Yer Üzerine Çok Sorulu Bir Yazı

Bir yapının yere aitliğini ne belirler?

Eski biçimleri cepheye yapıştırarak oluşturulmuş bir yapı ne kadar yerine, tarihine ya da kültürüne aittir? Modernist bir yaklaşımla yapılan daha pürist ya da oyun misali planlama yere ait midir? Eisenman konutlarını yaparken yeri düşünmüş müydü ya da o yapıların yanına yapılaşırken mimarlar yeri okuyabilecek mi? Gerekli mi? Var olan ile yeni yapılacak olan arasında orta bulmak mıdır yerine ait olanı tasarlamak? Neden sürekli yerel yönetimler ve mimarlar, hatta çoğu zaman akademisyenler arasında gerilime sebep olur bu durum? Bu soru işleri zora koşmak, yerel yönetimlerin hemen yapıp sonucunu görme hevesine sokulan bir çomak mıdır? Nedense böyle görülür.

Yerin ne olduğunu anlamaya çalışmak bir başlangıç olabilir. Yere ait olanın bir birikimin sonucu olduğunu kabul etmek sanırım birincil bir kabul olabilir. Yer adına biriken nedir? Sadece kültür mü birikir? Özgünlük ve çağın ruhu her zaman bu birikimle mücadele etmeli midir? Ya da farklı bir bakışla çağın ruhu ve birikim sürekli birbiri ile çelişen şeyler midir? Zamanın sürekliliği düşünüldüğünde, yarın, “bugün”ün de kültürün bir parçası olacağı gerçeğinin farkında olarak, çağın ruhunun değişirliğini nasıl sağlayabiliriz ya da sindirebiliriz?

Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir sözünün ağırlığının altında ezilmek ile var olanın bize sağladıkları arasındaki geçirgen ilişkinin çarklarının arasına sıkışıp kalmış bir ruhumuz mu var? Ya da 20. yüzyılın başlarında Modernizmi ortaya çıkaranların da bu şekilde bir düşünceleri olmuş muydu?

Yerin birikimsel bir süreci yoksa orayı anlamak sanırım daha zor olacaktır. Ancak bu birikimi zamanın geçmesi, ya da daha basit bir tarih anlayışı ile açıklamaya çalışmak da sanırım pek rahatlatmayacaktır. Zaman her yerde geçiyor, ancak biriken her neyse, her yerde birikmiyor (tabi zeminin yükselmesi vs. bir bilgi oluşturduğu unutulmamalıdır). Yerin anlamını oluşturmak için bir yaşanmışlık, bir “yaşantı” eklenmesi gerekir sanırım.

Uzun bir süre buna “yerin imgesi” demeyi tercih etmiştim. Yerin anlatısını imge olarak ifade etmek, sürdürülebilir bir anlamı ifade etmek için yeterli gelmişti. Gerçi imgenin zihinlerdeki genel anlamı bu ifadeyi biraz daha az okunabilir, anlaşılabilir hale getiriyor ama imgenin yere aitliği konusunda bir tereddüdüm yoktu. Buradan başlayarak imgesi olmayan bir yer var mıdır sorusuyla karşı karşıya kaldım. Bazı yerlerde imge ya da birikim adı her neyse, daha az olabilir. Bu durumda yere aitlik ile ilgili tartışmanın neresinde dururuz? Yoksa çok zorlarsak elimizdeki beyaz kağıdın da bir ruhu olduğunu söyleyebilecek miyiz? Yer dediğimiz, elimizde olan, içine fırlatılmış olduğumuz varlığın bozulmasını istemediğimiz kısımları mıdır? Bir de “bozulmasını istemediğimiz kısımların hangileri olduğuna kim karar verecek” sorusu var ki, onunla ilgili tartışma konuyu oldukça farklı yönlere çekecektir.

İmge kavramını bir yeri düşündüğümüzde aklımızda canlanan resim olarak görürsek, her yerin bir de imgesi olduğu ve bunların kıyaslanamaz olduğunu düşünmemiz gerekir. Açıkçası buna izlenim demeyi tercih ediyorum. Ancak imgeyi yere aitlik ile bütünleştiren bir anlayış örneğin Kapadokya ile Konya Ovası arasında farklar olduğunu gözlemleyecektir.

Tamamen doğal ölçütler üzerinden bir anlam üretmekte bu kadar tereddütlü iken, bir de kültürel olanın çok katmanlılığını düşündüğümüzde kentsel alanlarda yerine aitlik, sürdürebilir bir kültür anlayışı, tarihe tanıklık, çağın ruhu vs. gibi tartışmaların, çok farklı bakış açıları ile değişik sonuçlara varabildiğine şaşırmamak gerekir. Değişim, dönüşüm ve bunun gibi birçok kavram, farklı bakış açıları girdabı içinde sakız gibi çiğnenebilecek kavramlar haline gelebiliyor.

