アニメの中での建築 : ディストピア*

(*) Animede Mimari: Distopya

Bu seriye başlama sebebimiz popüler kültürdeki yeri yadsınamayan, sinema gibi bir sanat dalı olarak ele alabileceğimiz animasyonların mimarisi ve mimariyi kullanış biçimlerini incelemek aslında. Bu yazılardan ilki Naruto, Dragon Ball ve Fullmetal Alchemist gibi popüler serileri işliyordu.

Leland M. Roth Mimarlığın Öyküsü kitabında “Mimarlık sözel olmayan bir iletişim biçimidir; onu üreten kültürün sessiz bir kaydıdır” der. Her ne kadar animasyon içinde kalsa da, mimari dilin, tasarlanan dünya ve kültürüne dair bilgi verdiği ve bu açıdan önemli bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Bu serilerde farklı stil ve bina tiplerinden tutun da, anıtsal ya da tarihte yer etmiş binalara kadar pek çok mimari eleman ve yapı görülmekte. Tek tip mekanlarda geçmek yerine alt metinlerle bağlantılı olarak hikayelerin derinleşmesi esnasında mimarinin de bir yöntem olarak kullanıldığını söyleyebiliriz. Bazıları tanıdık ya da çok farklı gelen şehir arka planlarıyla izleyicinin de dikkatinin çekildiği reddedilemez bir gerçek.

Bu yazıda Ghost In The Shell, Psycho – Pass ve Evangelion serilerini ele alıyoruz. Seriler fütüristik şehirlerde geçmekte ve distopik bir dünyayı sergilemektedir.

Ghost In The Shell (1995)

Masamune Shirō’nun mangasını yazdığı, Oshii Mamoru’nun yönetmenliğini yaptığı, 1995 yapımı Ghost In The Shell (Makinedeki/Kabuktaki Hayalet) siberpunk bir distopya hikayesidir. Devam filmleri ve alternatif seri versiyonu ile bu tarzın takipçileri için çok önemli bir yere sahip.

Siberpunk hikayelerde olduğu gibi bu hikayede de şehrin yüksek teknoloji ve düşük yaşam kalitesine sahip olduğu görülmektedir. Filmdeki şehir görüntülerinde -üst sınıfın, hükümet ve teknolojik birimlerin bulunduğu- gökdelenlerin sağladığı büyük ölçekteki modern şehir görüntüsünden insan ölçeğine indikçe karşımıza -gelir seviyesi düşük kesimin yaşadığı- düşük yaşam standardına sahip “gerçek” şehir çıkar. Filmde pek çok kez bu iki şehir görüntüsünün zıtlığını öne çıkarır yönetmen Oshii Mamoru. Alt kesimin şehri, eski ve çoğunluğu bakımsız olan apartmanlardan, bozuk yollardan ve kanallardan oluşmaktadır. Üst kesimin şehrinde ise farklı kotlarda birbiri üstünde ilerleyen otobanlar, içleri lüksle donanmış son teknoloji gökdelenler bulunmaktadır. Yönetmenin bu iki şehir arasındaki zıtlığı, film boyunca nasıl yansıttığını görünce yönetmenliğin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha farkediyor insan.

Animede Mimari – Distopya – 1 from mrvcy on Vimeo.

Hikaye siborg beyinlerini “hack” edebilen Kuklacı isimli kötü (?) karakteri yakalamak üzerine geçer. Ana karakter olan Kusanagi Motoko ise Kuklacı’yı yakalamaya çalışan, gizli bir hükümet birimi olan 9. Şube’nin en başarılı siborg suikastçisidir.

Felsefik olarak film boyunca gördüğümüz farklı ve derin alt metinler hikayenin belki de en can alıcı kısımlarını oluşturur. Hikaye ilerledikçe insan ve birey gibi kavramların sorgulandığını görürüz. İnsan olmak ile birey olmak… Kusanagi ve Batou’nun teknede yaptıkları bir konuşma vardır ki, o an filmi durdurup Kusanagi’nin sorularına benim gibi sizde kendi içinizde cevap arayabilirsiniz. Bu kimlik sorgulamaları esnasında modern şehrin ve bireyin, yalnızlık, yabancılaşma ve ötekileşme kavramlarını görsel bir şölen halinde sunar film. Bu kimlik tartışmasında dini alt metinlerden de faydalanır. İncil’in Korintliler kısmından Shintoizm’in Güneş Tanrısı Amaterasu’ya, oradan da Budizm’in Nirvası’na iç içe geçmiş bağlantılar mevcuttur. Hikayenin doruk noktası ise 19. yüzyıl Londra’sındaki Crystal Palace’ı andırır.

