İklim ve Yerellik Kesişiminde Günümüz Mimarlığı

Önümüzdeki iki ayın konusu günümüzün iklim verileri, bu iklim verilerine mimarların nasıl yaklaştığı ve yerelliğin tüm bu hikayenin neresinde olduğu olacak.

“Güneş başlığı zamanında batılı adamın tehlikeli tropik iklimde hayatta kalmak için geliştirdiği bilimsel bilginin en ünlü sembolüydü.” bkz: https://transnationalarchitecturegroup.wordpress.com/2013/03/12/tropical-architecture-current-research/

Arkitera.com’da iki aylık periyotlarla yayınladığımız proje dosyalarında mimari üretimleri çeşitli konu başlıkları altında inceliyoruz. Hazırladığımız dosyalar kapsamında işlediğimiz konunun günümüz mimarlık üretiminde yüklendiği birbirinden farklı anlamların çoğunu ele almayı amaçlıyoruz. Başlığa karar verdikten sonra kavramsal çerçeveyi daraltmak yerine mümkün olduğu kadar açık bırakarak, birbirinden farklı örnekleri dosyaya dâhil etmeyi tercih ediyoruz. Önümüzdeki iki ay boyunca iklim ve onunla bağlantılı olarak yerellik konusunu ele alacağız ve günümüz mimarlık pratiğinin konuyu ele alış şeklini örnekleyeceğiz.

İnsan ırkının yaşadığı yerin iklimiyle olan ilişkisinin endüstri devriminden sonra bambaşka bir hal aldığını biliyoruz. Endüstri devrimi ve fosil yakıtların kullanımı üzerine geliştirilen teknolojiler bizi şu an içinde olduğumuz yaşama savurdu. Geçtiğimiz yüzyılın en önemli konuları fosil yakıtlar üzerinden elde edilen enerji, bu enerjinin dağılımı ve kullanımı (dünya çapında büyük çatışmaların sebebi) ve bu enerjiyle çalışan teknolojilerdi. Arkasından bu teknolojilerin şekillendirdiği şehirler ve insanlar geldi. Günümüz insanı, yaşama şekli ve alışkanlıklarıyla, bu teknolojilerin ürünü olan bir neslin devamı.

Bu hep daha fazlasını üretmek için daha fazlasını tüketen sistemin kendine göre sorunları vardı. Bunların ilki sistemin nasıl devam ettirileceği idi. Dünya kaynaklarının kullanımı üzerine sürekli devam eden anlaşmazlıklar günümüzde hala devam etmekte. 70’lerdeki enerji krizleri ve ardından alınan önlemler (savaşlar da önlemlerin içinde) çevresinde şekillenen dünya düzeni bize bitmek tükenmek bilmez enerji krizlerini, çevre sorunlarını, göçleri ve i-phone 6’yı miras bıraktı.

Mimarlık mirasına bakacak olusak; bugün hala binalar fosil yakıtlardan elde edilen enerji kullanılarak iklimlendiriliyor. İnşaatın öncesinde, inşaat sırasında ve sonrasında -bu geniş bir zaman dilimi ve ilişkiler ağına işaret ediyor- her noktada fosil yakıtlara bağımlı bir yöntem takip ediliyor.

Fakat tarih fikirler ve karşı fikirlerle dolu dinamik bir süreç. 70’lere dönüp yakından baktığımızda, modernizm bize el sallayıp çıkış kapısına yönelirken, hem enerji krizlerini ve hem de çevre meselelerine dair farkındalığın doğuşunu görüyoruz. Bir yandan endüstriyel üretimin lideri olan ABD, Kanada, Batı Avrupa, Japonya, Avustralya gibi ülkeler kaynak yetersizliğinden alarm durumuna geçip “Bu kaynakları nasıl elde edebiliriz?”in çözümlerini arıyor. Diğer yandan Birleşmiş Milletler Örgütü 5-16 Haziran 1972 tarihinde Stockholm’de “İnsan Çevresi Konferansı”nı yaparak “İnsan çevresinin korunması ve iyileştirilmesi konusunda dünya insanlarına ilham verecek ve yönlendirecek ortak bir bakış açısına ve ortak prensiplere olan ihtiyaç”ı vurguluyor.

