Ev insanın protezidir

"Dönüşüm politikaları, temizlikçi bir eyleme döndü" diyen Uğur Tanyeli'nin yazdıkları Engin Gerçek'in kareleriyle kitap oldu. Tanyeli'ye göre fotoğraflarda "Ben de konuşmak istiyorum" arzusu var...

Sadece evlere bakmak o tarih dilimine dair neler söyler? Konut ne kadar ideolojiktir? Özel ve kamusal alanlar nasıl biçimlenmiştir?

Söz edeceğim kitaba da bu söyleşiye de 41 fotoğraf vesile oldu. Kitabın ismi “İstanbul’da Mekân Mahremiyetinin İhlali ve Teşhiri: Gerilimli Bir Tarihçe ve 41 Fotoğraf”. (Akın Nalça Kitapları) Metin kısmı, mimar Uğur Tanyeli’den. Mardin Artuklu Üniversitesi’nde ders veren Prof. Dr. Tanyeli, 15. yüzyıldan bugüne konut ve konut mahremiyeti meselesine dair bir geziye çıkarıyor. Şehrin çoğunluğunun tek odalı, tuvaletsiz, mutfaksız evlerde yaşadığı, “Muhteşem Yüzyıl” setine pek benzemeyen günlerden, ne bileyim yatak odasının, kentin, mahremiyetin icadından söz ediyor. O gezinti, mahalle nüfusu kadar insan barındıran ultra güvenlikli sitelerin dünyasında, bitmeyen mahalle nostaljisinin nasıl ezbere dönüştüğünü anlamaya da yarıyor. Tanyeli, mimarlık, dekorasyon dergilerinde teşhir edilen üst sınıf konut içlerinden de Gerçek’in fotoğraflarına geliyor.

Kürt, Roman ve Türk ailelerin yaşadığı Kuştepe, Engin Gerçek’in bildiği bir yer. Önce tanıdığı insanlara soruyor: “Oturma odanızın fotoğrafını çekebilir miyim?” İkna etmek zor olmuyor. Kısacık hikâyeleriyle birlikte tanıtıyor bize Kuştepelileri.

Sonuçta ne mimari tarihinin ne popüler kültürün merak alanına giriyor o çekyatlar, o renkli bordürler, o danteller. Kitabı gördüklerinde “Bak şimdi ölümsüz olduk” demişler. Gerçek, başka mahallelerin oturma odalarında da çalışmak istiyor. Uğur Tanyeli ile bizi kentsel dönüşüme vardıran zihinsel dönüşümü ve mimari üzerinden verilen iktidar savaşını konuştuk. Sonra o salonlara girebilirdik.

TOKİ tipi mimari, bir toplumsallığın sonucu mudur, yeni bir toplumsallık yaratmanın aracı mıdır? Şöyle sorayım: Mimarlığın yeni bir toplumsallık yaratmak için daha fazla kullanılması yüzünden mi son yıllarda mimarlıktan bu kadar çok konuşuyoruz?

Mimar milleti ve geniş bir toplum çoğunluğu mimarlığın toplumsallıkla sadece ilişkili olduğunu düşünmek ister. Aslına bakarsanız mimari toplumsallıktan başka bir şey değildir. Mekânda vuku bulur; mekân üretir. TOKİ her ikisidir de. Evet, dayatma. Ama bir toplumsallığın sonucu da. Aynı anda toplumu da düzenliyor, disipline ediyorsunuz. TOKİ aracılığıyla yarım milyon konut yapılması, yarım milyonun daha amaçlanması Türkiye sahnesinin nasıl düzenlenmeye çalışıldığının göstergesi.

Nasıl bir düzen bu?

TOKİ’nin çok ciddi anti-demokratik ve totaliter bir dünyanın bakış açısını yansıttığını düşünüyorum. Bir kere devletin, kamu otoritesinin bu kadar büyük bir sermayeyle alana girip en önemli mimarlık konularından olan konutu, neredeyse denetimi altına alması bana sağlıklı gelmiyor. Dünyanın pek çok yerinde çeşitli rekabet yasalarıyla engellenmiş bir şeyden söz ediyoruz. Devlet müteahhitlerinden biri, hatta baş müteahhit olarak alanda. Bunun kendisi problemli değilse, daha ne problemli olabilir?

Bu süreçte tuhaf bir şey yaşandı. Sosyolojik bir tarif olan ‘kentsel dönüşüm’ün anlamı iktidar elinde değişerek bir kalkınma hamlesine, bir hizmet türünün adına dönüştü.

Dönüşüm olağanlığını kaybetti. Kent de toplum da bitimsiz dönüşür. Ama burada kamu otoritesi aracılığıyla büyük alanların yepyeni biçimde, orada yaşayanların talepleri hiçe sayılarak dönüştürülmesine döndü. Ben bu dönüşüm biçimini anlamıyorum. Dönüşüm orada yaşayanları boşaltıp yeni insanları taşımak değildir. Bu, mekânı, dolayısıyla toplumu disipline etmektir. Evlerimiz sadece evlerimiz değildir, ev aynı zamanda insanın protezidir; tıbbi bir protez gibi düşünün. Yoksullaştıkça daha da önemli bir protez haline gelir ev. Dönüşüm politikaları, temizlikçi bir eyleme, istenmeyen grupların temizlemenin araçlarından birine döndü. Bakın, İstanbul’un önemli bir bölümü bu disipline etme eylemini onaylamasa bu gerçekleşemez. Tarlabaşı’nda yapılan neredeyse sadece orada yaşayanlar karşı çıktı; pek çok İstanbullu için de Tarlabaşı ‘temizlendi’. Bu, Türkiye’de kentlilerin önemli bölümünün anti-demokratik eğilimleri olduğunu gösteriyor. Asıl üzülünmesi, kuşkulanılması gereken budur bence. Bir tür suç ortaklığı var. Eşdeğerini Danimarka’da yapmayı deneyin bakalım. Ya da Almanya’da TOKİ gibi bir örgüt çalışabilir mi?

