“Asıl rahatsızlık veren de böyle bir kamu düzeni içinde yaşamak zorunda kalmak”

Geçtiğimiz hafta sonu yollar kapatıldı, hafta başı da ilk kazma Taksim'e vuruldu. Projenin gündeme geldiği ilk günden beri Taksim Platformu altında toplanan kişiler ve bazı STK'lar halen protestolarını sürdürüyorlar.

Görünen o ki en az 8-9 aylık bir süreçte Taksim devasa bir şantiye olacak. Bir de olayın herkesin göremediği ve göremeyeceği yüzü var. Bu yüzü de Korhan Gümüş ile konuştuk…

Cihan Keyif: Taksim’de yapılacak olan yayalaştırma projesine karşı olduğunuzu ve bununla ilgili çeşitli çalışmalar içerisinde olduğunuzu biliyoruz. Taksim yayalaştırılmasının nasıl bir sıkıntısı var?

Korhan Gümüş: Taksim’de bir proje yapılmasına, meydanın yeniden düzenlenmesine karşı değilim. Şu yayalaştırma meselesini ele alalım: Ben Büyükşehir Belediyesi’nin projeyi tanıtırken kullandığı “yayalaştırma” kavramına neden karşı olayım? Otoyollar ile kuşatılmış olan kentin merkezi için tam bir felaket halini alan araç trafiğinin sınırlandırılması, sokaklarda, meydanlarda, kıyılarda ve yeşil alanlarda akıl almaz bir hale gelen park etmelerin engellenmesi ise bunu ancak memnuniyetle karşılamak gerekir. Yayalaştırmanın bir sıkıntı yarattığını düşündüğüm yok. Tam tersine.

Ancak bu yapılan bir yayalaştırma projesi değil. Bu projenin karma kullanıma açık ve korunması mümkün olan bir şehirsel nizamı, cadde-kaldırım-binalar ilişkisini yok ettiğini görüyoruz. “Yayalaştırma” amaçlı denilen projeyle yolcular, engelliler, yaşlılar, çocuklar dört kollu bir merdivenle yer altına inmek ve çıkmak zorundalar. Meydanın altındaki kapalı yerde araç beklerken zehir solumak zorundalar. Ayrıca meydanın altında otobüslerin ve araçların birikmeyeceğinin de bir garantisi yok, bugün nasıl yoksa.

Ortaya çıkan bir başka tuhaflık da Büyükşehir Belediyesi karar aldığında ne yaptığını bilmemesi. Karar alındıktan bir yıl sonra Sıraselviler ve Gümüşsuyu’na dalış rampalı tüneller ve üzerindeki servis yollarının sığmadığını farkettiler ve bugün bundan vazgeçmiş gibiler. Buna benzer bir çok konu var. Demek ki sıkıntı başka bir yerde.

Uzun bir zamandır bu alanda bir yönetim boşluğu var. Gezi’nin vadiyle bağlantısının kopması, meydanın derme çatma düzenlenmesi, parkın bir köşesinin jilet telli duvarlarla çevrilip kırsal bir alandaki karakola dönüştürülmesi, Maksem’deki defolu proje, metro girişleri, bu alanla ilişkili yapılardaki yönetim boşluğu, AKM, Kongre Merkezi, Lütfi Kırdar gibi salonların yönetilememesi, Nişantaşı, Maçka parkının kullanım biçimleri bu alanda bir eksiklik olduğunun göstergeleri. Ancak Büyükşehir Belediyesi bu sorunu çözmek için bir deneyim geliştirmeye çalışacağına, bu sorunun yapılacak bir inşaatla çözüleceğini zannediyor.

Büyükşehir Belediyesi’nin yaklaşımının bu sorunu yaratan bağlamı değiştirme kabiliyeti yok. Bence asıl mesele burada.

Ayrıca Taksim’deki projeyi bu yöntemle yapmakla, ona yalnızca karşı çıkmanın çok farklı pozisyonlar olmadığını düşünüyorum. Kamusal alanlarla ilgili bu sorun yıllardır ortada. Bu sorunu çözmeye çalışmak yerine bir projeyle bu sorunun çözüleceğini zannetmek, kamusal alanın bugüne kadar neden bu hale geldiğini gösteriyor. Proje dayatmak işleyişte bir sansür sistemi gibi çalışıyor, yöntem olarak bu alanı fikir üretimine, deneyselliğe kapatıyor.

Herkesin, Taksim’de kışla taklidi bir yapının yapılması, dalış rampaları ve tüneller, lale motifli bir meydan tasarımı da dahil olmak üzere, isteklerini ve fikirlerini savunma hakkı vardır ve olmalıdır. Nitekim geçmişte kimler tarafından buna benzer fikirlerin dile getirildiğini gördüm. Dalan, Sözen, Erdoğan, Gürtuna, Topbaş… kim olursa olsun hiç fark etmiyor. Her belediye başkanını daha iyi bir iş yapabileceği konusunda ikna etmeye çalışmak da bize düşüyor.

