Büyük Yıkımın Arifesinde Tarlabaşı Sözlüğü

Bant Mag 4. sayısında*, önemli olayları, kişileri, sembolleri üzerinden Tarlabaşı'nı konu ediyor. "Büyük Yıkımın Arifesinde Tarlabaşı Sözlüğü" başlıklı yazıya Sadi Güran'ın çizimleri eşlik ediyor.

20 sene sonrası için istenen İstanbul kent merkezini hayal ederek fikir jimnastiği yapalım. Tarihi Yarımada’dan küçük zanaatçilerin, tahtacıların, tencere tavacıların, mefruşatçıların, oyuncakçıların, vs. hepsi gitmiş. Yerlerine Roberts Coffee ve kabilinden bir sürü “küresel” ve can sıkıcı mekân almış. Eski hanların büyük kısmı butik otel artık. Kapılarında güvenlik var. Yerse, Atik Valide Han’ın içine girmeyi deneyebilirsiniz. Kapalı Çarşı’daki birkaç sembolik ipekçi ve iki lokanta dışında küçük esnaf yok. Ama Prada mağazası hizmetinizde. Eminönü’nün dış çeperleri lüks, ama kişiliksiz konak taklitlerinin yer aldığı sitelerle sarılmış. Haliç boyunca yıkılan mahallelerin yerinde rezidanslar…

Beyoğlu ve özelinde Taksim ise bambaşka bir dünya. Demirören’in açılışından beri arka arkaya 17 AVM belirdi. Burada da artık içine girebileceğiniz pasajlar yok. Türkü Bar, bağımsız canlı müzik mekânları, kebapçı, küçük kitapçı artık hak getire. İki sokakta sembolik olarak birkaç meyhane bırakılmış. Akşam hayatını seven turistler akla gelen ilk “müşteriler.” Ortalama 2,2 gün kalıyorlar. Bazıları Yüksekkaldırım’dan yukarı çıkarken geriye kalan üç müzik dükkânından birinden berbat bir bağlama alıyor. En meşhur lokanta Dinner in Dark, gündelik eğlence Narmanlı Han için’deki Rendez-Vous des Belges’in kötü bir taklidi ve şubesinde Elif Şafak romanları üzerine konuşmak.

Taksim’in çevresiyse yine lüks, ama başka bir zümreye, “Batılı hayat tarzını benimseyen” yüksek sınıfa hitap eden “loft”larla tıka basa dolmuş. Ülkenin Batılıları ile Batı’nın turistleri Tarlabaşı’ndaki Çalık Hotel’in terasında buluşup Haliç manzarasına, oradaki beton kongre merkezlerine nazır yemek yiyorlar.

Murat edilen –elbette mizansen şekilde özetledik– üç aşağı beş yukarı bu. Bunun çivileri zaten çakılmaya başladı. Hatırlayalım: Sulukule. Taksim’de ise ilk büyük balyoz Tarlabaşı’na iniyor. Çoğu tarihî eser olan 278 bina yıkılıyor, yerine otel ve rezidans dikiliyor. Tarlabaşı’nın nevi şahsına münhasırlığı saymakla bitmez. Zaten elimizden geldiğince ileriki sayfalarda okuyacağınız sözlükte aktarmaya çalıştık. En kolayı şu: çöküntü mahallesi diye yaftalayıp zevksiz bir turizm havzasına dönüştürmek. Bu olacak mı? Bilemiyoruz. Ortada büyük hırslar var. Ama gelin yine de sembolik bir sözlükle yaşayan Tarlabaşı’na bakalım.


Bugün “çöküntü alanı” olarak yaftalanıp tamamen yıkılmak istenen Tarlabaşı, 1986-1988 yıllarındaki büyük yıkımlarla zaten tecrit edilmişti. Ancak farklı kültürlerin bir arada kaynaştığı mahalle hayatı hâlen sürüyor.


AVM’ler, “roof”lar, “loft”larla örülü geleceğin Tarlabaşı’nda yapaylık ve tektipleşmenin ötesinde bir manzarayı hayal etmek güç.

Asır Meyhanesi

Beyoğlu’nun en köklü içkili lokantalarından biri de, eski İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’ın Beyoğlu’nun karnıyarık gibi bölen Tarlabaşı Bulvarı’nı açıp tonlarca tarihî binayı yerle bir ettikten sonra bulvarın Tarlabaşı tarafında kalmış olan Asır Restaurant’tır. İstanbul’da meyhaneciliğin açık ara temsilcisi olan Rumların ülkeden çeşitli vesilelerle kovulmasıyla gerek tüm şehirde gerekse Tarlabaşı civarında Rumların işlettiği meyhane sayısı giderek azaldı. Oysa İstanbul’un işgal altında olduğu Mütareke yıllarında (1918-1923) bir grup Amerikalı araştırmacının yaptığı çalışmaya göre toplam 1413 içkili mekânın 1169’unu Rumlar işletiyordu. Geçmişi 1948 yılına kadar geri giden Asır Restaurant hâlâ Rumlar tarafından işletilen bir elin parmağını geçmeyen meyhanelerden biridir. Niko, ilk açtığında lokantasına Hisar Rum Meyhanesi ismi vermiş. Niko’nun vefatından sonra oğlu Hakkı aile geleneğini sürdürmeye devam ediyor. Yarı bodrum girişi, tuğla görünümlü duvarları, kemer benzeri kirişleriyle eski Galata meyhanelerini andıran ve kendine has bir zaman hissi yaratmayı beceren bir yer. Polis karakoluna komşu olması tek dezavantajı. Lipsos buğulaması, palamut pilakisi, güveçte servis edilen ve bomba diye tâbir edilen zeytinyağlı sıcak fasulyesi meşhur.
Rakı Ansiklopedisi, Overteam Yayınları