İnsanlık adına, çevre adına ve enerji adına yapılan bütün bu girişimlere batı merkezli mimarlık pratiğinin nasıl bir cevabı olduğuna biraz bakalım. Bunun için American Institute of Architects’in yayınladığı Research&Design dergisinin, 1979’da çıkardığı “Climate and Architecture: Designing for Dynamics of Nature/ İklim ve Mimarlık: Doğanın Dinamikleri için Tasarlamak” isimli sayısına göz atabiliriz. Thomas S. Austin derginin giriş yazısına şöyle başlıyor:

Güncel enerji krizi, bizi pek çok yönden geçmişimizi değerlendirmeye yönlendiriyor. Eski zamanlarda evler iklime cevap verecek şekilde yapılıyordu.

Austin yazısının devamında iklim verileri üzerine çalışılması gerektiğini, bu verilere uygun binalar tasarlamak ve enerji verimliliğini arttırmak konusunda mimarlara önemli bir görev düştüğünü vurguluyor. Yazı bugün iklimden bahsederken üzerinde durduğumuz iklim değişikliği ve beraberinde getirdiği sorunlara değinmiyor. İklim daha hala başlı başına bir mesele haline gelmemiş. 30 yıl önce iklim yine mimarlığın gündeminde olsa da kapitalist sistemin enerji krizine bir ilaç olmak için araçsallaştırılıyor. Yine de Austin’in yazısında enerji, iklim ve çevre konularının bir şekilde kesiştiğini görüyoruz. Ve mimarlara düşen sorumluluğun çerçevesini aşağı yukarı kavrayabiliyoruz.

Peki, Austin’in yazısının girişinde mimarlara örnek olarak gösterdiği “eski zamanlar”dan kasıt ne? 20. yüzyılın ortasında, batı merkezli mimarlık pratikleri modernist akımın etkisi altındayken, bolca kule inşa edildiğini ve modern şehrin iyice şekillendiğini biliyoruz; fakat bu dönem aynı zamanda yerel mimarlığın da gündemde olduğu, egemen güçlerin kolonize ettikleri coğrafyalarda “primitive architecture/ ilkel mimarlık”* üzerine araştırmalar yaptıkları bir dönem. Kendilerine göre az gelişmiş buldukları bu yapılı çevreyi araştıran batılı mimarlık profesyonelleri, “enerji, iklim, çevre” paketine orijinal katkılarını “yerel mimarlık” başlığı altında yapıyorlar. Tabi kendi kültürlerinin yerel örneklerini de incelemeyi ihmal etmiyorlar. Zamanın muasır medeniyet mimarlığı endüstri devrimi öncesi mimarlığı yeniden keşfe çıkıyor.**

Bu dönemde farklı kültürlerin mimarlık yapma şekillerini inceleyen ve çevreyle kurulan ilişkiye dair alternatifler öneren yaklaşımın oldukça ayrıksı ve dikkat çekici söylemler de ürettiğini biliyoruz. Öyle ki Bernard Rudofsky 1964’te MoMA’da yaptığı “Architecture Without Architects. An Introduction to Non-Pedigreed Architecture/ Mimarsız Mimarlık. Soylu Olmayan Mimarlığa Giriş” sergisi ve kitabı dönemin en ünlü manifestolarından biri. Rudofsky’nin çalışması aynı dönemde yapılan diğer çalışmalardan ayrılan önemli bir özelliğe sahip. Yerel mimarlığı diplomalı mimarlar için bir alet çantası haline getirmeye çalışmanın aksine mimarsız bir yapılı çevrenin kendinden gelişen bilgeliğine ve yaşantı içine dâhil olabilme gücüne işaret ediyor. Bugün, Rudofsky’nin mesleğin yapılma şekline dair eleştirisinin hala geçerliliğini koruduğunu ve kaçınılmaz olduğunu görüyoruz. (2016 Venedik Mimarlık Bienali’nde mimarlığa yöneltilen bakış bunun örneği).

20. yüzyılın ikinci yarısına geri dönelim. Yerel mimarlık denilen ve dünyanın dört bir yanından örnekler toplanarak kataloglanmaya çalışılan şey, ABD’nin ve Avrupa’nın büyük şehirlerinin imdadına yetişmiyor. Yerel mimarlık, sınırlı olan kaynakları kullanarak en iyisini üretmeye odaklanırken, kapitalizm daha fazlasını hedefleyip bunun için gerekli olan daha çok kaynağı kullanmak ihtiyacında. Bu farklılık temel bir ayrılığa işaret ediyor. Son elli yılda hem şehirler büyüyor hem de sayıları bütün dünyayı saracak şekilde çoğalıyor ve enerji ihtiyacı da beraberinde devasa boyutlara ulaşıyor. Daha ileri teknoloji ile daha az enerji harcayan karmaşık iklimlendirme sistemleri yaygınlaşmaya, yerel denileni de kapsayacak şekilde uygulanmaya devam ediyor.

