TOKİ’nin Hasankeyf’i: Malumun İlâmı

TOKİ’nin Hasankeyf’e yapacağı konutların görsellerini sosyal medyada; ‘Hasankeyf’e Artuklu mimarisi, muhteşem” sloganlarıyla dağıtan muhafazakârlar olduğunu gördüğüm zaman yaşadığımız maddi ve manevi çölleşmenin düşündüğümden daha fazla olduğunu hissetim.

TOKİ’nin Hasankeyf’e yapacağı konutlarla ilgili görselleri sosyal medyada; ‘Hasankeyf’e Artuklu mimarisi, muhteşem” sloganlarıyla dağıtan muhafazakârlar olduğunu gördüğüm zaman; yaşadığımız maddi ve manevi çölleşmenin, düşündüğümden daha fazla olduğunu hissettim.

Tarihi, doğallığı, kültürü, yaşanmışlığı daha birçok manevi alanı ‘estetik/parlak/gösterişli’ ama hayattan uzak imajlarla mukayese etme hali. Üstelik Hasankeyf gibi 10 bin yıllık tarihi olan ve Asur, Roma, Bizans, Artuk, Eyyübi ve Osmanlı başta olmak üzere 9 uygarlığın izlerini taşıyan bir beldenin; 50 yıla tekabül edeceği belirtilen bir enerji yatırımına heba ediliyor oluşunu göz ardı ederek yapılacak estetik kaygılar güdülmüş bir betonkent’i avundurucu bulmak… Artuklu mimarisi de olsa çok katlı konutların toprakla hemhal coğrafya insanına uyumlu olmadığını, en önemlisi o insanların büyük çoğunluğunun barajı istememesini görmezden gelmek. Bu maddi ve manevi olarak çölleşme değilse nedir?

Bu coğrafya, mimarisindeki estetik kadar o mimariye ruhunu veren kültürü ve insan başta olmak üzere tabiattaki her canlıyla kurduğu ilişkiyle ünlü. Sadakataşları, çeşmeler, kuş evleri ve daha nicesi. Mimar Semih Akşeker, ayet ve hadislerden yola çıkarak yazdığı Mutlu Ev kitabında mimari anlayışımızın “adalet, tevazu, sadelik, güzellik/estetik, fanilik şuuru, mahremiyet, özgünlük, iktisat ve hüsn’ü muhafaza” gibi değerlerden oluştuğunu anlatıyor.

Sultanahmet’teki Firuzağa Camii’yle ilgili anlattığı anekdot sadece insanların değil devletin de bu konulardaki tutumunun adalet ilkesine dayandığını gösteriyor. Bilindiği üzere caminin minaresi sağ değil sol taraftadır. Sebebi ise sağda olursa bitişikteki evin güneşine mani olması. Kadıya başvuran gayrimüslim ev sahibinin itirazı haklı bulunur ve minarenin alışılmışın aksine sola yaptırılmasına karar verilir. Bugün adalet başta olmak üzere tüm bu değerler zıddına dönüşüyor giderek. Birbirinin önünü kapatan binalar, tevazu ve sadeliğin, lüks ve görkeme evrilmesi, fanilik şuuru yerine sanki dünyaya kazık çakacak gibi bağlanma hali…

Hasankeyf’e dönersek, Ilısu Barajı’na olan bakışımız dünyevileşme sürecimizle doğru orantılı. Bir yanda binlerce yıllık bir tarih var yani manevi bir miras, bir yanda ise baraj inşaatıyla bir süreliğine iş imkânı olacak ve enerji üreterek elde edilecek bir gelir var. Sular altında kalacak tarihi eserlere karşın, TOKİ, kamusallaştırdığı evler için Artuklu mimarisinden örnekle, maket fotoğraflarından anlaşıldığı üzere estetik konutlar yapacak. Binlerce yıllık uygarlığı sular altında bırakıp, şık bir dekor yapılacak anlayacağınız.