Bu durumu değiştirmek istiyorsak, karşı olduğumuz fikirlerin savunulmasına kendi fikirlerimizden daha fazla önem ve değer vermemiz gerekir.

“Taksim’de karanlığa hayır” sloganın altına “Mimarlar Odası” yazdığımızda aslında bir kesimi dışlıyoruz. Taksim’deki mücadeleden anladığımız da bizim gibi insanların iktidara gelmesi. Ama bu sorunun çözülmesi değil. Nitekim 28 Şubat sürecindeki Taksim’deki cami tartışmasında mesele kilitlendiği için bugün bu noktaya gelindi.

Ancak birileri geçmişten bugüne ben yaparım, başka fikirler olamaz diyorsa, artık sorun bir meydan tasarımı ile ilgili değildir. Bu uygulamadaki en çok rahatsızlık veren mutlakiyetçi bir kamu anlayışıdır. Asıl rahatsızlık veren de böyle bir kamu düzeni içinde yaşamak zorunda kalmak.

CK: Dünya’nın diğer ülkelerinde de soylulaştırma (gentrification) devlet eli ile ve kontrollü bir şekilde yapılıyor. Türkiye’de olana neden karşı çıkıyorsunuz?

KG: Yapılan aynı şey değil. Kamu önce yatırımcılarla, spekülatörlerle anlaşıyor ve dönüşüm onların mantığı ile biçimleniyor. Böyle bir uygulama demokratik yönetim normlarına aykırı. Yerleşim alanlarına kamu müdahalesinin çıkar grupları ile değil, demokratik bir katılım ortamında, alternatifler ortaya konularak, insanların istekleri, imkanları, ihtiyaçları dikkate alınarak yapılması gerekir.

Alternatif yok mu? İstanbul’da da Habitat 2 Zirvesi’nden sonra Avrupa Birliği’nin hibesi ile Balat’ta bir rehabilitasyon projesi yapıldı.

Bu dönüşüm kendiliğinden, piyasa koşulları içinde gerçekleşen bir soylulaştırma biçimi değil, örneğin Galata’da, Cihangir’de olduğu gibi. Soylulaştırma sürecinde kamunun görevini, sorumluluklarını yerine getirmediğini, kendi çıkarı için piyasa ilişkilerine teslim olduğunu, politikasının olmadığını söyleyebiliriz, en fazla. Sulukule’de, Tarlabaşı’nda, Süleymaniye’de yapılmaya çalışılan böyle bir soylulaştırma da değil. Kamu müdahalesi mülklerin insanların ellerinden alınmasını, kiracıların, küçük üreticilerin, sosyal ilişkilerin kazınmasını ve üst sınıflara yer açmak için insanların tehcir edilmesini içeriyor. Kamunun görevi insanların katılımını, kendi gelecekleri üzerinde karar vermelerini sağlamaktır. Kamusal müdahalenin nasıl olacağının katılımla ve insanların isteklerine göre kararlaştırılması gerekir. İstihdam dışı kalmış nüfus için mi programlar uygulanacak, gençlerin eğitim koşulları mı iyileştirilecek, yapıların kullanım koşulları mı geliştirilecek, bunları bilmeden kamu tarafı nasıl karar verebilir? Sorumluluğu, işlevi müteahhitlerle birlikte kendi başına karar vermek değil, kamusal nitelikli bir süreci yönetmektir. Göreceksiniz bugün askeri vesayet rejiminin hukuk dışı uygulamaları nasıl sorgulanıyorsa, yarın kamunun bu imar rejimi de sorgulanacak.

CK: Şehrin çeşitli bölgelerine yapılacak anıtsal eserler -ki bu eserlerin çoğu cami, hakkında ne düşünüyorsunuz?

KG: Benimsemesek de iktidarın şehre nasıl bir algıyla müdahale etmeye çalıştığını anlamak mümkün: AKP’nin eliti “Bu memleketin asıl sahipleri bizdik, ama geçmişte bize iktidarı vermediler, zorla, demokratik olmayan yöntemlerle engellediler” diye düşünüyor. Demokrasi anlayışı ise geçen yüzyıldan, Soğuk Savaş döneminden, belki de daha öncesinden kalma. Halkın temsilcileri olarak kamusal alanı, hatta yaşam biçimlerini belirleme hakkı. Bu nedenle, şimdi bunu kendi bildiği yöntemle telafi etmeye, kamusal alana kendi damgasını vurmaya çalışıyor.