Aynalıçeşme Sokak

Bugün Tarlabaşı mahallesinin en işlek iki sokağından biri olan Aynalıçeşme’de hâlen gürültülü ve canlı bir yaşam devam ediyor. Tarlabaşı’nın mahalle esnafının da yoğun yer aldığı sokağa dair Ekşi Sözlük’te şöyle bir madde var:

“İstanbul’da Beyoğlu ilçesine bağlı bir mahallenin adı. Yani bizim oralar… Sınırları, kuzeyde Tarlabaşı Bulvarı, güneyde Kasımpaşa, doğuda eski Tepebaşı Gazinosu (şimdilerde Euro Plaza Otel), batıda Ömer Hayyam yokuşu ile çizili, Pera zamanında Levantenlerin ve Tepebaşı Dram Tiyatrosu’na yakın olması sebebiyle tiyatrocuların meskeni olan sokakların toplu adı. Yokuştaki mermer ama aynasız çeşmenin dışında, şimdi Vatan grubuna dâhil olan, eski adıyla Jeremia Fransız Hastahanesi’ni, bitişik ikizler gibi Alman ve Ermeni kiliselerini, Emincamii’yi, adını hatırlayamadığım sinemayı da barındıran ve geçmişinde çok ünlü isimleri misafir etmiş olan bu mahalleye, biz yetmişlerin en başında taşındık. O yıllardan hatıramda kalan isimler, ressam Mahmut Cûda, Mösyö Todori ve İsmet Ay… Mehmet beyin ufak tefek, kara suratlı oğlu henüz Yusuf ile Kenan macerasına başlamamış, boyu da bu kadar uzamamıştı. İsmet Ay, gözümün önüne hep evinin penceresinde otururken geliyor. Ana caddeye çıkan geniş yolun sağındaydı evi ya da son oturduğu evi. Hani manavın sırasındaki ev. Todori’nin mendil cebindeki rakı kadehini nereden hatırlıyorum acaba, belki de anlatılanlardan. Uzun boyu, gümüş rengi saçlarıyla evimizin önünden geçerken, akşam vakitlerinde, görmüş olamam değil mi? Sanmam. Mahmut beyin arka balkonundaki Haliç manzarasını ve turuncu batan güneşi iyi biliyorum. Papazın sarı saçlı oğlu Matias’ı hayal meyal hatırlıyorum. Daha adını bilemediğim, yüzünü hatırlamadığım, varlığının farkına varmadığım kimler yaşadı, barındı, büyüdü, çoğaldı ve öldü Aynalıçeşme’de. Kimbilir…
Ranini, Ekşi Sözlük

Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü

Tarlaşbaşı’nın meşhur polis merkezi. 90’lı yılların ilk yarısından itibaren “Hortum” lakaplı komiser Süleyman Ulusoy’un yaptığı işkencelerle anılır oldu. Kamera görüntülerde “İstanbul’u ibnelere dar edeceğim” dediği ve travestilere yaptığı işkenceler tespit edilince bir süre görevden uzaklaştırıldı. Ama geri dönüp 1997’ya kadar başta travestiler, Beyoğlu’nun tüm ezilenlerinin korkulu rüyası oldu. Onun gidişinden sonra da karakol birçok kişi için kâbus hâline gelmeye devam etti. Liste çok uzun, birkaç örnek verelim: Cumhuriyet Gazetesi muhabiri Servet Alçınkaya ve Gümüşsuyu Mahallesi Muhtarı Çiğdem burada dövüldü, 2008 yılında 1 Mayıs İşçi Bayramları sırasında yakalanan birçok işçi burada kötü muamele gördü, diş hekimi Mehmet Çavdaroğlu şikâyet için gittiği karakolda 16 polis tarafından meydan dayağına maruz bırakıldı. Hâlen hafızalarımızdan silinmeyen bir olay da 20 Ağustos 2007 yılında Afrika Göçmeni Festus Okey’in burada öldürülmesidir.

Bir Mayıs

2010 1 Mayıs İşçi Bayramı, tarihe 34 kişinin öldürüldüğü “Kanlı Bir Mayıs” diye geçen 1977 bayramından sonra Taksim meydanına büyük kitleler hâlinde girilen en önemli tarihtir. Başta DİSK ve sol örgütler olmak üzere Taksim Meydanı’nda bayram kutlama özgürlüğü 2007 yılından itibaren zorlandı. Tarlabaşı girift sokaklarıyla bayramı kutlamak ve meydana ulaşmak isteyen çalışanlara kucak açtı. Birçok gösterici işçilere hitap eden bolkepçe lokantalarda yemek yedi, artık yavaş yavaş mahalleyi terk eden döküm atölyelerinde soluklandı. İnsanlar, Tarlabaşı Bulvarı’nın refüjlerini aşmak isterken gözaltına alındı. Nihayetinde Tarlabaşı Bulvarı kutlamalarla şenlendi.

Bulvar yıkımları

1986-1988 yılları arasında, dönemin belediye başkanı Bedreddin Dalan’ın önderliğinde bugün Taksim Meydanı’ndan Şişhane’ye kadar uzanan sekiz şeritli Tarlabaşı Bulvarı’nı açmak için 167’si tarihî eser toplam 368 bina kanunsuz bir şekilde yıkıldı. Mahkeme, kanunsuzluğu tespit ettiğinde geride sadece moloz kalmıştı. Yıkımların kâğıt üzerinde üç amacı vardı: 1- Şimdilerde artık fantezi olarak anılan Beşiktaş-Üsküdar (Samatya) arasına yapılacak Üçüncü Köprü’nün bağlantı yollarından birini açmak. 2- Sanayinin Haliç dışına çıkartılmasıyla Haliç civarını yeni bir turizm merkezi yapmak. 3- “Çöküntü alanı “diye tabir edilen Tarlabaşı mahallesini “temizlemek”. Hiçbiri gerçekleşmedi. Bugün Haliç civarındaki kongre turizm merkezleri bomboş dururken, Tarlabaşı’nın yoksul halkı etrafı refüjlerle kaplı bulvar yüzünden tecrit edildi. Aynı zamanda 3 bin senelik kentte tarihî bina sayısının neden 5 bin ile sınırlı olduğuna dair akılda tutulması gereken bir ders olarak gerçekleşen yıkımlar mazideki yerini aldı.

