Sessiz Sedasız Bir Müzik Merkezi

Helsinki Müzik Merkezi’nin beni en çok etkilyen yanı, binanın kent ve kentlilerle buluşma şekli. Sadece performans saatlerinde değil neredeyse gün boyunca zaman geçirilebilecek, bir biraraya gelme ve yaşama alanı olarak herkese açık bir mekan oluşu.

Helsinki’ye ilk ziyaretim 2008 baharıydı. O zamandan şimdiye kadar Helsinki’nin kültür kalbi diye adlandırabileceğimiz Töölönlahti bölgesinin Kiasma ve Finlandia Hall arasında kalan kısmının adım adım dönüşümüne şahit oldum. Önceleri sadece seyir şeklinde olan gözlemlerim, kenti, dinamiklerini ve tarihini tanıyıp, öğrendikçe giderek ilginçleşti. Bir anlamda parçalar yerine oturmaya başladı diyebilirim. 

Şimdi kısaca anlatacağım, Eliel Saarinen’in merkez tren istasyonu binasıyla başlayan bir mimari gezintinin (promenade) öyküsü aslında. İstasyon binasından Mannerheimintie’ye çıkıp, Töölönlahti Koyu’na doğru yürümeye başladığınızda, önce sarı kulesiyle bir tür nirengi noktası olan postane binasını, daha sonra da Mannerheim Meydanı’nında sizi karşılayan Steven Holl’un Kiasma Çağdaş Sanatlar Müzesi’ni buluyorsunuz. Devam ettiğinizde bu yazımın esas konusu olan, Helsinki Müzik Merkezi, onun hemen karşısında 20. yüzyıl modernizmini neoklasisizmle birleştiren Johan Sigfrid Sirén’in Parlamento binası, onun ardı sıra aralarında Eliel Saarinen’in de bulunduğu 3 Fin mimarın ortak projesi olan, ulusal romantizm döneminin önemli örneklerinden Finlandiya Ulusal Müzesi, müzenin tam karşısında ise Alvar Aalto’nun Finlandia Hall isimli kültür merkezi binası ve en son olarak da Opera Binası yer alıyor. Değişik mimari dönem ve üsluplardan eserlerin buluştuğu bu kesit kenti okumak isteyenler için oldukça heycan verici ve aydınlatıcı.

Gelelim şu anda kentin en önemli konser sahnesi olan Helsinki Müzik Merkezi (Musiikkitalo)‘nun hikayesine. Kuzey ülkelerindeki dinamikler ve meselelerin çözülme süreçleri gerçekten epey kendilerine özgü. Uzun yıllar İtalya’da yaşamış bir Türk olarak, Finlandiya’ya geldiğimden beri bazı konular karşısındaki şaşkınlığımı ve hayranlığımı saklayamayacağım. Bunlardan biri de çoğu zaman en bürokratik ya da karmaşık sayılabilecek konularda bile hem Finlerin bireysel olarak hem de kurulu düzenin sahip olduğu şeffaflık ve dürüstlük olgusu. Bunun sonucu olarak da oldukça iyi işleyen bir talep sonuç ilişkisi ortaya çıkmış. 


Bana kalırsa Helsinki Müzik Merkezi’nin hikayesi de bu olgular etrafında şekillenmiş. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından hem Üniversite’nin hem de kentin sahip olduğu birçok bina ciddi boyutlarda hasar gördüğünden klasik müzik camiası kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek niteliklere sahip yeni bir bina talep etmiş. Bunun üzerine büyük usta Alvar Aalto’nun ustalık dönemi eseri olan hem bir konferans merkezi hem de müzik merkezi olarak hizmet verecek Finlandia Hall inşa edilmiş. 1971 yılında tamamlandıktan sonra uzun yıllar kentin birincil konser sahnesi olmuş. Ne var ki müzisyenler ilk gününden itibaren bu sahneden memnun kalamamışlar. Helsinki’deki ev sahibimiz Finlandiya Filarmoni Orkestrası’nın müzisyenlerinden. Sohbet esnasında salonun akustik problemlerinden ve Aalto’nun yapı inşa edilirken tüm detayları kendi yapma arzusuyla aslında akustik meseleleri ikincil sıraya bırakmasından bahsetti. Söylediğine göre Finlandia Hall’un konser salonunda, özellikle bina yaş aldıkça, akustik restorasyonlar yapılmasına karşın müzisyenler kendi çaldıklarını bile zor duyar olmuşlar.

