Ayasofya Önce Müze Olsun

Ayasofya'nın ne olacağı ile ilgili tartışmada artık, tarihsel bagajla da yüzleşilmeli.

Ayasofya’nın tekrar cami olması için verilen bir dilekçeyi TBMM’nin kabul etmesi üzerine bir tartışma yaşanıyor. Bazı arkadaşlarımız bunun sinsi bir plan olduğunu ve AK Parti’nin bunu doğrudan kendisinin yapmayarak, bu girişimi başlattığını iddia ediyorlar. Bu tür girişimlerin örnekleri çok. Karşı tarafta da benzer önyargılar var.

Örnekleri görmek için çok uzağa gitmeye gerek yok. Perşembe Pazarı’nda Arap Camii’nin restorasyonu sırasında ortaya çıkan freskler açıkça söylenmese de “yarın öbür gün burasını da müze yapmaya kalkarlar” diye düşünen (sivil toplumun talepleri üzerine) yöneticiler tarafından örtüldü. Caminin üzerinde tarihiyle ilgili hiçbir bilgi yer almıyor. Aynı şekilde dünyada ilk merkezi kubbeli yapı örneklerinden biri olan Küçük Ayasofya Camii (Sergios ve Bakhos Kilisesi) İtalya’dan gelen karşılıksız destek teklifine rağmen apar topar yapılan bir inşaat işine sahne oldu (bakınız Radikal İki’de Aykut Köksal ve Uğur Tanyeli’nin yazısı).

Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesi talebi de benzer bir siyasal damar üstüne oturuyor. 1934’te Ayasofya’nın Atatürk’ün önerisiyle müzeye dönüştürülmesi İslami hareketin önemli siyasal argümanlarından biri oldu. Bu talep yakın tarihlerde de İstanbul’da gerçekleştirilmekte olan “ihya” çalışmalarına da gerekçe oluşturuyor. Taksim Camii, Çamlıca Camii, Fetih kutlamaları, Fetih Müzesi gibi konular bu siyasal hareket içinde önemli bir temsil kabiliyetine sahip. Bu girişimler bir taraftan kamusal alana sahip olma mücadelesinin simgeleri olarak işlev görürken, diğer taraftan da demokratik ve katılıma açık bir yönetim anlayışının karşısında bir engel oluşturuyor. Kamusal işleyişi yaratıcı, sorgulayıcı enerjiden mahrum bırakıyor. Bu kapalı işleyişten bir takım seçkinler faydalanırken, şehir halkı zarar görüyor.

Bu nedenle bu tartışmanın bugüne taşıdığı bagajla hesaplaşmanın artık zamanıdır diye düşünüyorum. Çünkü böyle sürdüğü sürece bu çatışmacı kamusallık biçimi devam edecek ve diğer konularda da olduğu gibi bir türlü anlaşamayacağız.

Benzerlik kurmak abes ama İstanbul’da Rum topluluğu kalsaydı ve eğer onlar da Ayasofya’nın tekrar kilise olmasını isteselerdi bu korkular ve önyargılar içinde gelişen siyasal ortamda neler olurdu? Böyle bir ihtimali düşünmek bile ürkütücü. Günümüzde İstanbul’da Rum topluluğunun kalmaması bu soruya nasıl bir cevap verildiğini gösteriyor. Bu talep karşısında büyük olasılıkla şiddet görürlerdi, belki de 6-7 Eylül olaylarındakinden daha beter olurlardı, linç edilirlerdi. Ama bugün cami yapılması talebinin dile getirilmesi, bunun karşısındaki tutumlar da çok farklı değil. Demokratik bir işleyiş içinde bu konuları ele alamıyoruz.

Bunları söyleyince “sen de mi cami olmasını istiyorsun, vay hain” diyenler olacağını hisseder gibiyim. Ama gene de korkmadan Ayasofya’nın tekrar cami yapılması talebinin daha soğukkanlı bir biçimde (ve karşı tarafı da dinleyerek) konuşabilmemizin siyasal bir iyileşme (rehabilitasyon) fırsatı yaratabileceği ortada.

Belki de önce müze kavramını ele almakta fayda olabilir: 20. yüzyılın başında resmî müzeler ulus devlet kimliğini inşa etmek için kullanıldı. Ancak Ayasofya’nın müzeye dönüştürülme kararının belki de Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle bir amaca hizmet etmeyen, kültürel mirası yeniden işlevlendirmekle ilgili ideolojik olmayan bir uygulama olduğunu söyleyebilirim.

Günümüzde müzeler, eski müzelerin yaklaşımını ters yüz etmekle uğraşıyor. Her türlü anlamlandırma biçimine, öznel yaklaşıma açık hale geliyor. Bu açıdan bakıldığında isteyen Ayasofya’yı cami olarak görür, isteyen kilise olarak, isteyen müze olarak… Ayasofya geçmişten bugüne taşıdığı bu muazzam tarih yüküyle birlikte, böylesine bir gelişme için çok önemli bir örnek.

Biliyoruz ki bu korkuların, önyargıların üstünü örttüğü başka bir gerçek var:

Bugün Ayasofya Müzesi (ve ona bağlı dokuz müze) iyi yönetilemiyor. Bunda bu ideolojik bagajın da etkisi büyük. Çünkü iktidarlar Ayasofya’yı kendi amaçları için bir ideolojik nesne olarak gördükleri için düşünce ve araştırma alanını kapatıyorlar. Bu nedenle iktidarlar buraya hep kendilerine yakın, angaje kişileri atıyorlar ve onlar da bu önemli kültür mirasının enerjisini felç etmek için çalışıyorlar. Bu asıl amaç Ayasofya’yı hiçbir algılama, anlamlandırma biçimini dışlamayan güncel bir müze haline getirmek olmalı. Bağımsız bir araştırma kuruluşu gibi, kendi bağımsız bütçesi olan, yönetimi ve danışma kurullları olan, deneyim üreten, restorasyon, sergileme, iletişim gibi konuları bilimsel açıklık içinde gerçekleştirebilen bir müze olmalı, Ayasofya. O zaman İstanbul gerçekten bir dünya kenti olma imkânına kavuşur. Sonra da sıra kötü yönetilen bir diğer örnek olan Topkapı Sarayı’na ve diğerlerine gelir.

Çiçeği burnundaki Kültür Bakanı bakalım bu zor kamu yöneticiliği görevini yapabilecek mi?

Yoksa kolay yolu mu seçecek?

Etiketler

Bir yanıt yazın