Bugün ise iklim, mimarlık ve bunlarla bağlantılı olarak yerellik konularına alternatif bir bakış geliştirmenin eşiğindeyiz. Bir yandan İnsanlık olarak iç hesaplaşmalarımız devam ediyor; diğer yandan dünya gezegeni dikkatimizi çeken dönüşümler geçiriyor. Doğal afetler ve gezegenin sıcaklığındaki normal değerlerin üstünde oynamalar nedeniyle, iklim değişimi son on yıldır gündemimizin ortasına oturmuş durumda. İklim verileri, kavrayışımızda gezegen ölçeğine geçmemizi gerektirir nitelikte. Nitekim jeologlar dünyanın buzul çağı sonrası dönemini ifade eden Holosen dönemini kapattığımızı ve 2000’lerle birlikte Antroposen döneme geçtiğimiz söylüyorlar. Küresel ısınma, biyoçeşitliliğin azalması ve doğal kaynakların tükenmesi Antroposen’i oluşturan üç önemli faktör. Peki endüstri devriminden itibaren canla başla çalışarak geçiş yaptığımız yeni jeolojik dönemimiz bize içinde yaşama olanağı sunacak mı?

Bunun için gezegenle beraber bizim de yeni bir döneme geçmemiz gerekiyor. Bugün artık biliyoruz ki enerji sömürüsü odaklı politikalar, yapılı çevreye dair tepeden inme kararlar, sömürgeciliğin herhangi bir çeşidi (hem kültürlerin hem doğal kaynakların egemen güçlerin çıkarlarına göre şekillendirilmesi) sürüp gidemez. Artık iklimi, enerjiyi, insanı, çevreyi, teknolojiyi ayrı başlıklar altında değil bir ekosistemin dinamik parçaları olarak görebiliyoruz. Ve hatta bunlar üzerine oluşturulan söylemin tek sesli olması karşısında ses çıkartabiliyoruz. Farklı yerellikler, farklı iklimler, farklı çevreler ve enerjiler tanımlayabiliyoruz. Ulus devletlerimizin başımızın üstünde yeri olsa dahi yeni cepheler açmak için elimizde yeterince bilgi var.***

“İklim ve mimarlık” dosyasında işte bu yeni ve geniş bakış açısıyla üretilen projeleri sizlerle paylaşacağız. Yazının başında bahsettiğim çeşitliliği korumaya çalışacağız. Teknolojinin olanaklarını sonuna kadar kullanıp çölün ortasında mucize şehir kurmayı hedefleyen projeler de olacak, pasif enerjiyle çalışan evler de. Kaynakların sürdürülebilir kullanımını öneren ve iklimle uyumlu yapılar ortaya çıkaran, mimarlık dünyasındaki etkisi büyük yerel projeler dosyaya dahil olacak; fakat tekil örnekler olarak kalan marjinal fikirleri de es geçmemeye gayret edeceğiz.

İki ay sürecek dosyayı takip etmenizi öneriyoruz.

*”Primitive architecture” terimini, 20. yüzyılın ikinci yarısında, yapılı çevrenin korunması üzerine yazdığı yazılarla tanınan, aynı zamanda akademisyen olarak ABD’nin farklı üniversilerinde görev alan James Marston Fitch’in, Daniel P. Branch’la beraber kaleme aldığı “Primitive Architecture and Climate” isimli makalelerinden aldım. Makale dünyanın farklı iklim kuşaklarındaki yerel mimarlık örneklerini inceliyor. 

**Bu keşiflerde yerel mimarlığın iklimine uygun mimarlık üretimi belirgin bir özellik olarak ortaya çıkıyor. İklim, yerel mimarlık ve enerji tasarrufu konusunun gündelik Amerikan mimarlığında görünür bir konu haline gelebildiğini House Beautiful dergisinin 1949-1952 tarihlerinde yaptığı “Climate Control Project” dosyasından izleyebiliyoruz. James Marston Fitch’in editörlüğünde 3 sene devam eden dosya kapsamında yayınlanan her rapor ABD’nin farklı bir bölgesine odaklanıyor ve bu bölgenin iklim verilerinin basitleştirilmiş bir özetini vererek okuyuculara kendi bölgesiyle uyumlu inşa tekniklerine dair önerilerde bulunuyor. Dergi bir şekilde Amerikan kimliğini ve yerel farklılıkların bilgisini de dosyaya katıyor. 

***Evet, 2016 Venedik Mimarlık Bienali’nin başlığı hepimizi etkiledi.

Etiketler

Bir yanıt yazın