Cenevre Sözleşmesi’ne çekince

Tarlabaşı kâğıtsız göçmenlerin en önemli uğrak yerlerinden ve yaşam alanlarından biri. Türkiye’nin uluslararası sözleşmeye koyduğu çekince onların hayatlarını çok zorlaştırıyor: “Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de, göç bir güvenlik sorunu olarak görüldü ve bunun en büyük mağdurları ulus devletlerin dışladığı mülteciler oldu. Sorunlu bir coğrafî bölgenin ortasında yer alan Türkiye, 1979 İran Devrimi, 1991 Körfez Savaşı, Bosna, Kosova, Afganistan, Irak, Somali ve Sudan’daki çatışmalardan kaçan binlerce sığınmacının geldiği bir adresti. Mültecilerin Statüsüne Dair 1951 Cenevre Anlaşması’nı imzalayan 120’den fazla ülke arasında bulunan Türkiye, bu anlaşmada bulunan ‘coğrafî sınırlama’ maddesine bağlılığı sürdüren son birkaç ülkeden de biri. Bu maddeye bağlılık nedeniyle Türkiye, sadece Avrupa’dan gelen mültecilere sığınma hakkı tanıyor. Avrupa dışından gelen mültecilere ise ‘kalıcı bir çözüm’ bulunana dek sadece geçici sığınma hakkı veriliyor. Tanımlanan kalıcı çözümler ise, gönüllü olarak kendi ülkelerine geri gönderilmeleri, yerel entegrasyon veya üçüncü bir ülkeye yerleştirilme. Öte yandan Türkiye, Avrupa dışından gelen mültecileri hukuken kabul etmese de, fiilen ülkedeki sığınma taleplerinin neredeyse tümü Avrupa dışından gelen kimselere ait.”
http://www.gocmendayanisma.org

Esmeray

Defalarca polis tacizine uğramış Tarlabaşılı Kürt kökenli, feminist, travesti, sanatçı ve solcu. Kendi yaşamından yola çıkarak hazırladığı Cadının Bohçası adlı oyununda Kars’tan İstanbul’a olan yolculuğunda kendini var etme sürecini, Kürt ve trans olmak, feminist hareket, seks işçiliği ve sokak satıcılığı üzerinden anlatıyor. Esmeray, zaman zaman seyircilere laf atarak, midye ikram ederek ve sorular sorarak salonu oyuna dâhil ediyor.
http://www.kaosgl.com/

Ezilenlerin etnik çatışması

Mahallede hâlen çoğunluğu oluşturan ve 1950’li yıllardan beri bölgeye yerleşen Çingeneler özellikle mahalleye 1990’ların başından itibaren zorunlu göçle gelmiş Kürtlere karşı milliyetçi bir tutum sergilediler. 2006 yılından beri bu iki kesim birçok kez çatıştı. 2008 yılındaki bir olaydan sonra Çingenelerin Tarlabaşı’nda Kürtlere karşı pompalı tüfek kullanması üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “Vatandaşlarıma özellikle sabrı tavsiye ederim. Fakat tabiî bu sabır nereye kadar olacak? Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, hayatına kastederseniz, vatandaş kalkıp elinde böyle bir tedbiri, böyle bir imkânı varsa o da kendisini savunma yoluna gidecektir” beyanatında bulunmuştu. Bunları “Roman vatandaşlara” hitaben söylemişti. Ancak Çingeneler yaklaşık iki yıl sonra Manisa’nın Selendi ilçesinde büyük bir etnik saldırıya uğrayacak, çoğu ilçeyi terk etmek zorunda kalacaktı. Mesele Çingeneler, Kürtler değildi, ama devletçe körüklenen hezeyan ve çığ gibi büyüyen sosyal sorunlar bu tür çatışmaları Tarlabaşı’nda olduğu gibi tetikliyordu.

Festus Okey

20 Ağustos 2007′de Tarlabaşı’nda arkadaşlarıyla gözaltına alındıktan sonra Beyoğlu karakolunda öldürülen Nijeryalı göçmen. Göçmenlerle Dayanışma Ağı’nın (GDA) müdahil olduğu mahkeme dört yıldan uzun sürdü. Bu sırada mahkeme Festus Okey’in kimlik bilgilerini beklemek dışında hiç bir şey yapmadı. Katil zanlısı polis görevine üç yıl devam etti. GDA’nın çağrısıyla yaklaşık 120 kişi Festus Okey’in adına davada yer almak istedi (müdahillik başvurusunda bulundu). Festus vurulduktan sonra Alman Hastanesi’ne polisler tarafından götürüldü. En önemli delil olan Festus’un üstündeki tişört burada kayboldu. Soruşturma sadece bir polis memuru ile sınırlı tutuldu. Ne Festus’un ağabeyinin ne de GDA’nın dosyaya müdahilliği kabul edildi. Müdahillik talebinde bulunanlar hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Polis Cengiz Yıldız’ın yargılandığı davada 4 yıl 2 ay hapis cezası çıktı. Cezanın üçte ikisini yatacak Yıldız, 33 ay sonra serbest kalacak. Mahkeme Başkanı bu karara muhalefet şerhi düştü, cezanın para cezasına çevrilmesini ve ertelenmesini istedi. Festus Okey futbol oynamayı çok severdi. Çoğunluğu Tarlabaşı, Kurtuluş ve Aksaray civarında yaşayan göçmenlerin yer aldığı ve her sene Feriköy Stadı’nda düzenlenen Afrika Uluslar Kupası’nda Nijerya adına forma giymişti.

