‘Modernitenin Başkenti’ Paris mi Viyana mı?

Ünlü Marksist coğrafyacı David Harvey’in nispeten az bilinen eserlerinden biri olan Paris, Capital of Modernity yakın zamanda Türkçe olarak da (Sel, 2012) yayınlandı.

Ünlü Marksist coğrafyacı David Harvey’in nispeten az bilinen eserlerinden biri olan Paris, Capital of Modernity yakın zamanda Türkçe olarak da (Sel, 2012) yayınlandı. Kitap, Paris’in ikinci imparatorluk döneminde, yani 1852-1870 arasında yaşadığı gelişmeleri, temsil ediliş biçimleri ve maddi süreçler olarak iki ana izlekte ele alır. Kitap ilk kısımda Paris modernitesinin temsil biçimlerinden özellikle Balzac’ın romanlarına ve Daumier’nin resimlerine odaklanır. Harvey ikinci kısımdaysa Paris’i biçimlendiren maddi süreçlerin en önemlisinin kapitalizmin aşırı birikim krizi olduğunu söyler ve bu krizin kentsel mekanın yeniden yapılandırılması yoluyla nasıl çözülmeye çalışıldığını gösterir. Bu, çok katmanlı, çelişkili ve ucu açık bir süreçtir ve kent mekanı üzerinde belirleyici olduğu gibi emek süreçlerinden kadınların durumuna, gündelik hayat pratiklerinden boş zaman etkinliklerine, finans kapitalden bilimsel pratiklere kadar bir dizi süreç, ilişki ve yapıyı etkiler.

Harvey bir yandan Paris’in modern biçiminin mimarı olarak görülen ve en çok da işçi sınıfı mahallelerini yıkarak geniş bulvarlar açmasıyla tanınan Haussman’ın kendisi ve imparator Louis Bonaparte’ın etrafında inşa etmeye çalıştığı her şey kadir olma ve kenti yeniden yaratma mitlerini reddeder. Zaten modernitenin geçmişten kesin bir kopuş olduğu fikrine de uzaktır. Öte yandan, Hausmann-Bonaparte modelinin ölçek anlamında getirdiği büyük dönüşümün ve kenti bir bütün olarak düşünebilmenin ve planlayabilmenin yeniliğinin altını çizer. Zaten Paris’in modernitenin başkenti olarak nitelerken hiç tereddüt etmez; bu adeta kitabı yazmaya girişirken kabul ettiği ve kitapta da kanıtlamaya pek uğraşmadığı bir kanaattir.

Paris’in modernitenin başkenti olarak nitelendirilmesine çok itiraz gelmeyecektir. Gerçekten de şehirde yaşamayı bir ‘sanat’ haline getiren ‘flâneur’lerinden, ‘ürettiği’ sayısız sanatçıya, 1789’dan 1871’e ve ötesine kadar boyun eğmeyen işçi sınıfına, burjuva salon kültüründen batakhanelerine, endüstriyel kapitalizme demirden bir övgü olan Eiffel Kulesi’ne ve nihayet Haussman’ın inşa ettiği görkemli bulvarlara ve meydanlara kadar pek az şehir kafamızda modern olanla ilişkilendirdiğimiz şeyleri bu kadar doğrudan çağrıştırabilir.

Öte yandan Paris’in modernitenin başkenti olma iddiasına güçlü bir itiraz şaşırtıcı bir kentten, mesela Londra ya da New York’tan değil, Viyana’dan gelebilir. Çok bilinmese de Viyana on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, gerekse ‘fin de siècle’ denilen yüzyıl dönümünde kendine has bir siyasal kültüre ve çok zengin bir sanatsal ve bilimsel ortama sahipti. Avrupa tarihini Fransa ve İngiltere’yi norm alarak okuyan ve diğer devletleri farklı açılardan ‘geç kalmış’ olarak gören perspektif, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na da benzer bir açıdan yaklaşmıştır. Oysa bir dönem muhafazakarlığın kalelerinden biri olan imparatorluk on dokuzuncu yüzyılın ilerleyen dönemlerinde hem siyasal hem de kültürel olarak kabuk değiştirmeye başlamıştır. Bunun en belirgin görüldüğü yer de elbette başkent Viyana olmuştur.

