UNESCO Vakası Bir Fırsat Olabilir mi?

UNESCO Dünya Miras Komitesi ile 2004'te başlayan işbirliği, aktif olarak bu süreçte yer alabilecek STK'ların tasfiyesi ile sonuçlandı. Politika geliştirme, yenileme kanalları kapatıldı. Tartışmalar sonuçlar üzerine odaklandı, sorunların nedenleri göz ardı

Uluslararası sözleşmelerin siyasal dinamiklerle ilişkisi insan bilimleri açısından anlaşılması son derece zor, zor olduğu kadar da ilginç vakalarla dolu. Gelişmeleri analiz edebilmek için siyaset bilimciler, antropologlar, sosyologlar, psikologlar ve tarihçilerin çoğu zaman vakaların ötesine geçmeleri, yapısal nedenleri araştırmaları gerekiyor.

Çoğu zaman insanbilimciler için değerlendirilmesi en zor vakaların “şimdiki zaman”a ait olduğu söylenir. Çünkü yaşanan anın bilgisi, olaylarda taraf olunması vakayla ilgili kavrayışı etkiler. Örneğin geçen yüzyılda, modernleşme sürecinde temsillerin hiyerarşize edilmesi. Soylulaştırıcı bir şiddet içeren bu yerine geçme ilişkisi felsefi düzeyde sorgulanmış olsa bile siyasal alanda sanki geçmişin bir devamı gibi algılandı ve kapitalizmin ve milliyetçiliğin gelişmesinde etkili oldu. Böylece sınıfsal asimetriyi gizleyen otoriter rejimler güçlendi ve bunun bedeli de çok ağır oldu. Savaşlar sonrası Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği (AB) gibi uluslar arası örgütlenmeler yoluyla milli inşa problematiğinin ötesine geçecek uluslar arası platformlar ve sözleşmeler oluşturulmaya çalışıldı.

Türkiye’de de iktidar soylulaştırıcı bir mücadele alanı olarak gelişti. Buradaki mücadele bu milli siyasal semantiğin sınırları içinde gerçekleştiği için uluslararası normlar bu eliti hep rahatsız etti.

İnsan hakları, çevre, kültür mirasının korunması gibi konulardaki uluslar arası sözleşmeler, anlaşmalar çoğu zaman bir “dış müdahale” gibi algılandı. Bu yüzden iktidarlar bir taraftan bu platformlarda yer alma ihtiyacı duyarken, diğer taraftan da kabul etmek zorunda kaldıkları normları milli siyasetin içinde dönüştürme gayreti içinde oldular. Bunun için de mümkün olduğu kadar bu sınırlar içindeki aktörleri, araştırmacıları, bilgi üretimini kendi kontrolleri altına alıp kamuoyunun kendi yöntemleri ile oluşmasını amaçladılar. Bunun için sığındıkları temel argüman, 19. yüzyıl kapitalizminin en güçlü siyasal ideololjisi, temsil iddiası, milliyetçilikti.

Bu yüzden sınıfsal asimetriyi gizleyen muhafazakarlık kapitalizmin yarattığı yıkımı, sefaleti sorgulama değil, yeniden üreten bir ideoloji halini aldı. Soylulaştırıcı şiddeti gizledi. Uluslararası sözleşmelerden doğan yükümlülüklerin iç piyasaya sürülürken “çakma” normlarla değiştirilmesine hiç şüphesiz sayısız örmek var. Ama bunlardan en ilginçlerinden birini de kültürel mirasın korunması ile ilgili UNESCO sözleşmeleri oluşturuyor.

UNESCO Dünya Mirası Sözleşmesi ve yönetim sorunu

Türkiye 1982’de BM Dünya Mirası Sözleşmesini imzaladı. Bu sözleşmeye göre Dünya Mirası Listesi’ne alınan yerler ve anıtlar insanlığın ortak mirası olarak kabul görüyor. 1985’te Türkiye’nin başvurusu ile İstanbul Tarihi Yarımada’da dört bölge (Sultanahmet Arkeolojik Alanı, Süleymaniye, Zeyrek, Karasurları) listeye alındı. UNESCO Dünya Miras Komitesi (DMK) ile 2004’ten beri sözleşme koşullarına göre izleme süreci devam ediyor. Ancak bu izleme sürecinin kültürel miras politikalarının evrensel normlara göre geliştirilmesinde yeterli olmadığını, iyi yönetilmediğini ve tıkandığı söylenebilir. Yöneticiler Komite kararlarını ve sözleşmeden doğan yükümlülükleri genellikle bir “dış müdahale” olarak algılıyor. İstanbul için yaratacağı çok aktörlü katılım mekanizmaları ile ve kültür mirası politikalarının geliştirilmesi açısından bir fırsat olabilecek bu ilişki değerlendirilemedi.