Mücadele bir de kamusal alanlarda sürüyor. Aslında hiç o biçimde var olmamış Osmanlı evleri, Topçu Kışlası gibi örneklerle mimariyle canlandırılmak istenen bir tarihi “biz” var? Kafası ne kadar karışık bu “biz”in?

Türkiye’de hemen her siyasal görüş şunu paylaşır: Bir zamanlar bizdik, sonra başka bir şey olduk, biz olmaktan çıktık. Herkes meşrebine göre bunun eşiğini belirler ve kamusal mekânda kimliğin rekonstrüksiyonu çabası başlar. Bunu sosyal demokrat politika uygulayanlar da yaptı, bugünkü iktidar da tırmandırarak devam ettirdi. Kimlik endişeleri çok daha güçlü ve asabi olduğu için de bunu vurgulamaya çalışıyor. İstanbul’da şu anda bini aşkın böyle rekonstrüksiyon önerisi var. Çok çeşitli dönemlerin mimari etkinliklerinde yıkılmış mescitler, camiler, hakkında tek fotoğraftan fazla bilgiye sahip olmadığımız, bazıları hiçbir tarihsel önem taşımayan yapılar yeniden yapılmaya çalışılıyor. Osmanlı çağı boyunca İstanbul’un fethini kutlamayan bir ülke 1953’ten beri giderek tırmanmak suretiyle İstanbul’un fethini kutluyor. Tarih aracılığıyla verilen bitimsiz kavgalar var bu ülkede.

Sadece mimari örneklere bakarak gözünüze çarpan bir sakalet var mı?

Asabiyetle ve paranoyayla yola çıkarsanız sakaletten başka bir şey üretemezsiniz. Kitsch’ten, rüküşten ötesi çıkamaz. Çünkü mimari bir şey amaçlamıyorsunuz, kendinizle ilgili psikolojik bir sorunu gidermeye çalışıyorsunuz. Belki rastlantısal bir-iki ilginç sonucu olur ama incelikli düşünme olmadığından sakaletten başka bir şey ortaya çıkma şansı yok. İlginç olan, Topçu Kışlası’ndaki gibi, bunun tarihi bir kurtarma eylemi olduğunu düşünebilmemiz. Bunun gülünç değil, acıklı oluşu sorun. Cemil Topuzlu döneminde, 1910’larda yıkılmış bir mescidi yeniden yaptığınızda onun aynı mescit olduğuna inanabilmek problemli. Bence toplumbilimciler bu meselelerle ilgilenmeli.

Kimlik politikalarına savruluş Türkiye’de hep çok güçlü oldu, giderek artıyor, bunun mimariye de yansımaları oluyor. Kehanette bulunacak değilim ama iyiye gidiş olmadığını söyleyebilirim. Mimari anlamda tehlikeleri tartışılamayacak kadar açık. Başka tehlikeleri de öngörülebilir. Ne kadar yüceltilmiş bir geçmiş tahayyül ederseniz, o kadar problemli bir bugün üretirsiniz. Bunun “Biz bu kadar mükemmel bir geçmişi kaybetmişiz” travması üretmekten başka ne sonucu olabilir? Bunu birçok araçla üretiyoruz hem de: Popüler araçlarla, tarih metinleriyle, mimariyle…

“Ben de konuşmak istiyorum”

Bunların ışığında Engin Gerçek’in fotoğraflarında siz ne görüyorsunuz?

Bütün premodern çağ içinde ancak en üst gelir gruplarının, hiyerarşik kademelenmede en üstte olanların yaşamlarını bir ölçüde bilme imkânına sahibiz. Onun dışındakiler görünmez, kendi dilleriyle konuşma imkânları yoktur. Bir taraftan tek ses çıksın, Türkiye homojen olsun diyen bir damar var. Diğer yandan da sayısız başka şeyin yanında bu fotoğraflarda “Ben de konuşmak istiyorum” arzusu var. “Yoksulum ama nasıl yaşadığımı göstermek istiyorum” diyor. Bu çok olumlu bir gelişme. Burada gözükmek, kamusal alanda gözükme isteğidir. Bu, Türkiye’nin nihayet sağlıkılı duruşlar da ürettiğini gösteriyor; tam karşı ucunu ürettiği gibi.

Bir yandan kent merkezinde yoksul bir mahalle olarak bu evlerin de her an tarihi esere dönüşme riski var.

Tabii ki. Bu ülkede 1950’lerde, bir gecekondunun içi, dış mekânı neye benzerdi diye merak etseniz hiçbir şey bulamazsınız. Çatlasanız böyle fotoğraf yoktur. Görmek istemediklerimizi zihnimizden silmek istiyoruz. Dolayısıyla bilgisini biriktirmiyoruz, belgelemiyoruz. Sandığımızın aksine dayanışmacı bir toplumda yaşamadığımızı görsek iyi ederiz. Şanssız gruplara karşı inanılmaz derecede hoyrat bir toplum bu. Ancak bunu görürsek dönüştürme şansımız var.

Etiketler

Bir yanıt yazın