO OMA’nın ofis dışı özel kuruluşlarla da işbirliği içinde sürdürdüğü bir araştırma-geliştirme ofisi. Türkiye’de ya da yurtdışında bildiğimiz başka bir mimarlık ofisinin bu türden bir oluşum motivasyonu olmadığı için referans olarak aklımıza ilk AMO’nun gelmesi tesadüf değil. Arasıra konuştuğumuz bir konu, yürüttüğümüz bu oluşumun kendi ayakları üzerinde durabilecek hale gelmesi ve bir süre sonra EAA’dan özerkleşerek kurumlaşabilmesi fakat bunları konuşmak için hala biraz erken olduğunu düşünüyorum.

Emre Arolat Architects’in mimari ürünleri dışında son dönemde dikkat çeken çalışmalarından bir tanesi de http://database.emrearolat.com/ Sitede ofisin güncel işleri kadar, güncel haberler de yer alıyor. Böyle bir site yapma fikri nasıl doğdu? Kaç kişilik bir ekip siteye zaman ayırıyor?

Bu proje aslında ilk olarak kendi içimizde bir paylaşım ortamı oluşturma fikri içerisinden doğmuştu. Ofisin içerisindeki tasarım toplantılarında ve diğer üretim süreçlerinde pek çok bilgi üretiliyor. Ofisteki kişi sayısı arttıkça süreçlerin herkes tarafından takip edilmesinin giderek zorlaştığını gördük. “Şu projede bu metni okuyoruz, şu konuyu tartışıyoruz” ya da “bakın şurada şöyle bir haber çıktı” diye toplu mailler atmak yerine herkesin ulaşabileceği bir “database” kurmak ve tüm ofis içi paylaşımlarımızı oradan yapmak iyi bir fikir gibi gelmişti. Daha sonra bu fikir gelişti ve ofis dışı ile de paylaşılabilir bir noktaya ulaştı.

Database’in içeriği üç kanal üzerinden gelişiyor: İlk sütun olan Akıntı; içinde mimarlık üretimi yapılan ekonomik sistem ve bununla bağıntılı sosyal, politik ve kültürel koşullara dair bilgileri biraraya getiriyor. Bu bilgiler EAA’nın birlikte çalıştığı işverenler ve yatırımcılar hakkında çıkan haberlerden gayrimenkul sektörünü etkileyen gelişmeler ve mimarlık dünyasındaki olaylara; Türkiye’de yaşanan önemli gelişmelerden dünyadaki ekonomik, politik ve sosyokültürel olaylara uzanan bir çeşitlilik gösteriyor. Kavram/Kuram; EAA’daki tasarım süreçlerinde tartışılan konular ile direkt ya da dolaylı olarak ilişkili kavramsal referansların biraraya getirildiği bir sütun olarak ofisteki mimarlık üretiminin zihinsel bağlamını ortaya koyuyor. Bu bağlam mimarlık kuramı ve eleştirisi ile olduğu kadar coğrafya, sosyoloji, kültürel teori, felsefe ve sanat alanlarıyla da ilişkileniyor. “Kavram/Kuram” sütunu EAA için zamandan bağımsız bir ‘referans kütüphanesi’ görevi görürken güncel çalışmaları konu etmesi bakımından zamanın kavramsal üretim peyzajını da gözönüne seriyor. “Akıntı” ve “Kavram/Kuram” sütunları arasında ana sütun olarak karşımıza çıkan EAA.Süreç ise EAA’daki tasarım ve üretim süreçlerinin günlüğünü tutuyor. Tasarımın nasıl başladığı, ele alınan durumun ve konunun nasıl kavrandığı, hangi zihinsel angajmanlar, tartışmalar, motivasyonlar altında yönlendiği, nasıl sonuçlandığı ve sonrasında bir yapı olarak yaşamına nasıl devam ettiği; EAA içindeki tasarım toplantıları, işveren görüşmeleri, çeşitli proje aşamaları ile uygulama süreçleri üzerinden kayıt altına alınıyor ve paylaşıma açılıyor. “Akıntı” ve “Kavram/Kuram” sütunlarında biriken haberler, bilgiler ve referanslar “EAA.Süreç” sütunundaki anlatılar için bir kaynak işlevi görüyor ve metinlerin içindeki “hiperlink”ler ve “tag”ler sayesinde bu üç sütun arasında bir network meydana geliyor.

Bu siteyi yavaş yavaş bir rutine oturtmaya çalışıyoruz. 3 saatlik bir toplantı kaydının deşifresini yapmak, gerekli görselleri eklemek ve yorumlamak gerçekten bir yayıncılık işi. Şu anda bu işi, ofis içinden iki kişilik bir ekibin hergün 1-2 saatini ayırmasıyla sürdürüyoruz. Bunun dışında tasarım toplantıları ses kaydı deşifreleri konusunda mimarlık öğrencileri ile çalışmayı istiyoruz, bu konuda gönüllü olan ve bize katılmak isteyen herkese de buradan duyurmuş olalım.

“An/Moment” sergisi farklı yerlerde sergilendi, diğer sergiler için de benzer bir şey düşünülüyor mu?

Fabrika sergisini olabildiğince dijitalize ve yerden bağımsız olarak tasarlamamızın ana motivasyonlarından biri de buydu. Bu serginin Türkiye’de ve yurtdışında pek çok farklı yere taşınmasını düşünüyoruz. Serginin ve kitabın çift dilli olması da bunun önünü açan bir etmen.

Etiketler

2 yorum

  • omer-yilmaz says:

    Sinan Bey’in son paragrafında söylediklerine tamamen katılıyorum. Ondan hemen önce söylediklerine de makul birinin itiraz etmesi garip olur doğrusu. İstanbul bütünüyle değişiyor kaçınılmaz olarak merkez de bu değişimden payını alacak, almalı da zaten, bu hali ile Taksim tasarlanmamış bir yer.

    Ancak daha önceki satırlarında söyledikleri, özellikle trafiğin yer altına alınmasıyla ilgili söylediklerini anlamak mümkün değil.

    “Yayalaştırma” anahtar kelime sanıyorum ve bundan araçları ortadan kaldırmayı anlıyoruz. O zaman Saraçhane’ye bakalım, kavşakta ve civarda müthiş Bizans ve Osmanlı eserleri olduğu halde Saraçhane hangimiz için çekidi bir yer? Yayalaştırılmış bir yer mi? Yayalaştırma yerine yaya dostu demeliyiz belki de. Yayaların engelsiz ve de kuralları tanımlanmış, yeterli genişlikte alanlarda harekete edebilmelerinin sağlanması değil mi amaç? Kim egsoz gazları ile dolu bir yer altı geçitinde otobüse binmek ister?

    Dağıttım ve uzattım ama Taksim’in tasarlanması gerek yayalaştırılması değil.

  • erinc-tepetas says:

    Kadıköy Belediye Başkan adayı iken Sinan bey Bağdat Caddesi için de benzer bir yayalaştırma projesi önermişti. Kendisinin yer altı trafiğe, yer üstü de trafiğe ulaşmak için, cehennemvari bir kuyuya girmek zorunda olan veya az önce çıktığı gürültülü ve egzozlu tünelden kurtulduğuna mı sevinsin yoksa vardığı ölçeksiz yaya bölgesinde yolunu mu şaşırsın bilemyen yayalara ayrılmış, trafiğin iki öğesi ayrıştırılmış bu öneriyi tekrarlaması beni şaşırtmasa da derinden üzdü. Ancak çağrısına katılmamak mümkün değil.

Bir yanıt yazın