2004’te Unesco’dan ilk uyarı

2004’te DMK’den ilk uyarı geldi. Komite Direktör Vekili Minja Yang, İstanbul’un listede yer alan bölgelerinde sorunlar bulunduğunu, Karasurları’nın restorasyon uygulamaları ile ve Süleymaniye ve Zeyrek’teki sivil mimarlık eserlerinin yok edildiğini, bu durumda listede yer almasının tehlikeye girebileceğini açıkladı. 2006’da Vilnius’ta toplanan Dünya Mirası Komitesi, İstanbul ile ilgili bir eylem planı kararı aldı. O tarihten bugüne kadar belli aralıklarla misyon ziyaretleri gerçekleşti ve İstanbul’un durumu incelemeye alındı. Bugüne kadar UNESCO misyonu ile gerçekleşen görüşmelerde genellikle sorunlu konular gündeme geliyordu. Kimi uzmanlar sorunlu konularda açıklamalar yapıyordu, Bu hiç şüphesiz yerel otoritelerle ilişkide asla olmayan bir kamusal alan demekti. UNESCO görüşmeleri dışında İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile STK’lar arasında başka bir ilişki neredeyse kalmamıştı.

Ancak bu katılım da UNESCO’ya “şikayet” platformu biçiminde gerçekleşiyordu. Buna karşılık kamu tarafı da ilişkileri kendi belirleyebileceği bir sahaya, kendi patronajı içindeki bürokratik mekanizmalar çekiyordu. Bu “çakma” normlar üretme işi ise iktidarlar tarafından bu bağımlı sistemin içinde yer alan ayrıcalıklı piyasa aktörlerinin en “mümtaz” temsilcilerine havale ediliyordu. DMK ‘nin görevlendirdiği misyon ile gerçekleşen görüşmeler ve geçici olarak oluşan kamusal alan, bunun medyaya yansımaları ise bu ikisi arasındaki sürtünmenin en bariz ortaya çıktığı bir alan olma özelliği kazandı.
Kültürel mirasın korunması için yükümlülükler demokratikleşme için fırsat mı?

20 Kasım’da düzenlenen STK’lar ile misyonun özel toplantısı ise ilk defa yeni tartışmalara sahne oldu. Bu tartışmalarda sonuçlar üzerinden yapılan değerlendirmelerin siyaseti yenileyebilecek maddi temeller üzerinden, yani nedenleri üzerinden ele alınması için öneriler getirildi. Bunlardan birincisi kamusal kararlara katılım meselesinin daha sistematik bir biçimde gündeme gelmesi, araştırma ve proje hizmetlerinin yapılandırılmasındaki sorunlarla ilişkili olarak ele alınmasıydı. Toplantıda beklendiği gibi Haliç Metro Köprüsü ön plandaydı. Ancak bu örnekten de hareketle, STK’lar tarafından dile getirilen görüşlerde tartışmaların neden inşaat aşamasında başladığı sorusu gündeme geldi. Kamu tarafının araştırma, projelendirme, tasarım gibi faaliyetleri müteahhitlik hizmetleri altında yapılandırması, kendi patronajı altında gerçekleştirmesinin karar süreçlerinin kapalı olmasına yol açtığı dile getirildi.

Katılım meselesinin kararlar alındıktan sonra bir bilgilendirmeden ibaret olmadığı, özellikle uzmanlık faaliyetlerinin geliştirilmesi için gerekli olduğuna dikkat çekildi. BM ve AB organlarının uyguladıkları prosedürler açısından karar süreçlerinin arayüzünü bağımsız kuruluşların oluşturmasının zorunlu olduğunun altı çizildi.

İkinci konu, katılım sorunu ile de ilişkili olarak, iletişim sorunun gündeme alınmasıydı. DMK’nin aldığı kararların kamuoyuna doğru aktarılmadığı, kasıtlı olarak basına birçok yanlış bilginin servis edildiği söylendi. Örneğin Metro Köprüsü’ndeki Komite kararlarının kamuoyuna farklı bir biçimde yansıtıldığının gözlemlendiği ortaya kondu. İlginç olan Miras Komitesi’nin bu konuda da bilgisinin olmamasıydı. Görüşmelerin medyaya kapalı olması, bağımsız bir izleme ağının bulunmaması iletişim kanallarının tıkanmasına ve dezenformasyona yol açtığı dile getirildi.
Kültür mirası normlarının maddi temelleri: Sorunlar, ihtiyaçlar ve öneriler

