‘İzleyici dostu’ bienal

12. İstanbul Bienal, genç sanatçılarda dahi deneyselliğin değil estetik kaygının ve yetkinliğin hissedildiği 'izleyici dostu' bir büyük sergi.

Tam da bu nedenle fazla muhafazakar müze sergisi atmosferinden kurtulamamış. Fazla dingin ve heyecandan yoksun…

İstanbul Bienali, yine sürpriz yaptı. Son yıllarda izleyiciyi giderek daha çok sokağın ve siyasetin cazibesine, gürültüsüne ve keşmekeşine çeken etkinlik, bu kez adeta kendi kabuğunun içine çekilmişçesine tek mekânda (Antrepo No 3 ve 5) gerçekleştirilen son derece düzenli ve temiz bir düzenlemeyle izleyenleri şaşırttı. Bu açıdan bakıldığında, sergi tasarımını üstlenen Ryue Nishizawa’nın modernist ‘beyaz küp’ estetiğine getirdiği çağdaş mekânsal yorum, bienalin yalnızca fiziki temelini oluşturmakta değil, kuramsal çerçevesinin çizilmesinde de son derece etkili oluyor.

Amerikalı sanat kuramcısı Thomas McEvilley’nin, Brian O’Doherty’nin ‘Beyaz Küpün İçinde’ adlı kült kitabına yazdığı önsözündeki modernist sanat mekânlarına dair gözlemleri gibi, ‘İsimsiz’ başlıklı 12. Bienal de ‘dışarıdan özellikle tecrit edilen ve dolayısıyla mekân olmaktan çıkan (yok-yer), bunu aşan (ultra-mekân) ve onu çevreleyen zaman-mekân matrisinin simgesel olarak feshedildiği bir yer (ideal mekân)’ olarak okunabilir.

Başka bir deyişle, bienalin İstanbul’da olup olmaması; yerel sorunlarla uğraşıp uğraşmaması o kadar önem taşımıyor. Bu coğrafyaya dair göndermeler, metaforlar yok mu, var, ama belirleyici bir ağırlık taşımıyor. Yapıtın bağlamıyla kurduğu ilişkiden çok, izleyiciyle kurduğu teke tek özel ilişki, sanatçının kendi dünyasına dair mesajlar ön plana çıkıyor. Aslında bu da bizi, bienalin çıkış noktasını oluşturan Küba asıllı Amerikalı sanatçı Felix Gonzalez-Torres’e getiriyor.

Felix Gonzalez-Torres, sanatını özellikle ‘armağan’ kavramı etrafında ören, dolayısıyla izleyicinin bire bir katılımını gözeten bir sanatçıydı; izleyicinin katılımı hem enstalasyonlarını oluşturan nesnelerden bizzat alabilmeleri bağlamında, ama hem de bu yapıtların insani mesajlarının netliği, anlaşılabilirliği noktasında anlam kazanıyordu. Yapıtlarını ve söylemlerini yorumlayarak diyebiliriz ki bütün romantikler gibi Gonzalez-Torres de iyi insanların dünyayı değiştirebileceğine ve sanatın da bu yolda işlevsel bir boyut taşıdığına inanan bir kişiydi. Öte yandan bütün iyi sanatçılar gibi salt mesaj kaygısıyla sanat üretmenin genellikle pek iyi sonuç vermediğini de iyi bilen bir sanatçıydı. Onu 1990’lı yılların kilit figürlerinden biri haline getiren de buydu: Post-kavramsal, post-minimalist dönemde minimalizmi ve kavramsal sanatı Küba asıllı bir eşcinsel olarak bilinçli bir ‘ötekiliğin’ süzgecinden geçirerek, hem estetik, hem içerikli, hem katılımcı bir biçimde buluşturmayı başarmıştı.

12. Bienal’in küratörleri Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa da belli ki işte tam da böyle bir hedef belirlemişler kendilerine: Estetik kaygılar taşıyan, ama içerikli de olan, kişisel olanın politik boyutunu kavrayabilenlere seslenen ve izleyiciyi dışlamayan bir bienal. Sonuç, hedefin çok net ve açık olarak hissedildiği, ama işte tam da bu yüzden biraz fazla anlatımcı ve hatta didaktik; kafası karışık yorgun izleyici sendromunu alt etmiş ama işte tam da bu yüzden biraz fazla dingin ve heyecandan yoksun; beyaz küp olgusunun geçerliliğini yeniden sorgulamaya açan ama işte tam da bu yüzden biraz fazla muhafazakâr müze sergisi atmosferinden kurtulamamış bir bienal.

Sanatçı, sanat yapıtı ve izleyici ilişkisinin kişisel sunumlar aracılığıyla çok yakın bir ilişki şeklinde kurgulandığı bienalin sanatçıları, ağırlıklı olarak Latin Amerikalı olmak üzere farklı kuşaklardan gelen ve farklı yaklaşımları duyuran bir toplam oluşturuyor. Her bienalde olduğu gibi bu bienalde de küratörlerin nereden geldiği, kendi kültürel geçmişleri ve ilgi alanları, bienalin sanatçı seçimini belirleyici temel unsurlardan birine dönüşüyor.