Gentrification ya da “Jantileşme”

Time Out dergisinin Ağustos 2004 sayısında “100 kelimede İstanbul” isimli eğlendirici ama düşündürücü yazısında Aslı Özlem Karakuş’un seçtiği kelimeler arasında garip ama şu ana kadar hiç duyulmamış bir terim yer alıyor: jantileşme. (…) Yazar, Galata’dan Tarlabaşı’na dek uzanan İstanbul’un merkezî semtlerinde son on senede gözlemlenen emlak değerinin artışından bahsediyor. (…) Bunu yaparken Karakuş “soylulaştırma”, “seçkinleştirme”, “nezihleştirme”, “mutenalaştırma”, “kibarlaştırma”, “ehlîleştirme” kavramlarına ek olarak, gentrification kelimesinin uzun Türkçe çeviri listesine yeni bir seçenek katmış oluyor. (…) Bilindiği gibi bu kavram aslında bir nevi şaka şeklinde 19. yüzyılın sonunda İngiliz kırsal aristokrasisinin “taşrayı sahiplenmesi” hareketine atıfta bulunularak Ruth Glass tarafından kullanılmıştır. Daha sonra, 1960’larda Londra’nın merkezî işçi semtlerinin orta sınıflar tarafından işgal edilme sürecini tarif etmek amacıyla kullanılmaya başlamıştır. Bu anlamda urban gentrification dar gelirlilerin değeri gittikçe yükselen tarihî mekânlardan kovulması ve dışlanması olarak tanımlanmıştır.”

David Behar ve Tolga İslam tarafından derlenmiş İstanbul’da ‘Soylulaştırma adlı kitabın Jean-François Pérouse ve David Behar tarafından kaleme alınan girişinden.

Geri Dönüşüm İşçiler Derneği

Kendilerini bir “işçi örgütü” olarak tanımlayan dernek ilk önce Ankara’da kuruldu, daha sonra İstanbul ve Antalya gibi başka kentlerde de örgütlendi. Derneğin örgütleyicilerinden Ali Mendillioğlu çalışmalarını Tarlabaşı merkezli yürütmektedir. Derneğin sözcüsü niteliğindeki Katık Dergisi’nin 8. sayısında derneğin amaçlarına dair şunlar belirtildi: “(…) bir bütün olarak geri dönüşüm sektöründe çalışanları örgütlemeyi, sorunlarına çözüm üretmeyi, ekonomik, demokratik ve sosyal haklarını geliştirmeyi hedefler.” Tarlabaşı’nda toplama merkezlerini kullanan dernek üyelerinin genel sorunlarını Antalya sözcüsü Şevket Temel şöyle dile getiriyor: “Yeni katı atık yönetmeliğinde bir madde ile yer almak istiyoruz. El konulan araçlarımız geri verilmeli ve hukuk dışı uygulamalara son verilmeli. Çevre Bakanlığı’nın çevre bilinci eğitimlerinde bizim de geri dönüşüm sürecinin bir parçası olduğumuz vurgulanmalı. Tarlabaşı’nda yaşayan geri dönüşüm işçilerinin belki de nevi şahsına münhasır özellikleri sadece ülke içinden değil, diğer coğrafyalardan çalışanları da bünyelerinde barındırmaları.”

Göçmenler, yabancılar, Afrikalılar

“Medyadaki ve siyasal alandaki ortak güncel söylem, Tarlabaşı’nı Afrika Kıtası’ndan gelen yabancılarla bir tutma eğiliminde. Bu bir tutma eğilimi, son derece geniş kapsamlı “Afrikalılar” teriminin kullanılmasına yol açan tektipleştirme ve eritme hâlinin ötesinde, bölge üzerinden gerçekleşen geçişin tarihini unutturur nitelikte. Zira 1980’lerde öncelikli olarak İranlılardan, 1990’larda ise Iraklılardan bahsediliyordu. (…) Siyah Afrikalılar en fazla bahsedilen, en fazla parmakla gösterilen, en fazla damgalananlar. Bu heterojen topluluk, coğrafî (Doğu Afrika, Batı Afrika), sosyal, kültürel (eğitim seviyesi), dilsel (İngilizce konuşanlar / Fransızca konuşanlar), dinsel (Hıristiyanlar/Müslümanlar) ve ideolojik çeşitlilikler içeriyor. Öğrenim, iş ve bavul ticareti amacıyla gelen, bu hayli değişken kesim, kendi içinde milliyetlere dayalı bir farklılaşma arz ediyor. Nijeryalılar, Kongolular, Zaireliler, Somalililer, Ganalılar, Sudanlılar, Libyalılar, Eritreliler, Ruandalılar, Etiyopyalılar, Senegalliler ve Fildişi Sahilliler, en kalabalık gruplar. Diğer yandan, bu grupların her birinin hikâyesi birbirinden farklı.
Jean-Francçois Pérouse, İstanbul’la Yüzleşme Denemeleri, İletişim Yayınları

Karakurum Sokak’taki Süryani Kilisesi

Anlatıldığına göre İstanbul’a yerleşen Süryaniler, ibadetlerini yapabilmek ve yanlarına gelen ruhanîleri barındırabilmek amacıyla Tarlabaşı semtinde ahşaptan yapılmış oldukça küçük bir ev satın aldılar. 1844’te Patrik Morgan Mor İğnatios II., Yakup cemaatini ziyaret etme amacıyla İstanbul’a geldiğinde, önceden alınan bu evi kiliseye çevirmeyi düşünmüş (…) Ahşaptan yapılan bu kilise, 1870’te Beyoğlu’nda çıkan büyük yangında kül olmuş, ancak 1880’de yeniden inşa edilmiş, ancak bu sefer kâgirden yapılmış.