Değişimin radikal, dönüşümün süreçsel bir anlamı olduğunu hatırlamadan hem zamanın durdurulamaz deresinde süregiden hem de biriken şeyin ne olduğu konusunda yol almak sanırım pek mümkün değil. Yapılar yıkılarak yerine yenisi yapıldığında da süreç bozulur, var olan yaşantı bozulup yerine zorla başka bir yaşantı koyulunca da. Sürecin zoraki bozulması dönüşüm olarak nitelendirilemez. O bir devrimdir ve gerektiği hallerde böyle olduğu bilinerek kullanılmalıdır, yutturmaca dönüşüm lafları ile birlikte değil. Bu şekilde, sürecin planlanarak bozulması birikimin doğasına yapılmış bir darbedir. Aslında mimarlık tarihi değişimlerin iyi ve kötü birçok örneğiyle de doludur. Ama şunu kesin olarak söylemeliyiz ki yere ait olanı okumayı güçleştiren bir durum oluşturur. Devrimsel ya da değişimi öneren tasarımların amaçlanarak yapıldığı, kültürün izlerini silmek üzere davranıldığını da biliyoruz.

Eski bir yaşanmışlığın varlığını bize fark ettiren yerler hoşumuza giderken (Prag’a gidip de masalsı görüntüsünden etkilenmeyen, “bizim oralarda neden yok, tüh tüh…” diye dertlenmeyen Türk Vatandaşı olduğunu sanmıyorum), bu eskiyle nasıl mücadele edeceğimize dair bir fikrimiz olamıyor. Tarihi olanın bize hissettirdiği sıcaklık ve tarifsiz huzur hissi ile nüfus artışı, kente göç, yeni olana düşkünlük (kastım pırıl pırıl yeni olan, eskimemiş anlamında), lüks “ihtiyacı”, moda hayranlığı, bir de naçizane yeni işlevler yeni mekânlar gerekliliği gibi beşer istekler ne yazık ki bir biriyle çelişen nitelikler taşıyor. Mimarlığın doğası eskinin sürdürülmesi üzerine değil mi yoksa? Bu toplumsal, sosyolojik ya da daha doğrusu türümüze ait çelişik durum eskiye bağlılığımız ve yeniye olan tutkumuz, bizi durmadan korumamız gerekenin ne olduğu sorusuyla karşı karşıya bırakıyor. Eski hayatları yeniden istemediğimiz sanırım tartışılmaz bir gerçek. Birkaç “marjinal” olarak nitelendireceğimiz kişiden başka hiç birimiz evimizdeki hijyen olanaklarını, ısınma teknolojilerini, soğutma teknolojilerini, interneti, asansörü, aydınlatma ve korunmada kullanılan elektronik teknolojileri ve daha bir çoğunu bırakıp da yeniden eski hayat tarzına dönmek istemeyiz. İstediğimiz sanırım eski gibi görünen ve yeni olanaklara yer hazırlayan yapılar. Ne diyorduk buna “nostalji” mi? Belediyeler sağ olsunlar doğrudan bir beşer hissi olan bu psikolojiye hemen çözümler bulurlar. Yapılacak yapıların üstünü göndermeleri olan biçimler ve malzemelerle donatırlar, malzemenin aynısı olmasına bile gerek yoktur, görüntüsü benzesin yeter. Betondan yapılmış taş, ya da ahşap görünümlü plastik yeterince tatmin edicidir.

E kolay olan bu… kim uğraşacak şimdi geleneksel olanın hangi özellikleriyle insana daha sıcak, daha kullanışlı, daha mekânsal geldiğini bulmakla. Benzesin yeter… İşin doğrusu en çok önemsenen, sürdürülsün istenen unsur zaten hâlihazırda sağlanamayan, sağlanamayacak olan unsurdur. Yeni olarak, bir lahzada yapamazsınız bunları: eskilik, birikmiş deneyim, tarihe şahitlik, kullanılmışlık, kök oluşturma, vs. Kim yapabilir bir anda 150 senelik yapıyı? Mimarlık ile koruma arasındaki ilişkinin kısıtladığı nostaljik yapabilirlik bu yüzden imkansıza yakınsıyor zaten.

Aslında yapılacak olan tarihi olanın sürdürülmesidir. Eskimesine rağmen, işlevlerinin yok olmasına, yeni hijyenik koşullara ve işlevlere karşılık verememesine rağmen eskiyi eski haliyle; eskilik değeriyle birlikte hayatta tutmalıyız. Bunun da kolay bir iş olmadığı belli. Herkesin değer verip korumaya aldığı şeyler farklıdır. Kişisel anılar ve yaşanmışlık dışında bize kişisel olarak olmasa bile toplumsal olarak kökümüzü fark ettiren, öksüz olmadığımızı; bir anamız babamız, komşularımız, geleneğimiz, eskiden beri buralarda olduğumuzu hissettiren şey bu birikim. “Bu kadar zamandır buradayız”ı ortaya koyan. Bunun için kıymetli ve bazılarının çalmak istediği bir şey. British Museum’da neden sadece İngiliz eserlerinin değil de neredeyse dünyanın geri kalanının hepsinden eserler olduğunun, Afganistan’daki heykellerin yıkılmasının, ülkemizde birçok kilisenin kötü kullanımının (mümkün olsa yıkılacak ama… şimdilik izin verilmiyor) sebebi. İzleri ortaya çıkarmak ya da silmek… İşte bütün mesele bu… Olmak ya da olmamak… Tarihe karşı cüretkar inisiyatif.