Durum böyle olunca İskandinavya’nın en büyük müzik üniversitesi Sibelius Akademisi 90’lı yılların başında yeni bir konser salonu talebinde bulunmuş. İlerleyen zamanda Sibelius Akademisi’ne Helsinki’nin diğer iki büyük orkestrası olan Fin Radyosu Senfonik Orkestrası ve Helsinki Filarmoni Orkestrası da katılmış ve yeni Müzik Merkezi projesi bu şekilde başlamış. Yeni konser salonunu barındıracak binanın çeşitli etaplardan oluşan mimari proje yarışması iki sene sürmüş ve kazananlar Turku’dan LPR Arkkitehdit Oy isimli bir Fin mimari ofis olmuş. İskandinav ülkelerinde dikkatimi çeken eğilimlerden biri, gençlere ciddi imkanlar veriliyor olması. Mimarlık gibi tecrübe gerektiren alanlar da bile yeni neslin önemli boyutlarda desteklendiğini görüyorsunuz. Yeni nesil kamu binalarının bir kısmı genç mimarların imzasını taşıyor. Helsinki Müzik Merkezi projesi de bunun önemli örneklerinden biri. Projenin baş mimarı olak işaret edilen Marko Kivistö, projeyi aldıkları zaman 30 yaşındaymış. LPR Arkkitehdit Oy’dan aralarında Mikko Pulkkinen, Ola Laiho’nun da bulunduğu 30 kişilik bir ekip 2000 yılında yarışmayı kazanıp, Helsinki’nin yeni Müzik Merkezi’ni kente kazandırmışlar. 

Daha önce belirttiğim gibi binanın bulunduğu arazi kentin ulusal nitelikte önem taşıyan birbirinden hayli farklı mimari dönemlere ait yapılarla çevrili. Bu nedenle de mimari projesi esnasında çevre binaların oluşturduğu kent dokusuyla bütünleşebilmek önemli olmuş. Tam da bu nokta projenin adını aldığı “a mezza voce” konsepti ortaya çıkmış. İtalyanca’dan Türkçe’ye hafif ses, yarım ses diye çevirebileceğimiz, mimari anlamda da baskın olmayan, en ön plana çıkmayan ancak kompozisyon içinde tamamlayıcı rolü olan bir yapıdan bahsediyoruz. Bu tamamlayıcı ve asla ezici olmayan mimari lisanı en uygun şekilde binanın cephelerini ve kat yerleşimlerini incelediğimizde görüyoruz. Planda binanın merkezine konumlandırılmış olan konser salonu ve pek çok başka alan mevcut kot seviyesinin altına taşınmış ve bu sayede yapının çatı yüksekliği komşusu olan Parlamento binasının önünde bulunan, kentin sembollerinden biri haline dönüşmüş merdivenlerin görüntüsünü kapamadan ve aynı zamanda hemen yanında bulunan Kiasma Çağdaş Sanatlar Müzesi’nin etrafındaki boşluğu gölgelemeden düzenlenmiş. Cephelerde kullanılan malzemeler ise modern yapılara bakan durumlarda cam giydirme cephe, tarihi nitelik taşıyan yerlerde ise yeşil patina bakır kaplama olarak tercih edilmiş. Bu sayede taş ve mermer cephelere sahip olan tarihi binalar yeşil bakırla, daha dinamik yapıya sahip olan modern yapılar ise şefaf camla bütünsellik oluşturmuş. 