İstanbul’da yaşayan Süryani Ortodoks nüfusu artınca, mevcut kilise yetersiz kalmış. Böyle olunca da kilisenin bitişiğindeki binalar satın alınarak büyütülmesine karar verilmiş. (…) 1961’de Mardin’den yapı taşlarıyla, taş yontmacılığı ve oymacılığında hünerli ustalar Sait Mimarbaşı, İskender Aktaş ve Lole Ertaş getirildi. (…) Güneydoğu Anadolu’dan özellikle Mardin yöresinden gelenlerin ortasında başlayan düşük ölçekli savaşın da etkisiyle, ikinci göç dalgasına kapılan Süryaniler, bu bölgede daha da çoğalmıştır (…) Bina üç yıl hummalı bir çalışma sonucunda 28 Mayıs 2006 pazar günü yapılan dinî bir törenle tekrar açılmıştır.
Hail İbrahim Özcan, Renklere Son Veda – Tarlabaşı, Heyamola Yayınları

Kentsel Dönüşüm Projeleri

Neoliberalleşme ve kentsel dönüşüm arasındaki ilişki 1980’lerden itibaren kayda değer bir ilgi görmeye başladı. Genişlemekte olan bu literatür, sanayi-sonrası ekonomilerde sermayenin güdümü altında oluşan yeni kentsel eşitsizlik biçimlerini açıkça gözler önüne seriyor. Kâr üretme potansiyeli olan mekânları (eski sanayi bölgeleri, kıyı şeritleri, yıpranmış kent içi alanları) yatırıma açan kentsel dönüşüm projeleri, bu ekonomide önemli bir işlevi yerine getirirken bir yandan da farklı gruplar için son derece eşitsizlik yaratıcı sonuçları tetikliyorlar: Yatırımcılar ve yerel hükümetler için kısa zamanda kârlı geri dönüşler üretirlerken, dezavantajlı gruplar için eşzamanlı olarak yerinden edilme ve mülksüzleşme dinamiklerini harekete geçiriyorlar. Gelişmekte olan ülkelerde popülist piyasa dinamikleri yoluyla düzenlenen kent mekânı radikal neoliberal reformlar yoluyla yeniden tanımlanırken, kentsel mekânın büyük kısmını hukukî ve sosyo-ekonomik anlamda savunmasız nüfusların mesken edindiği bu ülkelerde, bu süreçlerin daha da dramatik sonuçları var.
Tuna Kuyucu ve Özlem Ünsal, “Neoliberal Kent Rejimiyle Mücadele: Başıbüyük ve Tarlabaşı’nda Kentsel Dönüşüm ve Direniş”, İstanbul Nereye, (der.) Deniz Göktürk, Levent Soysal, İpek Türeli, Metis Yayınları

Kongolu X’in potresi

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne 200 sonunda başvuruda bulundu. 2004 yılında ret yanıtı aldı. Yaşadığı yerin yakınında yasadışı olarak çalışıyor ve oturma izni almayı henüz başaramadı. Patronu ona yardım edecekmiş gibi görünmüyor. Sahte evlilik yapmak istemiyor ve bunun sebebini Hıristiyan olmasıyla açıklıyor. Yılgın bir hâlde, ülkesine dönmenin yollarını arıyor… Kendisini çıkmazda hissediyor.
Jean-François Pérouse, İstanbul’la Yüzleşme Denemeleri, İletişim Yayınları

Mülk Sahibi ve Kiracılık

Slum-varî özelliklerine rağmen Tarlabaşı’nda baskın olan mülkiyet yapısı de jure sahiplik. 1964’te ülkeyi terke zorlanan gayri Müslimlerin sahip olduğu konutlar, yeni bir mülk sahibi sınıfına devlet eliyle aktarıldı. Kırsal alandan göçle gelenler, binaları ya kayyumdan satın aldılar ya da yasadışı yollarla binalara el koydular. Bu süreç sonunda çoğunluğu göçmen olan bu gruplar yasal sahipler hâline geldiler ve genel olarak süreçten kazançlı çıktılar. Bu mülk transferi sürecini takiben, bölgede yeni ev sahiplerinin fazla konutlarını resmî veya kayıtdışı yollarla kiraladığı kazançlı bir rant piyasası oluştu. Proje alanında yapılan bir araştırmaya göre Tarlabaşı sakinlerinin yüzde 75’i kiracı, yüzde 20’si ev sahibi ve kalan yüzde 5 de işgalci.
Tuna Kuyucu ve Özlem Ünsal, “Neoliberal Kent Rejimiyle Mücadele: Başıbüyük ve Tarlabaşı’nda Kentsel Dönüşüm ve Direniş”, İstanbul Nereye, (der.) Deniz Göktürk, Levent Soysal, İpek Türeli, Metis Yayınları

Müslüman olmayanların dışlanışı

(…) azınlıkların burayı tamamen terk etmesi 1955’in 6-7 Eylül’ünde meydana gelen olaylardan sonradır. Azınlıklar, özellikle Rumlar bu olaydan sonra yavaş yavaş ülkeyi terk etmeye başlamışlar, bazı gayrimenkullerini satmışlardır. Ancak 1964’ten sonra ülkeyi terk edenler oldukça hızlı hareket etmek zorunda kalmışlar, gayrimenkullerinin çoğunu satamamışlar, satsalar dahi tapudaki satış değeri üzerinden tahsil edilen paranın tümünün Merkez Bankası’na ve kişinin kendi adına açılmış bir bloke hesaba yatması gerektiğinden bundan da yararlanamamışlardır. Birçoğu kalan gayrimenkullerin satılabilmesi veya kısmen kiraya verilebilmesi için bazı Rum avukatlara vekâlet vererek bu işi çözmeye çalışmışlar.”
Behzat Üstdiken, “Tarlabaşı” maddesi, Tarih Vakfı Yayınları – İstanbul Ansiklopedisi