Böylece yeni bir alt tabaka dinamizmini temsil ediyor. Burada hem bir bakıma ayrıcalıklarla, devlet yoluyla palazlanan büyük sermayeye sanki bir karşı çıkış var, hem de toplumu kendi modernleşme şablonuna göre biçimlendirmeye çalışan elite karşı uzun bir mücadele tarihi var. Cami inşaatlarının mahallelerden kentin en görünür kamusal alanlarına taşınmaya çalışılmasının arkasındaki niyet bu. Cami hem dışlananları, hem de halkın en çok benimsediği, kendisini yakın hissettiği kamusal alanı temsil ediyor, hem de iktidarın simgesi.

Taksim’e cami yapma girişimi 28 Şubat sürecinin en hassas konularından biriydi. Bugünkü girişimlerinde bu şartlanmanın da payı var.

Ancak bugünün küreselleşme koşullarında ulus-devlet ideolojisi simgelerle çalışıyor. Bu tür simgeler, anıt tasavvurları şunu söylüyor: “Şehrin piyasa mekanizmalarına terk edilmesi ideolojimizden, amacımızdan vazgeçtiğimiz anlamına gelmiyor. Tam tersine biz bu işi egemenliğimizi pekiştirmek, güçlenmek için yapıyoruz, işte bakın gene halkın değerlerini temsil etmeyen çevreler bu projelere karşı çıkıyorlar.”

Bu yüzden ulusalcı temsil politikaları kamusal alanı demokratikleştirmek yerine bu tür kriz yaratacak simgelerden besleniyor, enerjisini bunlardan alıyor. Taksim Kışlası, Çamlıca Camisi, Topkapı Fetih Müzesi, Süleymaniye Tarihi Çevre Düzenlemesi gibi projeler iktidarın ideal toplum tasavvurunu temsil ediyor. Diğer taraftan bu simgeler kentin piyasa mekanizmalarına teslim edildiğini gizliyor, ideoloji kutsal bir bagaj halini alarak piyasayı kontrol eden bir güç olarak iş görüyor.

Böylece iktidar ve ayrıcalıklı piyasa eliti uzlaşarak imar hareketliliği üzerinden bugün kamu bütçesini aşan muazzam bir kaynağı kontrol ediyor.

CK: Dünyanın başka herhangi bir ülkesinde halkın kullanımına açık olan bir tren garının özelleştirilerek konaklama ve çevresinin düzenlemeyle kongre alanına dönüştürüldüğünü duydunuz mu?

KG: Paris’teki Quai D’Orsay gibi çağdaş sanatlar müzesine dönüşmüş örnekler var. Venedik’te kentin en görünür mekanı, eski gümrük depoları bugün özel bir vakıfa, François Pinot’nun kolleksiyonunu sergilediği bir güncel sanat müzesine dönüşmüş durumda. Demek ki aynı işlevi koruyacak diye bir zorunluluk yok. Bu bölgedeki sorun dönüşümün özelleştirme ve merkezi bütçeye kaynak yaratma amacıyla gerçekleşmesi.

Ancak nedense tartışmalar hep karar verildikten sonra başlıyor. Marmaray Projesi tasarlanırken eski endüstriyel ulaşım hattının ana güzergah olarak seçilmesinden başlayarak bu meseleyi tartışmak gerekiyordu. Bu konuda ciddi bir politika ve strateji yoksunluğu var. Kent ölçeğinde politika geliştiren, neyin nasıl korunacağına veya dönüşeceğine dair hedefleri belirleyen bir örgütlenme yok. Her kurum kendi penceresinden kente bakıyor. Aynı zamanda bu krizin koşullarını algılayan, özelleştirme dışında bir alternatif de yok.

“Yaptırmam” demekle bu iş olmuyor. Tersaneler boşaltılırken, havagazı fabrikaları kapatılırken kent yönetiminin bir gelecek tasavvuru yoktu. Zincirlikuyu’daki Karayolları 17. Bölge Müdürlüğü kırk yıl kar küreme araçlarının park yeri olarak kapalı kaldı. Antrepoların bulunduğu alan, kentin merkezinin en değerli kıyı şeridi bir o kadar süredir halka kapalı. Demek ki kamusal alanların amaçlarının belirlenmesi ve dönüşümü gibi bir sorun var ve özelleştirme dışında hiçbir perspektif yok. İstanbul’un Kültür Başkenti olması, bu açıdan değerlendirilmesi gereken bir fırsattı. Biz özelleştirme uygulamalarına sürekli karşı çıkanlar “kaybedilmiş bir davanın avukatları” olma konumunu benimsemiş gibi gözüküyoruz.

CK: Soylulaştırma sürecine geri dönecek olursak özellikle şehrin merkezi bölgelerinde sahip çıkılmayan, toplumca öteki kabul edilenlerin yaşam alanlarının proje kapsamına alındığını görüyoruz. Bunu nasıl açıklayabiliriz?