Ghost In The Shell’in Blade Runner ve William Gibson’ın bir bölümü İstanbul’da geçen Neuromancer kitabından etkilendiği söylenebilir. Fakat bu çok önemli manga ve anime serilerinin Wachowski kardeşlerin Matrix’inden tutun da Steven Spielberg’in AI’sine ve James Cameron’un Avatar’ına ilham olduğunu söyleyebiliriz.

Filme ait çok “spoiler” içermeyen videoda şehir görüntülerini, Kenji Kawai’nin film için bestelediği ilahi eşliğinde izleyebilirsiniz. Şarkının -tanrıları dansa çağırır- yukarda bahsedilen Amaterasu ve hikayenin sonuyla da bağlantılı olması oldukça anlamlı olmuş.

Psycho – Pass (2012)

Bu yazıda yer alan Ghost In The Shell’in animasyonunu yapan Production I.G şirketinin 2012 yapımlarından biri olan ve halen devam eden Psycho – Pass, 2113 yılında, fütüristik bir dünyada geçen bilim kurgu ve detektifvari bir distopya serisi. 2012 yılı yapımları içinde adını çok duyuramamış olsada, animasyon kalitesi ve hikaye kurgusuyla bence en başarılı serilerden biri. Gelişmiş teknolojiye sahip bu dünyada bütün yasal kontrolün Sibyl isimli bir online sisteme bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Kökeni Yunanca’ya dayanan Sibyl kelimesinin “kadın peygamber” olduğu düşünülünce bilgisayar sistemine verilen isim daha da bir anlam kazanıyor. Alt metinler ve göndermeler incelenince felsefesi derin sayılabilecek bir seri. Descartes’ten Budizm’e, William Gibson’ın Johhny Mnemonic hikayesinden tutun Terry Pretchet’ın diskdünya serisine kadar pek çok dini, felsefi ve edebi göndermeler bulunmakta.

Animede Mimari – Distopya – 2 from mrvcy on Vimeo.

Hikaye, insanların potansiyelini de değerlendiren Sibyl sisteminin idealist Tsunemori Akane’yi polis kuvvetine ataması ile başlıyor. Her yerde gözü bulunan Sibyl insanları elektronik ortamda tarayarak suç faktörünü gösteren Psycho – Pass’ini ya da bir nevi ruhunu ölçüyor. Kullanılan Dominator isimli silahlar bile bir nevi polislerin değil Sibyl’in kontrolünde. Polis kuvveti, suçluları yakalamaya çalışırken kendi suç faktörlerinin artmaması için suç faktörü yüksek olan insanlardan faydalanıyor. Bu ekipte ise eskiden polis olan protagonist Kougami Shinya ile tanışıyoruz. Hikaye ilerledikçe ütopik bir şehir için -kötü- duygulardan arındırılmaya çalışılan insanlık (?) olgusu ve Sibyl sisteminin eksikleri ile karşılaştıkça yaratılan ütopyanın aslında distopya olduğunu farkediyor izleyici. İlginçtir, karakterleri tanıdıkça sabit bir bakış açısı geliştiremiyorsunuz. Her karakterin savunduğu ideoloji sizi bir şekilde bir yerden yakalıyor. Zaten psikolojik açıdan iyi düşünülmüş ve geliştirilmiş karakterlere, bölümler arasında bir görünüp bir kaybolan antagonist de eklenince serinin ideolojik olarak iyi-kötü ayrımında etiğin belirsizleştiği bir hal alacağı anlaşılıyor. Ghost In The Shell’den farklı bir şekilde de olsa insan nedir sorusuna yaklaşım şekli bana biraz da Gündüz Vassaf’ın Deliliğe Övgü kitabını hatırlatıyor.

Teknolojik gelişmelerin iyi bir şekilde mimariye yansıması ve farklı tip mimarilerin görülmesi bu serinin seçilmesindeki en büyük etkenlerden biri. Psycho – Pass dünyasında mimaride kullanımını sık sık gördüğümüz şey “Hologram”. Videoda da göreceğiniz gibi modadan tutun, iç mimari ve peyzaja kadar herşey hologramlara dayanıyor. Bilgisayarınızdaki gardroptan sınırsız kıyafet seçebilirken, odanızın tasarımını da keyfinizce değiştirebiliyorsunuz. Gezdiğiniz parkta gördüğünüz çeşme bile aslında bir hologram. Yeni dönem mimaride gördüğümüz interaktif cephelerin gelecekteki versiyonları gibiler. Binanızın cephesinde, istediğiniz gibi değiştirebileceğiniz hologram tasarımından daha interaktif ne olabilir ki…

Şehir yapısı olarak baktığımızda ise modern gökdelen kurgusu, yükseltilmiş otoyollar bu seride de mevcut. Videoda 30. saniyede ve aşağıdaki resimlerde görülen mekan ise yarı açık gözüken bir alışveriş merkezi, avlunun peyzajında gördüklerimiz ise iyon sütunlar. Alışveriş merkezinin kendisinde de neoklasik dokunuşlar var.