Çok uzun süredir Anadolu’dayız ve gelecekte de burada olacağımızdan çok emin olduğumuz için mi buradaki varlığımızı belgeleyen tarihi yok ediyoruz? Biriktirmek yerine harcıyoruz. Banka reklamlarına benzedi, ama amaç aynı; elimizde bir birikim olmasını istiyorsak harcamamamız gerekmez mi? Bunu fark edince de eskiymiş gibi olanlar türüyor… En büyük birikim olan ağaçları keselim yerine eski yapıya benzer bir yapı yapalım. O kışla bu AVM -kısaltma olarak kullanılması onu daha da kıymetlendiriyor ya… Amerikan tarzı… Gerçek amacın ne olduğunu şaşırıyoruz sanırım.

Bu durumda yeni yapı, yapılaşma konusunda bu birikimin neresinde durmalıyız? İşin açıkçası ben restoratör ya da tarihçi değilim. Meslek hayatımda tercihlerde bulunurken bu seçenekleri de hiç düşünmedim. Korumaya inancım vardır ama ilk mezun olduğumda başkaları korusun ben yenilerle ilgileneyim diye düşünürdüm. Ancak eski yapı çevresinde yeni yapı yapmanın ne restorasyonla ne de tarihle ilgisi olduğunu sadece ve sadece bir tasarım girdisi olduğunu zamanla algıladım. “O orada dursun da ben de yanına yenisini yapayım” kadar kolay olmadığını olayın. “Eski” ya da “yeni” diye neye dediğimize varana kadar her birikimin sorgulanması gerektiğini fark ettim. Bugün bizim planlayıp yaptığımız “yeni”nin, bir sonraki gün yanında yapılaşanlar için eski olduğunu da. Sizin dün planlayıp yeni olarak yaptığınız da ertesi gün birikimin bir parçası olmuştur artık. Onu oradan kaldırsanız bile toplumsal bellekte kalacaktır; o yerin bir parçası olmuştur bile. Bazen yerin adı, yapı orada olmasa bile uzun süre onun adıyla anılacaktır. Kayseri’de eski Atatürk Stadı yıkıldı ve yerine “AVM” yapıldı ama o adanın karşısındaki bölgenin adı hala stadın karşısıdır. Büyük ihtimal stadı orada hiç görmemiş olan nesil bile orayı stadın karşısı olarak bilecektir.

Ama bu tip uygulamaların bir izleri silme operasyonu olduğunu da bilmeliyiz. Daha sonraki adım ise yeni izler oluşturmak olacaktır ve olmaktadır da. Kayseri’de Cumhuriyet Meydanı’na sınır oluşturan yapıların cepheleri “düzen oluşturması” bahanesiyle “bir örnek” yeniden kaplanıyor. Oysa bu yapılar 60’lar mimari anlayışına paralel olarak kendilerine has bir dizi oluşturmaktaydı. Arada bazıları 2000’lerde yenilenmişti ve ilgilenen bir göz onları seçebiliyordu. Bir yaşanmışlık vardı. Oysa bu yaşanmışlık “güzel” bulunmadı ve hepsi bir örnek oldu. “Herhalde orada bir dizi çekecekler” diye düşündüren bir sahne havası yaratıldı. Meydan, kentin rastlantısallığı ve süreçselliğine sahip bir kentsel mekan özelliğinden sıyrılıp her yeri bir anda tasarlanmış, kontrollü ve tek merkezli bir iç mekan görüntüsüne büründü. Kişisel olarak biliyorum ki ne meydanı kullananlar ne de bu yapıların sahipleri bu durumdan memnun. Bir tek belediyenin yeni kurulan birimi “Estetik Kurul” (ismi de pek hoş) memnun herhalde, onlar karar verdiklerine göre…

Mimarın ve planlamacıların özellikle yerel yönetimlerle birlikte kenti biçimlendirme konusunda özel bir konumu olması gerekir. Gündelik kullanıcılar neyi kaybettiklerini, kaybedene kadar fark etmeyebilirler. Bu konuda eğitilmiş olmanın verdiği yükümlülük geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklarımıza bırakacak bir birikim sağlamak amacıyla “yerimizi” bilmeliyiz sanırım.

Etiketler

Bir yanıt yazın