KG: Varlık Vergisi uygulamaları kamu zoruyla nasıl mülklerin el değiştirmesine yol açtıysa, 5366 Sayılı Yasa da benzer bir durum yarattı. İlk aşamada seçilen bölgelerde yaşayan insanlar, siyasal temsil gücü olmayan yoksul insanlar. Böylece el değiştirmenin hem maliyeti düşük, hem de seçmeni kaybetmek gibi bir siyasal risk yok. Ancak zaten ulusalcı politikalar her zaman seçkincileştirme işlevi görür. Ayrımcılık aynı zamanda ayrıcalık yaratmaktır. Siyasal alan rantların kontrol edildiği alandır. Siyasal mücadeleden imar hareketleri üzerinden elde edilen rantın kimin kontrol edeceği anlaşılır. Kenti mutenalaştırmaya götüren süreçler politik işlevlerin piyasa güçlerine bağımlı olmasından kaynaklanır. Bu nedenle kamu yönetimlerinin karar alırken, proje geliştirirken bağımsız kuruluşlarla ve kişilerle ilişki içinde olması ve bunlar aracılığıyla katılımı örgütlemesi gerekir. Yoksa siyasal temsil gücü olmayan kesimler haksızlığa uğrar, şiddete maruz kalır. Yalnızca soylulaştırma süreçlerinde değil, ayrımcılığın, ötekileştirme sorunun temelinde kamusal işlevlerin zaafiyeti yatar. Sulukule’de gördüğümüz gibi kimi zaman çingeneler, kimi zaman göçmenler ulusalcı politika içinde tanımlanan vatandaşlık alanının, sınırlarının dışına atılırlar. Hukuk normlarını çiğnemeden bunu yapmak mümkün değildir. Bu nedenle hukuk devletinden söz ederken siyasetin temsil işlevi kadar eşitlikçi katılım hakkı öne çıkar.

CK: İstanbul ilerleyen süreçte, Moskova’nın 1991’de yaşanan değişim sürecinde olduğu gibi, kira ve konut fiyatları bakımından çok hızlı artışlar yaşar mı? Ekonomisi buna elverişli mi?

KG: İstanbul’da şu anda yaşanan değişim belki benziyor olabilir, benim karşılaştırma imkanım yok. Ancak bir kentin yalnızca imar yoluyla zenginleşemeyeceğini düşünüyorum. Geçmişte kuzeye doğru kayma hep kent merkezinin değersizleşmesine yol açtı. Bugün yeni yerleşim alanlarının imara açılması gerçekte mevcut yapı stoğunun değersizleşmesi anlamına geliyor. Hızlı artışlar bir yana, bir kriz durumunda bu inşaat ekonomisi çökecek ve mülkler insanların elinde kalacaktır.

CK: Sadece TOKİ değil onlarca inşaat firması yüzlerce proje ile yeni alanlara yerleşimler kuruyorlar. Bu projeler ne zamana kadar devam edecek?

KG: Şu anda gördüğüm kadarıyla İstanbul’da sürdürülebilir bir durum yok. Kent çok daha karmaşık bir üretim ağına sahip ve bu gelişme modeli yalnızca kar amaçlı bir yönelime sahip. Örneğin kiracılar için hiç bir şey düşünülmüyor. İstihdam yapısının geleceği planlanmıyor. Piyasa koşullarının bir taraftan her şeyi kendiliğinden düzenleyeceği varsayılıyor ama kamu işlevleri demokratikleşmeden sürdürülebilir bir gelişme olmaz. Bu dönüşüm tek atımlık bir barut gibi kentin değerlerini tüketiyor. Sonuçlarına gelindiğinde daha önce de söylendiği gibi kentin elindeki “altın fırsatı” kullanamadığı anlaşılacak. Çünkü kamu görevini yapmıyor.

CK: TOKİ bu ülke için bir fırsat mı sizce? Neticede düşük gelir grubu için evler yapıyorlar.

KG: TOKİ imar hareketliliğini kötü yöneten ve kendisini bir piyasa aktörü gibi gören bir kamu tekeli. Düşük gelir grupları için konut üretiyor görüşünü paylaşmıyorum. Zaten kimlere hitap ettiği konusunda yapılan araştırmalarda bunun lafta kaldığı anlaşılıyor. Yukarıdaki cevabımın TOKİ için de fazlasıyla geçerli olduğunu düşünüyorum. Saskia Sassen’in gördüklerinden hareketle Konut Kurultayı’nda söylediği gibi “eğer TOKİ kentselleştirilmiş bir vizyona sahip olsa” piyasa aktörleri de yönlendirilmiş olur. Şehirlerde çok daha kalıcı bir gelişme sağlanır.

CK: 2023’te İstanbul şehrini siz nasıl görüyorsunuz?

KG: 2023’e kadar uzanan bir görüşüm yok. Şimdiki halini görmeye, anlamaya çalışıyorum.

Etiketler

Bir yanıt yazın