Nostalji heveskârlığı

Beyoğlu deyince, ister bizzat yaşamış olsun, ister kulaktan dolma aktarsın, birçoklarının dilinden eskiden bu semtin “çok nezih olduğuna”, “herkesin en şık kıyafetleriyle burada gezintiye çıktığına” dair söylence eksik olmaz. Bunda ilçenin Osmanlı döneminde kapital merkezi ve konsolosluk bölgesi olmasının yanında, 1940’lara kadar çoğunluğu oluşturan gayri Müslimlerinin hepsinin zengin olduğuna dair yanlış kanının da büyük payı vardır. Oysa yine 1940’lara kadar büyük çoğunluğu Rum olan Tarlabaşı’nın, özellikle Dolapdere tarafı ekmek fırınları, küçük şarap atölyeleri, pansiyonları, ayakkabı tamircileri ile tipik bir “orta direk” mahallesidir. Beyoğlu ile ilgili yanlış kanı özellikle de Ahmet Rasim okuyunca göze çarpar. Rasim, 19. yüzyılın sonunda Galata’nın müzikli-danslı meyhanelerinde (balozlarında), Galatasaray’ın ruhsatsız birahanelerinde, Tarlabaşı’na doğru koltuk meyhanelerinde hovardalık yapar. Rasim “Avrupa” adlı içkili, operetli mekânın bir odasını şöyle anlatır: “Bittabiî ben buraya girmezdim. Çünkü burada Galata’da ün kazanmış kabadayılar, hacamatçılar (yankesiciler), polisler, biraz evvel söylediğim hafiyeler, şuradan buradan getirilmiş karılar, paralı, enayi tutkunlar bulunurdu. Hıncahınç dolar, yer bulunmazdı.” (Ahmet Rasim, Fuhş-i Atik – Dünkü İstanbul’da Hovardalık) Şu günlerde, o hiç var olmamış eski Beyoğlu’nu özleyenler, bugünü yıkmak heveslerine nostaljiyi epey âlet ediyor.

Perukçular

Tarlabaşı Bulvarı’nın Talimhane’ye yakın kısmında, cadde üstünde perukçular yer alır. İnatla “çöküntü alanı” olarak adlandırılmaya çalışılan mahallenin en önemli esnaf gruplarından biri de onlardır. Buradan, parası kıvamınca mahallede ikamet eden travestilerden, mahalle dışından gelen insanlara kadar büyük bir kitle “sahte saç” temin eder. Ölüm ve Vicdan üçlemesinin son filmi olarak Saç’ı çeken ve Altın Lale’de en iyi film ödülü kazanan yönetmen Tayfun Pirselimoğlu filmdeki perukçu imgesiyle ilgili şunları söylüyor:

“İlk başta, saç ile alâkalı bir hikâye yazmak vardı aklımda. Saçın şöyle tuhaf bir özelliği var: Birine ait kişisel bir şeyi alıp başkasına takıyorsunuz. Hiç tanımadığınız birine geçiyor; bu seyahat çok enteresan. İkincisi saçın kendisi tuhaf bir konu bizim toplumumuzda ve Doğu toplumlarında. Bir yanıyla çok pornografik, bir yanıyla kutsiyet atfediliyor. İncecik bir saç teline bu kadar önem atfedilmesi etkiliyor insanı. Bu meseleyle ilgili bir hikâye yazmak, film çekmek vardı kafamda, ama saç fikrinden sonra asıl başladığı nokta perukçulardı. Tarlabaşı’nda, İstanbul’un çeşitli yerlerinde lokalize olmuş birçok perukçu var. Filmi çektiğim yerde peruk satan adam gerçekten de orada yaşıyor. Ben de kafamda öyle kurgulamıştım, ama peruk sattığı yerde yaşayan adamı gördüğümde çok etkilendim. (…) Bu sefer şehrin göbeğindeki yalnızlığı, iletişimsizliği, hayatla ilişkiyi anlatmak istedim. Hayatla ilişki kurma biçiminin yoksullar için şehrin her tarafında aynı olduğuna işaret ediyor. Genel bir toplumsal sıkıntının merkezden çevreye doğru aynı şekilde tezahür ettiğini göstermek istedim.”
http://www.hayalperdesi.net/

Sait Faik sevgilisi Aleksandra’nın mahallesinde

Yıl 1942-1943 (…) Artık ne kadar zaman geçmişse biri kırkında diğeri yirmi üçünde iki hovardamız (Sait Faik ve Sabahattin Kudret Aksal) masalarından ok gibi fırlarlar. Kızlar gelmiştir. Uzun boylu iri kemiklisi Katina, daha ince yapılı ve işveli görüneni Aleksandra’dır. İlk tanışmanın soğukluğu geçip de taraflar birbirlerine biraz ısınınca, kızların böyle oturup gevezelik etmekten hoşlanmadıkları anlaşılır. Nektar’ın üçüncü katında müzik ve dans vardır, yukarı çıkıp dans ederler. (…) Şuraya gidelim, buraya gidelim dedikçe kızları sonunda Moulin Rouge’a girmeye razı eder Sait. Muammer’le Tevhit orada operet oynamaktadırlar, ama asıl maksat, operet seyretmek değil, ışıklar sönünce kızları biraz sıkıştırmaktır. El ele tutuşarak, yarı karanlıkta bakışarak bir iki saati de orada geçirirler. Ve nazik kavalyeler olarak kızları oturdukları mahalleye kadar eşlik ederler, Tarlabaşı’nın aşağılarında karanlık, dar, yoksul sokaklarından birine götürüp sevgililerini bırakırlar.