Helsinki Müzik Merkezi’nin beni en çok etkilyen yanı, binanın kent ve kentlilerle buluşma şekli. Sadece performans saatlerinde değil neredeyse gün boyunca zaman geçirilebilecek, bir biraraya gelme ve yaşama alanı olarak herkese açık bir mekan oluşu. Aynı zamanda kentin doğu ve güney aksını birleştiren bir tür geçit olarak kullanmak da mümkün. Baş mimar Marko Kivistö yapıyı tasarlarken herkese açık, kent için bir buluşma noktası ve etkileşim alanı olmasını konseptlerinin merkezine yerleştirdiklerini belirtiyor. Bana kalırsa oldukça başarılı olmuşa da benziyorlar. Müzik Merkezi’ne gittiğim her seferde performans olmadığı zamanlarda da, özellikle fuaye alanı olarak kullanılan alanın oldukça kalabalık ve hareketli olduğunu gözlemledim. Dikkatimi çeken bir başka unsur da, konser salonunun fuaye ile birleştiği katta duvar yerine cam, yani şeffaf bir malzeme kullanılması oldu. Böylelikle salon performans saatleri dışında binanın içine giren herkesin gözlemine açık bir biçimde yerini alıyor. 

Yapıyı elemanlarına ayırarak anlatmak gerekirse, üzüm bağı konfigürasyonlu konser salonu etrafında toplanan, fuaye, sergi alanı, ana konser salonuna çok benzer bir prova odası, barok orgların yer aldığı barok müziğe adanmış salon, oda müziği salonu, siyah kutu (black box) adlı deneysel müziklere uygun salon ve son olarak Sibelius Akademisi’ne ayrılmış, derslik, kütüphane, kayıt odalarını barındıran alan. Üzüm bağı konfigürasyonlu (vineyard sytle) olarak bilinen salonların en iyi örneklerinden biri Berlin Filarmoni Orkestrası’nın 1963 yılında açılmış, Hans Scharoun imzalı binası. Yapı özellikle inşa edildiği zaman için çok yenilikçi ve işlevsel olduğundan birçok önemli mimara ve konser salonuna örnek ve ilham kaynağı olmuştur. Nitekim Marko Kivistö proje aşamasında sıklıkla Berlin’e gidip, binayı tecrübe edip, incelemiş. Başka ilginç bir nokta ise, Helsinki Müzik Merkezi yapılırken aynı dönemde Kopenhag Konser Salonu’nun da yapılıyor olması. Helsinki Müzik Merkezi, her ne kadar kapasite olarak yakın olsa da Kopenhag’ın yanında oldukça mütevazi kalıyor. Döneminin en büyük bütçeli müzik salonu olan Walt Disney Konser Salonu’nu bile geride bırakan Kopenhag Konser Salonu’nun mimarı, Pritzker Ödüllü fransız mimar Jean Nouvel. Projelerin pararlel zamanlarda, iki önemli İskandinav Başkenti’nde gerçekleşmiş olması oldukça hoş bir mukayese ve inceleme konusu.

Son olarak dinlerken çok zevk aldığım bir hikayeyi paylaşmak istiyorum. Çeşitli defalar performans dinlemek için Helsinki Müzik Merkezi’ne gitmiştim ancak binanın tamamını görmeyi arzu ediyordum, örneğin Barok Müzik Odası gibi daha önce görmediğim bölümlerini. Bu nedenle Sibelius Akademisi’nden bir öğrencinin binayı ve hikayesini anlattığı detaylı bir geziye katıldım. Yazının başında da belirttiğim gibi, yeni salon bir önceki salondaki akustik yetersizliklerden dolayı yapılmıştı. Yeni salonda bu tarz bir durumla karşı karşıya kalmak söz konusu dahi olmamalıydı. Bu nedenle Sidney Opera Salonu, Walt Disney Konser Salonu gibi dünya çapında önemi olan salonların akustik projesini yapmış, Japon Yasuhisa Toyota seçilmişti. Proje için belirlenen alan, tren istasyonuna ve şehir merkezine yakınlığıyla bilindiğinden önceleri müzik performansları için çok gürültülü olup olmadığı tartışmaları sürerken Toyota, Helsinki’ye gelmiş. Hem proje alanını hem de kentin sesini tanımak için, proje alanın hemen karşında bulunan Parlamento Binası’nın önündeki basamaklara oturup bir süre kenti dinlemiş. Heycanla onun yorumunu bekleyen Finlere, “hiç endişe etmeyin, burası bugüne kadar gördüğüm en sessiz kent, projeyi buraya rahatlıkla yapabiliriz” demiş. Böylelikle az konuşmaları ve sessizlikleriyle bilinen Finler için yeni bir hikaye daha çıkmış ortaya.                                  

Etiketler

Bir yanıt yazın