Seçkinin dikkat çekici yönleri arasında, genç sanatçıların yanında kendi ülkelerinde öncü olarak düşünebileceğimiz Lygia Clark, Charlotte Posenenske, Füsun Onur gibi çeşitli kadın sanatçıların geçmişteki işleriyle temsil ediliyor olması var. Ayrıca Weegee, Eddie Adams gibi fotoğrafçıların çağımızın görsellik tarihine malolmuş birtakım belgesel nitelikli imgelerini de yeniden, bir sergi bağlamı içinde izlemek ilginç. Türkiye’den sanatçılar arasında Kutluğ Ataman, Aydan Murtezaoğlu gibi sürpriz olmayan isimlerin yanında Yıldız Moran Arun gibi sürpriz olan isimler de var. Bir bütün olarak bakıldığında, Pasaport, Ross, Tarih, Ateşli Silahlarla Ölüm gibi başlıklar altında düzenlenen karma sergilerin bu başlıkları ve temaları bire bir temsil eden sanatçılar ve yapıtlarıyla şekillendiğini ve illüstratif nitelikte olduğunu, kişisel sunumların ise izleyiciye daha çok serbestlik sağlayarak bir keşif duygusu uyandırdığını söylemek mümkün.

Genç sanatçılarda dahi deneyselliğin değil estetik kaygının ve yetkinliğin hissedildiği bu ‘izleyici dostu’ bienalde, el kitabıyla birlikte gezerseniz küratörlerin sanatçılarla yaptığı söyleşiler aracılığıyla kafanız karışmadan yapıtları algılayacak, yolunuzu hiç sıkılmadan bulacak, hiç yorulmadan gezeceksiniz. ‘İsimsiz’ bienalin amacı da galiba zaten bu: Gombrich’in deyimiyle, ‘izleyicinin kendi payına düşen’e, yani izleyicinin düşünsel pratiğine ve yorumuna yer açmak. On ikinci bienal, işte tam da bunu mümkün kılan sade, dingin, beyaz bir labirent.

Fazla isimli bir bienal
O kadar iyi ki, eleştirmek zor
Ali Akay (Küratör, sanat eleştirmeni, MSGSÜ Sosyoloji Bölüm Başkanı): SANAA grubunun bienal tasarımı mükemmel olmuş. Tek bir alanda toplanması dolayısıyla, izlemek çok rahat ve işler çok görünürlük kazanmış vaziyette. O kadar iyi ki, eleştiri yapmak zorlaşıyor. Görülmesi gereken çok iş var, isim vermek istemem ama İstanbul seyircisinin ilk kez gördüğü birçok Latin Amerikalı sanatçının işleri bunlardan bazıları. Ben en çok Tarih, Pasaport, Ross ve Soyutlama kısımlarıyla ilgilendim. Bu kısımlar bence özellikle dikkat çekiciydi.

Net bir sergileme tarzı
Levent Çalıkoğlu (İstanbul Modern, şef küratör): Bu seneki bienali beğendim. İki antrepoda, oldukça akılcı bir tasarımla, çok güçlü konseptsel bağlamlarla, sanatçıların kendi mekânlarını izleyicinin çok net algılayacağı bir sergileme biçimi var. Bu daha önce hiçbir bienalde uygulanmayan bir tarz. Bienal bir atmosfer sunuyor, bu hem sergilemede hem de yapıtların teşhirinde var. Herhangi bir sanatçıyı ya da işi es geçme şansınız yok. O konseptin içine mutlaka düşüyorsunuz. Bütününde çok pür, matematiksel bir alan bienal. Ancak tümünü gezemediğim için herhangi bir işi önermem ya da öne çıkarmam mümkün değil.

Uluslararası karma müze sergisi gibi
Necmi Sönmez (Küratör): Bienalin en önemli sorunu, sergileme tipolojisi, sunum zarafeti açısından bir bienal sergisinden çok, uluslararası karma müze sergisi formatına sahip olması, kişisel sunumlar ile tematik bölümler arasında organik bir bağlantı kurulamaması… Kendi maketlerinin sergilenmesine bile müsaade edilen mimar, her köşede, her bölümde ön plana çıkıyor. Sanatçı seçiminde hemen hemen hiç risk alınmadan, tanınan sanatçılarla, az bilinen isimler arasında başarılı bir orantı kurulmuş. Bienal için özel iş üretilmemesi de dikkati çekiyor. Oysa bu sayede daha ilginç yorumların kapıları aranılabilirdi.

Çok fazla enerji boşa harcanmış
Marcus Graf (Küratör): Bu sene düzenlenen bienali büyük bir heyecanla bekledim; çünkü Torres en sevdiğim sanatçılardan biri. “Poetics and Politics”teki birbirini destekleyen güçler beni çok heyecanlandırdı. Neo-minimalizm için muhteşem örnekler. Ancak bu bienalde bu heyecanı pek yaşayamadım, hayal kırıklığına uğradım. Bence bir sanatçıya gönderme yaparak bir bienal oluşturmak iyi bir yaklaşım ama sonuç olarak olumlu olmamış bu. Güncel sanatın kendisini anlamak güçken başka bir sanatçının penceresinden görmek işleri daha da zorlaştırmış, izleyen açısından. Torres’i bilmeden bu bienali anlamak güç. Bienalin bu sene sadece Antrepo’da bulunmasını da yanlış buluyorum. Belki gezilmesi daha kolay ama bu bienal bu şekilde herhangi bir şehirde de olabilirdi. İstanbul’un kendisi bence bienallerde önemli bir faktör. Kamusal alanda işlerin olmaması da büyük eksiklik bence. Bu daha çok bir sanat fuarı gibi görünüyor. Çok fazla kavramsal bağlantı yok. Bence çok fazla enerji boşa harcanmış.

Etiketler

Bir yanıt yazın