DMK ile 2004’ten beri izleme süreci devam ediyor. Ancak bu izleme sürecinin kültürel miras politikalarının evrensel normlara göre geliştirilmesinde yeterli olmadığını, iyi yönetilmediğini ve tıkandığı söylenebilir. Yöneticiler Komite kararlarını ve sözleşmeden doğan yükümlülükleri genellikle bir “dış müdahale” olarak algılıyor. İstanbul için yaratacağı çok aktörlü katılım mekanizmaları ile ve kültür mirası politikalarının geliştirilmesi açısından bir fırsat olabilecek bu ilişki değerlendirilemedi. Bu işbirliği, aktif olarak bu süreçte yer alabilecek STK’ların tasfiyesi ile sonuçlandı. Politika geliştirme, yenileme kanalları kapatıldı. Tartışmalar sonuçlar üzerine odaklandı, sorunların nedenleri göz ardı edildi.

Haliç Metro Köprüsü projesinde yönetim itiraz eden çevrelerin köprünün yapılmasını uzun bir süre engellediklerini, bu hattın 1 milyon kişiye hizmet vereceğini, zaman kaybının halka zarar verdiğini ifade ediyordu. Bir proje geliştirme sürecinin olumlama veya olumsuzlama sembolizmi içinde tartışılması sözkonusuydu. Tasarım sürecinin kapalı bir çevrede cereyan eden tartışmalara indirgenmesi, uygulama aşamasında tartışılması, uzmanlık hizmetlerinin yapılandırılmasındaki sorun, sürecin fikir üretimine ve katılıma açılmaması önemli sorunlar ortaya çıktı. Süleymaniye, Sulukule, Ayvansaray, Balat gibi semtlerdeki kentsel dönüşüm projeleri tartışıldı ama İstanbul’daki BM Habitat Zirvesi sonrası UNESCO ve Avrupa Komisyonu desteği ile gerçekleştirilen Fener-Balat Rehabilitasyon Projesi bir pilot uygulama olarak değerlendirilemedi. AKB programında yer almasına rağmen bir gelişme sağlanamadı.

Yenikapı’daki Marmaray transfer merkezinin programlama ve projelendirme sürecinin AKB 2010 desteği ile Tarihi Yarımada Yönetim Planı’nın bir mikrobölgeleme örneği olarak, bir uygulama alanı olarak değerlendirilmesi mümkünken, bu fırsat kullanılamadı. Bu alanla ilgili dolgu alanı projesi kapsam dışı değerlendirildi. Dünya Miras Listesi’nde yer alan Karasurları’nda da benzer bir mikrobölgeleme çalışması AKB programında yer alırken bu fırsat kullanılamadı. Yıllarca ihale ile araştırma, danışmanlık, proje hizmetleri alındı. Surlardaki uygulamalar büyük tahribatlar gerçekleştikten sonra durduruldu, buna karşılık bu geçen süreçte yeni bir deneyim üretilemedi. Dünya Miras Komitesi ile kurulan ilişkide kültür mirasının korunması konusunda kalıcı gelişmeler sağlanamadı.

İstanbul’da kamu tarafı STK’ları sürece aktif olarak katmamakta. Sözü edilen uygulamalarda araştırma ve proje işleri ihale sistemi ve müteahhitlik hizmetleri içinde geliştirilmekte. Bilim çevrelerinin yalnızca danışmanlık yapmaları, piyasa aktörleri ve müteahhitlik hizmetleri altında görev yapmaları AB normları ile açık bir çelişki içeriyor. Kamu yönetimleri uluslararası normları dayatma olarak algılamakta. Bu normların bir elitin ayrıcalık elde etme talebi olarak algılanması, bilim çevrelerinin de kendi kamu yararını temsil eden bir çıkar grubu olarak konumlandırılması ve katılıma kapatılması kültür mirasını koruma politikalarının oluşumunu engelliyor. Bu meselenin yalnızca yönetimin bir sorunu olarak değerlendirilmesi yerine, süreçte yer alan aktörlerin katılım biçimi ile ilgili yöntemsel sorunlara işaret ettiği söylenebilir. BM formatı içinde STK’ların bağımsız bir iletişim ağı oluşturması, bağımsız olarak muhatap alınmaları olağan. Bu nedenle önümüzdeki sürecin bir politika yenileme fırsatı olarak yeniden değerlendirilme potansiyeli taşıdığı söylenebilir.

Etiketler

Bir yanıt yazın