Rüzgarları ve Bulutları Yazmak*

Her bulutun bir hali vardır. Tepemizde oradan oraya sürüklenen konturları, olmayan, gökyüzü denilen tuvalin üzerinde, fırça darbelerinin her birinde faklı yolculuklara çıktığı tablolarında olduğu gibi, Monet’nin, Van Gogh’un, Seurat’ın ya da Cezanne’in duygularının özel vuruşlarına yansıması gibi, insanların farklı farklı anlarının yüzlerine vurmaları gibi, onun hallerine yansımaları, insanların farklı farklı anları gibi, belki de usta bir virtüözün, bir orkestra şefinin, orkestrası önündeki bir konser ya da prova anında yüz hatlarına yansıyan hareketleri, ellerini kaldırışları, yüzlerine götürüşleri, sevinçleri, üzüntüleri, haykırışları, gülüşleri gibi, havada gördüğümüz bir buluttan, bir sergideki bir ressamın ellerinde yaşam bulan bir resme, ya da bir içimizden birinin farklı farklı hallerine kim bilir her şey hep birlikte döner durur. Kim bilir belki de her şey her şeye benzer, bir şekilde üst üste gelir mekanın içinde; mekanı yaratan, onunla diyalog içindeki panaromada, ya da bir mekan birinden alır diğerine verir birinde bulduğunu, ya da her şey birbirinin içinde saklıdır bakmak ve onu yeniden bulmak için, ya da birine bakarken diğerini, diğerinin başka başka yanlarını görürüz bir başka biçimde. Yani özetle mekanı tekrar buluruz etrafımızda, onu tekrar yaratırız; ona nasıl bakıyor ve onu nasıl görüyorsak bütün boyutları bütün halleri ile, başka başka ayrıntıları ile.

Hafif bir rüzgar vardı. Balkonda oturuyorduk. Baharın ilk günleriydi. Berrak, derin mavilikte yavaş yavaş üzerimizde seyreden bulutlar gözümüze çarptı. Birçok bulut geçti ama bu başkaydı. Özel bir bulut, arka mavinin önünde ağır ağır ilerliyor, rüzgarın etkisiyle etrafını, dış çizgilerini hafif hafif değiştiriyordu. Her tarafı fırça darbeleri vurulmuş gibiydi. Beyazlığının farklı derinlikleri vardı. Rüzgar bulutla oyun oynuyordu. Önce bir sürü fırça darbeleri yaratmış şimdi de bir ucundan çekiyor, darbeleri dağıtmaya çalışıyordu. Ama ürkek darbeler rüzgara karşın bir araya gelip kendilerini topluyor ve rüzgarında yardımı ile tekrar yollarına devam ediyorlardı aynı ritimde. İşte böyle bir pamuk yığını, beyazlık, önümüzden salına salına, özel bir seremoni ile geçti gitti. Saatler geçmiş gibiydi. Birçok şeye benziyordu. Yukarımızdaki mavinin önü, büyüteçle yaklaştırılmış gibi, grenleri çok büyümüş siyah beyaz bir fotoğrafa, beyaz bir örgüye dönüşmüştü darbelerle. Her şeyin ötesinde tek bir defa yapılabilecek her ani hizla değişen muhteşem bir enstelasyon, muhteşem bir gökyüzü resmiydi.

Aklıma ‘Shadow Lands’ yani ‘Gölge Topraklar’ geldi. Hani şu ünlü İngiliz aktör Antony Hopkins’in başrolünü oynadığı, uzun yıllar önce İstanbul sinemalarında da vizyona giren anlamlı film. Sona doğru kederli sahnelerini hatırladığım filmin içinde bir sürü enteresan hikayeler vardı. Önemli sahnelerden birinde, filmdeki adını anımsamadığım Profesör Hopkins, İngiltere’de ortaçağdan kalma eski bir kolejin görkemli salonunun yüksekçe olan kürsüsünden öğrencilerine konuşuyordu. Bir an geldi sözleriyle insanı tariflemeye başladı. Onu bir heykeltraşın çekici ve keskisi altında yapıt olmayı bekleyen bir taş bloğuna benzetiyordu. Taşı heykel haline getirebilmek için yüzlerce, binlerce vuruş gerekiyordu sanatçının deneyimine, düşüncesine bağlı olarak. Hopkins daha da ileri gidiyordu. Her çekiç darbesinin o taşa, insana acı verdiğini ve bu acıların insanı olgunlaştırdığını vurguluyordu. Önümüzdeki maviliğin üzerindeki bulutu kevgire döndüren rüzgarın yüzlerce darbesi bana kürsüden anlatılan, hocanın insanla özdeşleştirdiği çekiç darbelerini hatırlattı.

Tanık olduğum rüzgarın vuruşları ile Antony Hopkins’in işaretlediği meçhul heykeltraşın vuruşları yanyana geldi. Bizim Master Wind, Rüzgar Usta, aynen meçhul heykeltraş gibi bu dünyadaki milyonlarca yıllık deneyimi ile ne yaptığını çok iyi biliyordu, çölün ortasında da, kuzeyin buzları üzerinde de, Akdenizin bir köşesinde de olsa. Her şey dikkatlice adeta santim santim planlanmıştı. Ya da hiçbir şeyin planı programı yoktu. Ya da plansızlığın planı her şeyin programını yaratmış, her yanı sarmıştı. Gözümün önünde, Rüzgar Ustanın sunduğu bu şahaser, hiç bir kimsenin öğretemeyeceği, mekan dersiydi. Birkaç dakika içindeki bu dizi tasarımdan sonra yanına gelen Hopkins’le birlikte aklımdan geçen şu oldu. Görüyorduk, görmüyorduk. Her şey önümüzdeydi. Belki de planlananlar, planlanmayanlar arasında, çizilenler, çizilmeyenler arasında kendi içgüdülerimizle, kalbimizle ve Rüzgar Ustanın temposuyla gidiyorduk. İzleri takip ediyorduk, sadece takip ediyorduk. *

* Bu yazının ilk versiyonu 27 Nisan 2007 da Helsinki de, Punavuri’de yazılmış, 2 Haziran 2014’te son ile Çanakkale’de tamamlanmıştır.

Etiketler

Bir yanıt yazın