Ki, bizim sınırlarımızda da olsa Dicle’nin suları, daha aşağılarda Basra Körfezi’nde yaklaşık 6 bin çöl bedevisinin tek yaşam kaynağı aynı zamanda. Geçtiğimiz yıllarda Hasankeyf’e sallarıyla gelen bu insanlar, baraj yapımıyla tek yaşam kaynaklarının elden gideceğini belirtmişlerdi. Hasankeyf’in ayrıca içinde bulunduğumuz çözüm sürecinin kalıcı bir barışa dönüşmesinde de sembolik bir değeri var. Akil insanlar heyeti raporlarında buna atıf yapıldığını ve Hasankeyf’in korunmasının gerekliliği ve dünya tarihi mirasına kaydedilmesi halinde barajdan daha çok gelir elde edileceğini de hatırlatayım.

Bunca önemli sorun varken mimariden, estetikten, insanın mimariyle kurduğu ilişkinin manevi dünyasını da etkilediğinden söz etmenin yeri mi diye düşünenler olabilir. Ancak daha önce yazdığım gibi Müslümanların dünyayla ve tabiatla kurduğu ilişkinin emanetten mülkiyete dönüşmesiyle yaşanacak kırılma; ileride bizi en çok uğraştıracak meselelerin başında gelecek. Hamilelerin sokakta dolaşmaması tartışması başta olmak üzere kadınlarla ilgili tartışmalarda; mütedeyyin çevrelerin özellikle genç kuşaklarında kullanılan dilin ‘benim bedenim benim kararım’a varacak bir sekülerliğe teslim oluşu bunu iyice ortaya koyuyor.

Çünkü zaman giderek herkesi olduğu gibi bizi de dönüştürüyor. Buğdaydan çeltiğe; meyveden sebzeye orijinal tohumları kaybettiğini hiç önemsemeyen, yeni barajlar, yeni yollar, yeni köprüler için ağaç kıyımlarını doğal bulan, içinde yaşadığı toplumdan giderek kendini fiziki olarak soyutlayan bir muhafazakâr toplum, ileride çocuklarının ruhlarının değişimini de önemsemeyecektir. Kuruçeşme’de açılan alkolsüz Reina olarak lanse edilen mekânlara gitmenin hayattaki en önemli mağduriyeti bitirdiğini düşünen veya günlük hayattaki en önemli ihtiyaç olduğunu düşünen bir Y kuşağı Müslüman gençliğinin artıyor oluşunu da görmek lazım.

Mimari, gıda, beslenme, tüketim gibi bu konularda Müslümanların dünyayla kurduğu yeni ilişkiler, aynı zamanda manevi dünyasına da sirayet ediyor. Fiziki hayattaki görkeme karşın manevi hayat giderek sığlaşıyor. Edep, hüsnü zan, iyi niyet ve daha nice değer; bu karmaşada yitiriliyor, üstelik bu yitirilişin farkında bile olunmuyor.

Turgut Cansever, mimariyle kurulacak ilişkinin göz ardı edilecek bir durum olmadığını belirterek, “Mimarî, insan ile varlık arasındaki ilişkiyi, maddî, organik, ruhî ve fikrî bütün varlık alan ve tabakalarında düzenleyen bir disiplindir. Teknolojik, iktisadî ve politik sorunlara ek olarak insanın fikrî dünyasının tümünü kapsar. Varlık ile ilişkisini bilinçle düzenlemek insana özgüdür. Dünya ile bilinçli ilişkisini düzenleyemediği aşamada insan yalnızca fizyolojik bir yaratıktır.” der.

Bu ilişkiyi ve bu ilişkiyle dönüşen diğer ilişkilerimizi günlük siyasi kamplaşmalara ve bu konu üzerinden örgütlü nefret odaklı muhalefet üretenlerin safına düşmeden konuşmamız ve tartışmamız gerekiyor. Ülke için özgürlükçü bir anayasa ihtiyacı nasıl elzemse, Müslümanlar için de dünyayla kurulan ilişkinin maneviyat çerçevesinde yeniden düşünülmesi o kadar gerekli bana kalırsa.

Etiketler

Bir yanıt yazın