Derken Aleksandra da, onun yaşadığı yoksullar mahallesi de, Sait’in gerçekle düşü iç içe karmaşık hâle getiren doğasının bir parçası olup çıkar. Hikâyelerinde Aleksandra’ya olan aşkını yazmaya doyamaz: “Sevgilimin havasını koklamak için mahallesinden ayrılamıyordum. Gezer dururdum. İnsanlar beni görür, gülerlerdi. Bütün dünya tutkunluğumu öğrenmişti. Gülünç olmuştum millete. Sevgilimin mahallesini, arkadaşlarını onun kadar severdim. Bu hava içinde yaşasam, sevgilimle konuşsam yine ümit içinde yüzerdim. Sanki herkeste ondan bir şey vardı.'”
Refik Durbaş, Rakı ile Edebiyat Muhabbeti, Heyamola Yayınları

Tekelci rant

David Harvey “Her toplum hayatta kalmak için üretim fazlası meydana çıkartır” diyor. Mesela İnkaların olası kuraklık ve kıran zamanları için patates depolaması gibi. Kapitalist toplumlarda belli bir zümre bu üretim fazlasını ve onun nimetlerini ele geçirir. Bu da çoğu zaman cebren el koymayla/mülksüzleştirmeyle gerçekleşir. Mağdurlar kimi zaman topraklarına el konan köylüler olur. Böylece kente göç etmek ve sanayide çalışmak zorunda kalırlar. Kimi zaman emeklerine el konan, çalışanlardır. Kâr oranları onlara yansıtılmaz. Kimi zaman müşterek varlıklar olan doğal kaynaklar, su, maden, patentlenen tohumlar ele geçirilir. Kapitalist eğilimler bir yandan üretim fazlasını ele geçirir, bir yandan da böylece elde ettiği kârı (iktisadî tâbiriyle “artık değeri”) yeni rant alanları yaratmak için kullanır. Bu yeni alanlar, kimi zaman coğrafyaya bağımlı değildir. Kaynakların, emek gücünün ucuzluğuna (vs.) göre bir araba fabrikası Çin’de de olabilir, başka bir ülkede de. Ancak bazen coğrafya kaçınılmaz bir öneme sahiptir. Coğrafya önemliyse, David Harvey bu durumu “tekelci rant” diye adlandırıyor. Bu türden ranta en güzel örneği turistik rantı arttırmak için metalaştırılan kültürel varlıklar teşkil ediyor. Bir kentin gündelik hayatında kullanılan âlet ve objelerin bir müzeye tıkılması ve girişin paralı hâle getirilmesi önemli bir örnek. Tıpkı Ayasofya “müzesi” gibi binalar da. Ancak organik bir şekilde oluşmuş kent kültürünün kendisi de “tekelci rant” için cazip hâle gelir. Kent merkezi ele geçirilir. Tarlabaşı’nın hızla yıkılarak, büyük bir şirket eliyle beş yıldızlı otellere ve rezidanslara çevrilmesi kent kültüründen nemalanmaya çalışan “tekelci rant”ın İstanbul’da hayata geçirmeye çalıştığı projelerden sadece biri. Ancak “tekelci rant”ın peşinde koşanlar toplumsal bir kültür yaratmaktan aciz oldukları için zamanla kamusal yaratıcılık ortadan kalkar. Bir holding bir meşhur lokantayı yutar (Demirören’in Ağa Lokantası’nı yok etmesi gibi), bir diğeri köklü bir pastaneyi ortadan kaldırmak ister (Emek Sineması’nı yıkmak isteyen Kamer İnşaat’ın İnci Patanesi’ne bulaşması gibi), kebapçılar, türkü barlar ve tüm yerel unsurlar yerlerini zincir mağazalar ve tüm “küresel kentlerde” rastlayabileceğiniz birörnek lüks mekânlara bırakır. Eski açık kent, sıradan bir AVM’ye dönüşür.

Turizm

Dünyada 1950’li yıllardan itibaren servis sektörünün yükselen yıldızı olarak pazarlanan endüstri. Esnek çalışma şartlarına, eksik istihdama ve ucuz işgücüne yol açması, şehir kültürünü seyirlik hâle getirmesi en bilinen özellikleri. Seyahat etmek ya da çeşitli coğrafyalarda yaşamak ile karıştırılmamalı. 2010 senesinde Beyoğlu ve civarına gelen yaklaşık 1 milyon 20 bin turistin konaklama süresi ortalama 2,2 gün. Tüm İstanbul genelinde ise 2,4 gün.

Tarlabaşı’nda Bulvar yıkımları gerçekleşmeden önce 14 bin kişilik yeni bir turistik yatak kapasitesi yaratma düşüncesi dönemin Turizm ve Kültür Bakanlığı’nca dile getirilmişti. Yıkımlarla beraber proje gerçekleşmedi. Daha sonra Beyoğlu’nun turizm merkezi ilan edilen Talimhane’de 2008 itibarıyla çoğu 4-5 yıldızlı 5917 yatak bulunuyordu. 2011 yılında çıkan “1/1000 ölçekli Beyoğlu İlçesi, Kentsel Sit Alanı Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı”na göre ise hem Talimhane’de 12 kata kadar yeni oteller yapılacak hem de Tarlabaşı’nın göbeğine yapılan Çalık Holding’in oteliyle Talimhane arasındaki binalar otele dönüştürülecek. Oysa 2010 itibarıyla Talimhane otellerinin doluluk oranı yüzde 39. Öyle gözüküyor ki “Koruma Amaçlı Plana” göre Beyoğlu’ndaki her beş binadan biri otel olarak tahayyül ediliyor. Beyoğlu “tematik bir turizm parkı” olarak hayal ediliyor. Detaylar için planın web sitesini verelim.
http://www.beyoglu.bel.tr/beyoglu_belediyesi/haber_default.aspx?SectionId=143&ContentId=21698

Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun

Kanun numarasıyla 5366… 2005 yılında kabul edildi. Kâğıt üzerindeki amacı “koruma alanları içinde kalan ‘yıpranan ve özelliğini kaybetmeye yüz tutmuş’ mahallelere dönüşüm projeleri uygulanması”ydı. Kanun aynı zamanda tüm yetkileri ilçe belediyelerine veriyordu. Tıpkı birçok başka şehirde olduğu gibi İstanbul’da da yoksulların sığındığı merkez mahallelerin yapı stoğunun eskidiği aşikârdır. Yasa yüzeyde bunun üstesinden gelmeye çalışıyor. Oysa bu mahallelerdeki mülk sahiplerinin restorasyon yapma hakkı senelerce sürüncemede bırakıldı. Yasa binaların “uygun şekilde restorasyonu” ya da “yıkılıp tekrar yapılması”nı olanaklı kılıyor. Ancak hemen her zaman ikinci şık gerçekleşiyor. Yani binalar yıkılarak, yerlerine sadece yüzeylerinde, mizansen şeklinde, eskiyi hatırlatan betonarme binalar dikiliyor.

Eğer mahalledeki mülk sahipleri karşı çıkarsa, yasaya göre “acil kamulaştırma” yetkisi her zaman aba altından gösteriliyor, Sulukule’de olduğu gibi kullanılıyor. Tarlabaşı’nda da devreye giren 5366 no.lu yasa, Bakanlar Kurulu vasıtasıyla bir bölgeyi “Yenileme Alanı” ilan ediyor. Pratikte böylece tarihi koruma külfetinden de kurtulunuyor. Bu sürecin Tarlabaşı’ndaki sonucu, broşüründe 12 katlı çirkin bir otel gözüken “yenileme alanının” Çalık Holding’e bağlı Gap İnşaat’a devredilmesi olarak karşımıza çıktı. Hattâ süreçte “kamulaştırma” faaliyetlerini özel bir inşaat şirketinin yapmaya çalıştığı nadide bir örnekle de yüzleştik. Yenileme alanına latif örnekler için aşağıdaki yazıya bakılabilir.
http://www.planlama.org/index.php?option=com_content&task=view&id=2645&Itemid=52

Zorunlu göç, gönülsüz göç

Tarlabaşı’nın en kırılgan nüfusundan birini de 80’lerin sonundan itibaren yerlerinden edilen ve “gönülsüz göçe” maruz kalan Kürtler oluşturuyor. Çalık Holding tarafından gerçekleştirilecek yıkımlarla Kürtlerin mahalledeki yaşam alanları epey daraldı. Tarlabaşı üzerine çalışan Özlem Ünsal, ikinci kez yerinden edilen Kürtlerin bazılarının Zeytinburnu ve civarına yerleştiğini aktarsa da bu konuda kapsamlı bir araştırma mevcut değil. Bediz Yılmaz göç sürecini şöyle anlatıyor:

“Söz konusu kesim, çoğunlukla 90’ların ikinci yarısında olmak üzere son yirmi yıllık dönem içerisinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki yerleşim yerlerinden Batı’daki metropollere göç etmiş olan Kürtlerdir. Bu göçün en önemli özelliği, 1950’lerden bu yana her dönem boyunca, azalan ya da artan ivmelerle de olsa, Türkiye’nin birincil göç tipi olan gönüllü göçten farklı bir nitelik arz etmesi, yani gönülsüz göç olmasıdır. Bu göç çoğu zaman zorunlu göç olarak isimlendirilmektedir; oysa kanaatimizce, zorunlu göç olarak nitelendirilebilecek olan, büyük bir göç hareketi içinde ancak küçük bir kısımdır. 1990’lar boyunca köy boşaltma uygulamaları sırasında köylerini terk etmeye zorlanan kişiler için zorunlu göç uygun bir tâbir iken, başta ekonomik zorluklar olmak üzere, çatışma ortamıyla bağlantılı olarak çeşitli sebeplerle köylerinden ayrılan kişiler için gönülsüz göç tâbirinin daha uygun ve uluslararası literatürde bu olguya verilen ÜYEK (Ülke içinde Yerinden Edilmiş Kişiler – Internally Displaced Persons) ismine daha yakın olduğunu düşünüyoruz. Gönülsüz göç, zorunlu göçü de kapsadığı gibi, PKK baskısı, OHAL uygulamaları, korucuların olumsuz davranışları, yayla yasağı, yiyecek ambargosu, ölüm tehlikesi, ekonomik faaliyetlerin durması, eğitim ve sağlık imkânlarının daralması gibi çok farklı nedenlere bağlı olarak gerçekleşen göç hareketlerini tek bir kategoride ele almaya olanak verir.” (Bediz Yılmaz, “Türkiye’de Sınıf-altı: Nöbetleşe Yoksulluktan Müebbet Yoksulluğa”, Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı 113)

Hacettepe Üniversitesi’nin gerçekleştirdiği Kürt zorunlu göçü ile ilgili en yeni ve en kapsamlı araştırma olan TGYONA’a göre (Türkiye Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması) rakam 800 bin ile 1 milyon arasında. Devletin yaptırdığı bu resmî araştırmanın yanısıra bazı başka bağımsız araştırmalar rakamı 3-4 milyona kadar çıkartıyor.

*Bant Mag 4. sayısını www.bantmag.com/dergi/04 adresinden okuyabilirsiniz.

Etiketler

Bir yanıt yazın