Viyana ve Avusturya’ya dair tarihçilik, yüzyılın neredeyse yarısını kapsayan (1857-1900) dönemi Ringstrasse dönemi olarak adlandırır. Bu adlandırma kent tarihi açısından çarpıcı; zira Ringstrasse eski kentin surları yıkılarak açılan büyük ve görkemli bulvarın adı. Bulvar, eski sur, hendek ve şevin yerini alması dolayısıyla eski kenti çepeçevre sarıyor. Kent merkezinin hemen dışında bu kadar geniş bir alanın gelişmeye müsait biçimde ortaya çıkıvermesi hem mimarlık ve planlama açısından neredeyse laboratuvar koşulları yaratıyor hem de burjuvazinin kente damgasını vurmasını sağlıyor. Viyana o zamana değin Habsburg hanedanının evi olması hasebiyle imparatorlukla, muhafazakarlıkla ve Katoliklikle özdeşleşmiş bir kentken Ringstrasse ile birlikte burjuvazi kentsel mekanı belirlemeye başlıyor.

1857’de surların yıkım emrinin verilmesiyle başlayan süreç müteakip 30 yılda yoğun bir biçimde devam ediyor. Eski kent merkezinin monarşi ve dini simgeleyen yapılarına karşı, Ringstrasse projesi çerçevesinde parlamento, opera, borsa, üniversite binaları, bir dizi büyük müze ve çok sayıda konut inşa ediliyor. Yapılarda fonksiyonellik ziyade görkem aranıyor; bir başka özellik de yapıların konumlanışının ve mimari özelliklerinin binaları değil bulvarı öne çıkaracak şekilde tasarlanması. Bugün de Ringstrasse alanı, devasa ölçeği ve anıtsal yapılarıyla eski kenti sınırlamayı ve genel olarak kent merkezini tanımlamayı sürdürüyor.

On dokuzuncu yüzyılın son bölümünde yaşan bu yıkım, planlama, düzenleme ve inşa etme işi silsilesi öyle büyük ve yoğun ki Viyana üzerine çok müthiş bir kentsel ve entelektüel tarih eserinin yazarı olan ve Harvey’in Paris kitabını yazarken esinlendiğini söylediği Carl Schorske’ye göre 19.yüzyılda Avrupa’daki en görünür kentsel yenilenme Viyana’da vuku buluyor. Tabii ki kentin yeniden yapılandırılması bazı çelişkiler ve tartışmalar yaratıyor. Örneğin burjuvazi daha sonra ağırlığını hissettirse ve liberaller 1866’dan itibaren projeyi kontrol etmeye başlasa başlangıçta inşaat faaliyetine askeri ve monarşik talepler damgasını vuruyor. Bir başka örnek 1848 devrimiyle özdeşleştirilen üniversiteye yeni imara açılan bölgelerden uzun süre yer verilmemesi. Aynı biçimde devrin en önemli mimarı ve plancısı olan Otto Wagner’in bazı projeleri fazla radikal bulunarak reddediliyor. Ancak tüm bunlar burjuvazinin gücünün ve ufkunun sınırlarına işaret etmekle birlikte 1900’e gelindiğinde ortaya burjuvazinin kendi kimlik algısı üzerinden dönüştürmüş olduğu bir Viyana çıkıyor.

***
Paris örneğinde genellikle devletin, imparatorluk ideolojisinin, Haussman’ın devasa projelerinin kenti nasıl dönüştürdüğü vurgulanırken Harvey burjuvazinin kent mekanı üzerindeki belirleyici etkisini vurgulamayı tercih etmiştir. Viyana’nın da burjuva sınıfının kentsel mekanın üretimini kontrol etmesi açısından benzer bir durumda olduğu söylenebilir. Bir başka benzerlik, hem Avusturya hem de Fransa’da başarısız devrim girişimlerinden sonra monarşik otoriter rejimlerle burjuvazi arasında örtük bir ittifak oluşmasıdır. Fakat Fransa’daki ittifak Paris Komünü’nü engelleyemezken, Avusturya’dakiyse alt sınıflardan gelen ve bir yandan sosyalizm bir yandan da anti-semitist sağ popülizm olarak kendini iki ayrı hatta gösteren tazyik neticesi bir krize girmiştir. Avusturyalı liberallerde büyük bir travmaya neden olan bu kriz, on dokuzuncu yüzyıl – yirminci yüzyıl dönümünde Viyana’da mimarlık, edebiyat, resim, müzik ve psikiyatri gibi alanlarda yaşanan müthiş zenginliğin de ana belirleyeni olmuş, Wagner, Loos, Schnitzler, Klimt, Schiele, Mahler, Schönberg, Freud gibi isimler böyle bir bağlamda ortaya çıkmışlardır.

Etiketler

Bir yanıt yazın