Seri boyunca şehrin kullanılmayan eski kısımlarında beton tipi binalaşmadan tutun, üst sınıf insanların bulunduğu Paris St. Germain’deki gibi mahallelere ve Frank Llyod Wright’ın Şelale Evi’ne kadar pek çok farklı mimari tarz ile karşılaşmaktayız. Tabii Şelale Evi’nin modern mimarisinin bir göstergesi olan doğramasız köşe detaylarına dikkat edilmemiş ama o kadarını da beklemek ayıp olur herhalde.

 

Psycho – Pass kapanış şarkısı olan Egoist grubunun Namae no nai kaibutsu (İsimsiz Canavar) ile hazırlanan videoda, serideki mimari, teknoloji ve aksiyonlar ile ilgili fikir edinebilirsiniz. Serinin kapanış şarkısı olarak bunun seçilmesi monster mangasının son sayısındaki isimsiz adam, canavar gibi bölüm isimleriyle benzeşmesiyle de ayrıca manidar. Sonu Monster gibi mi olur bilinmez ama bu tarzın takipçileri için iyi bir yere sahip olacağına kesin gözüyle bakıyorum.

Neon Genesis Evangelion (1995)

Gerçekten çok etkilendiğim serilerden biridir bu, Gainax’ın yapımı olup Anno Hideaki’nin auteur yönetmenliğini yaptığı, Japonca ismiyle Shin Seiki – yeni başlangıç – Evangelion, post apokaliptik bir dünyada geçer. Belki de tam bir distopya diyemeyiz bu hikayeye. 20 yüzyılın sonlarında yaşanan -2. darbe dedikleri- kıyametten sonra yakın gelecekte geçmektedir. Üstü kapatılmış ayrı bir hikayedir aslında 2. darbe. Darbeden 15 yıl sonra dünya nerdeyse yeniden canlandırılmıştır.

Yönetmen, serideki karakterleri -ve kendini- sorgularken, hikaye sancılı bir anlama, anlamlandırma ve büyüme hikayesi haline gelir. Sanki Rönesans’tan Barok’a geçiş yapan insanlıktaki “Pain of the man” -insanın ızdırabı- psikolojisinde olduğu gibi…

Freud, Schopenhauer, Lacan gibi psikanalizin pek çok ismini içeren hikayede Angel’ların Adam, Lilith gibi isimlerinden tutun, bölüm açılışlarında gösterilen ve End of Evangelion filminde önemli bir yer tutan, Kabala’nın bir insanın hayatındaki tüm olayları ve koşulları anlamlandırmak için de kullanılan Hayat Ağacı’na kadar pek çok alt metin mevcut. Benim en çok dikkat ettiğim, hikaye boyunca işlenen Hedgehog Dilemma oldu (Kirpi ikilemi diye çevirebiliriz).

Bilindik Mecha tipi animelerden çok farklıdır Evangelion. Mecha tipi animede gördüğümüz uzaylılarla savaşan dev robotlar ana hikaye olmaktan çok, hayatın kişisel ve çevresel problemleriyle karşılaşmada kullanılmış bir metafor gibidir. Karakterler ise çok daha gerçekçidir. Hikayede Angel denilen çok güçlü, uzaylı savaş makinaları ikinci defa karşımıza çıkar. İnsanlığın tek kurtuluşu, birleşmiş milletler ajansı Nerv tarafından geliştirilmiş olan Evangelion’da yatar. Evangelion’lara pilotluk yapabilecek olanlar ise ilk Angel’ın görülmesinden sonra doğmuş, hepsi 14 yaşında olan bir grup gençtir. Anti kahramanımız İkari Shinji bunlardan biridir. Nerv takımının başında olan babası tarafından hikayenin geçtiği Tokyo – 3 şehrine Evangelion Unit – 1’e pilotluk yapması için çağırılmıştır.

Eski Tokyo, 2. darbe sonucunda eriyen buzulların altında kalmıştır. Tokyo – 3 şehri ise resimde gördüğümüz GeoFront denilen, yer altında Nerv merkezinin de bulunduğu boşluğun üstüne bloklar halinde, Angel saldırılarını karşılamak için inşa edilmiştir. Bu bölgedeki binaların çoğu saldırı anında aşağıdaki boşluğun güvenliğine çekilmektedir. Bazı bloklar ise Eva’lar için gerekli silah yada ateşleme noktalarıdır.

Seri için hazırlanmış olan videoyu Sagusu Shiro’nun Evangelion 1.0 filmi için hazırladığı OST eşliğinde izleyebilirsiniz.

Animede Mimari – Distopya – 3 from mrvcy on Vimeo.

Etiketler

Bir yanıt yazın